Elif Key, mahalle filmlerinde birden ortaya çıkıp ‘Allaaaah’ diye bağıran, gariban köylü, ağırlık sahibi varlıklı köy ağası, minibüs şoförü, ezik aşık, mağdur, savurgan, mülayim karakter ve bir nesle gülmeyi öğreten adam Zeki Alasya'yı yazdı.
Abone olBursa Gönlüferah Oteli’nde bir bahar gecesi.
Annenle babanın otel lobisindeki görevliye, ‘Çocukların yatağını da bizim odaya koydurdunuz değil mi?’ diye sorduğu yıllar.
Onlar çift kişilik yatağa, çocuklar yatınca neredeyse şiltesi yere değen o küçük karyolaya.
Balkon kapısı açık, oda otelin arka bahçesine bakıyor. Hava sıcak. ‘Anne balkondan böcek girer mi?’ Girmezmiş. ‘Baba ışığı kapatır mısın?’ Annen kapatacakmış. Çok güzel bir erkek sesi, bahçede yankılanıyor.
Baban, ‘Metin bu’ diyor, ‘başladı!’ Müthiş bir sesi ve kulağı var, baban öyle diyor. Uzun bir sofra kurulmuş, yanında Metin’in Zeki’si. Çaprazlarında Metin’le Nevra Serezli. Kalabalıklar epey. Babanın annenin arkadaşıymış gibi isimle hitap ettiği sanatçılar. Bülent’le Zeki’yi dinlemeye giderler, Muazzez gibi gelmeyecektir, Müzeyyen aslan gibi kadındır. Şimdi hiç dilimizin kenarından geçmiyor. Cem değil Cem Yılmaz, Ata değil Ata Demirer, Kıvanç desen Tatlıtuğ mu derler ya..
Sabaha kadar fıkralar patlayacak, kahkahalar atılacak, yenilecek içilecek, sabaha kadar sürecek fasıl. Bursa’ya Kültürpark’a turneye gelmişler meğer. Hemen dört bilet, ‘Yüz kere de olsa bin kere de olsa bunu kaçırmayacaksınız! Bu adamlar gibisi gelemez, gelmeyecek!’
Babanın lafı keramettir, yaz bunu bir kenara
Yüz kere de bin kere de olsa seyrettik. Devekuşu Kabare, Beyoğlu Beyoğlu, Yasaklar, Reklamlar, Deliler.. Bir kuşak okul servisinde Devekuşu Kabare kasetlerini dinleyerek büyüdü. Servis şoföründe cep telefonu yok, servis ablası diye bir şey yok. ‘Kenan abi, kaset getirdim, dinler miyiz?’ Ver! O minibüsün direksiyonuna vura vura gülsün, çocuklar da arkada. Okullara yuvadan yazılmadığımız, mahallenin ilkokuluna yazdırıldığımız, soruların çalınmadığı ama zengin ailelere satıldığı iddialarının olduğu yıllar. Yoksa o müteahhitin kıt akıllı oğlu nasıl girsin Amerikan mektebine?
Geleceğe dair hayal kuramayan insanlar, hastalık gibi hep maziyi anar. 1960’ların sonları. Sıraselviler’de ufacık bir mekandalar. Haldun Taner’in kurduğu bir kabare varmış. Halbuki hikayenin başı başka; 1967’de Zeki Alasya ve Metin Akpınar Haldun Taner’den bir piyes istiyor. Diyor ki Taner, ‘Herkes gibi normal tiyatro yaparsanız beşinci sırada yerinizi alırsınız. Gelin kabere tiyatrosu kuralım!’ ‘Işıklı insanların, yani gülmesini bilen insanların tiyatrosu’ diyor Taner, kabare onun rüyası. Salon bulamıyorlar, düğün salonlarında provalar yapılıyor.
İlk haftalar berbat. İçeride üç beş masa ya var ya yok, belki 20 kişi. Moraller epey bozuk. Dördüncü hafta diz dize, ufacık iki kişilik bilemedin üç kişilik masalarda içkisini alan oturuyor. Başlıyor Devekuşu Kabare. Efsane kadro şöyle diziliyor sahneye: Zeki Alasya, Metin Akpınar, Ayşen Gruda, Ahmet Gülhan, bir de zayıf bir genç: Kemal Sunal.
