Gazeteci Zihni Çakır çok konuşulacak “Encümen-i Daniş Sarmalında – Konsept Savaşı” kitabında şok iddialara yer veriyor.
Abone olkitabıyla Ergenekon Operasyonu’ndan 7 ay önce örgütü isimlendiren, kitabı ile de Ergenekon Dava İddianamesi’nin özetini iddianame açıklanmadan 4 ay evvel okurlarıyla paylaşan Zihni Çakır, yine ezber bozacak bir çalışmaya imza attı.
27 Mayıs 1960’da başlayıp 28 Şubata kadar gelen darbe ve müdahale süreçlerinin ortak mantığını ortaya koyan Çakır, 28 Şubat’ın bilinmeyen yönlerine de dikkat çekiyor. Dönemin kudretli generali Çevik Bir’e yönelik suikast planını 17 yıl sonra deşifre eden Zihni Çakır, o dönem devletin iki ayrı kurumu arasındaki (TSK ve Emniyet) tehlikeli restleşme ve çatışmanın da detaylarını aktarıyor.
Ayrıca Ergenekon sanığı Hurşit Tolon’a ait olduğu iddia edilen, Ergenekon Soruşturma Savcıları’nda dahi bulunmayan ve ilk defa gün yüzüne çıkarılan bir rapor ile TSK mensuplarının siyasal yaşama müdahale girişimlerinin temel felsefesini de ortaya koyan Zihni Çakır, 3 Kasım 2002 Milletvekili Genel Seçimlerinin nasıl engellenmek istendiğine dair yapılan hazırlıkları da açıklıyor.
Yıllardır tartışılan ancak bir şekilde tartışılması engellenen PKK-Derin Devlet ilişkisi ve PKK’nın çözülme sürecinde gerçekleştirilen 33 er katliamına dair olayın faili olarak lanse edilen Şemdin Sakık ile yapılan ve yine savcılarda bile olmadığı iddia edilen röportajı da kitabına taşıyan Yazar Zihni Çakır, Terörist elebaşı Abdullah Öcalan’ın ilişkide olduğu devlet görevlileri tarafından PKK içerisinde nasıl tek adam haline getirildiğinden 33 er katliamının faili olan teröristin sağ ele geçirilmişken operasyon bölgesinde nasıl öldürüldüğüne kadar birçok bilinmeyeni de gözler önüne seriyor.
Türkiye’de bir realite olan Derin Devlet mantığı ve eylemleri ile son dönem çok tartışılan Encümen-i Daniş arasında direk bağlantı kuran Yazar Çakır, darbelerin ve kaotik dönem faillerinin ideolojisini de, “çoğulcu parlamenter demokrasiyi alaşağı etmeyi amaçlayan Baas ideolojisi” olarak ele alıyor.
Ergenekon’un sözde resmi belgeleri ve bu belgelerde kullanılan mührü hakkında da bilgiler veren Yazar Çakır, örgütün başka bir bilinmeyenini de açıklıyor.
Çakır’a göre bütün bu olayların arka planında yaşananlar bir soğuk savaş değil. Bu savaş ülkedeki her bir bireyi tehdit eden sıcak bir savaş. Bu savaşın adı da, “”.
KİTAPTAN BAZI BAŞLIKLAR…
CUNTA RAPORU
Ergenekon Terör Örgütü zanlısı olan Emekli Orgeneral Hurşit Tolon tarafından kaleme alındığı iddia edilen raporun en dikkat çekici bölümlerinden biri de siyasî yaşamı kontrol altında tutmayı ve millî iradenin yansımasını demokrasi dışı yollarla engellemeyi planlayan istihbarat çalışması teklifi oluşturuyor.
Tolon, hem siyasî otoriteye bağlı olan Millî İstihbarat Teşkilatı’nın hem de demokratik her hukuk devletinde siyasî otorite denetimine açık olan Genelkurmay istihbaratının parlamentoya rağmen TSK kontrolünde çalışarak, siyasî yelpazede etkin olmasını teklif ediyor. Bununla da kalmayıp, bu istihbarat çalışmaları sonrasında (Bu istihbarat çalışma mantığının hangi mekanizma ile paralel yürüdüğü 28 Şubat’ta görülmüştü.) elde edilen verilerin toplumun dikkatine sunularak, kamuoyunun TSK perspektifinde yönlendirilmesini teklif ediyor.
“TSK’nin yurt içi İstihbarat ağının, kökten dinci ve bölücü partiler ve bunların uzantılarının, yasadışı bağlantıları ve faaliyetlerini ortaya çıkaracak şekilde, etkin olarak kullanılması ve elde edilecek bilgilerin, toplumun dikkatine sunulması, bu çerçevede; MİT’in elde ettiği, iç istihbarî bilgilerin eksiksiz olarak ve zamanında, Genelkurmay Başkanlığı’na aktarılmasını sağlamak üzere, geçmişte olduğu gibi, teşkilat bünyesinde, arzu edilen yeterlilikte ve uygun mevkilerde, Silahlı Kuvvetler personelinin bulundurulmasının sağlanması” gerektiğine dikkat çeken Hurşit Tolon, MİT’e hâkim olma düşüncesini de net bir şekilde ifade