‘Orası içkili ortam, bir gün bir saniye bile bir kişi de çıksın ortalığı karıştırsın, taşkınlık yapsın, hiç hayatımızda bu kadar eğlenmiyorduk’ Öyle. Hayatında bu kadar eğlenmeyecek ne anan ne baban ve hatta sen bile! Ve hayatında yan masanda bir daha bir siyasetçi oturmayacak belki de. Yer bulmak zor olurmuş hep, masalarda bazen Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Turgut Özal. Yanlarında eşleri, oyunu izleyip, kahkahalar atarlarmış, oyun bitince kulisteler, tebrik için. İleri demokrasi için filmi geriye saran Türkiye!
O yıllarda televizyon yayını 06.30’da başlıyor, 06:31’de Açık Öğretim, 08:00’de Günaydın Türkiye, 10:00’da kapanış. 14:55’e kadar, siesta yapan Türkiye. Öyle Türkiye’nin en güvenilir insanı anketleri yok, kimle gülüp kimle ağlıyorsak ona güveniyoruz. Perihan Abla evlensin mutlu olsun, Şaban atla gelsin istiyoruz. Şehir efsaneleri var: ‘Bu adamlar şimdi böyle güldürüyor ama gerçek hayatta çok ciddi, asık suratlı insanlarmış’ Metin Akpınar’ın üç böbreği varmış, su yerine rakı içermiş, Zeki Alasya’yı ortağı kazıklamış, sokaklarda sürünürmüş..’ Fonda Ajda Pekkan, Palavra palavra palavra!
Kaybetme sırası bizde
Vergi rekortmenliğinin Perran Kutman’la Zeki-Metin ikilisinin arasında gidip geldiği, gazetelerin ‘Zeki ve Metin’in kahkaha vergisi 200 milyon’ başlığı attığı, biletleri günler öncesinden tükenen, çocukken karne hediyesi olarak Aşk Olsun’u, Deliler’i, Şuna buna dokunduk’u seyretmek istediği, çamaşır + pijama = er – os reklamları yüzünden babanın hep er-os giydiği, İstanbul’daki 5 yıldızlı otellerin lüks salonlarında kermeslerin düzenlendiği, Ağca’nın Papa’yı vurduğu, Şevket Uğurluer’in piyanoda ‘He’ll have to go’yu söylediği Anılarla Müzik’i, gazetelerin her gün bir okuruna çekilişlerle çamaşır makinası hediye ettiği yıllar. Zeki Alasya ise sanki bugün vermiş gibi demecinde; ‘Bu devletin Cumhurbaşkanı bazı futbol kulüplerine birer milyar lira verirken, 37 tiyatroya aynı dönemde 300 milyon lira yardımda bulundu, bu ayıptır’ diyecekti.
Mahalle filmlerinde birden ortaya çıkıp ‘Allaaaah’ diye bağırır, rolden role girip gariban köylü, ağırlık sahibi varlıklı köy ağası, minibüs şoförü, ezik aşık, mağdur, savurgan, mülayim karakterlerin Zeki Alasya’sı olurdu. 1961’den bu yana duran Metin Akpınar’dı. Hasip’le Nasip, Himmet’le Kısmet’in birliktelikleri, ‘Çeyrek asırlık evlilikler biterken onlar hiç ayrılmadı’ haberleri 37. yılın sonunda ‘Onlar da ayrıldı’ haberiyle bitti. Ayrı yollara giderken, böyle duyurdu Metin Akpınar: ‘Zeki ile ayrıldığımız doğru. Sanatsal açıdan gerçekten bir şey üretemiyoruz. Coca Cola’yla Pepsi gibi olacağız artık’ Birinin üretmesi lazımdı, diğeri ismini tüketmek istemiyordu. Birinin parası vardı, diğeri bütün parasını batırmış, arkadaşına borçlanmıştı.
Dekor yaptı, kostüm dikti, film yönetti, sahneden inip sokağa çıkıp da kasanın arkasına geçince olmadı. Patron rolünü kıvıramadı. Çok kazıklandı, çok para kazandı, çok para kaybetti. Şimdi kaybetme sırası bize geldi. Bir nesle gülmeyi öğreten adamlardan, kadınlardan hepsini birer birer kaybediyoruz. Eski Türkiye’de kasetten onları dinleyip gülerdik, yeni Türkiye’de tape dinleyip kaygılanıyoruz. Bir röportajında Türk sinemasına dair dertlenirken kendi demiş: ‘Kalitenin peşinde olan insanlar gittikten sonra sen sağ ben selamet. İnsanlar ölüyor biliyorsunuz değil mi?’ Biliyoruz. Himmet gitti, Kısmet kaldı.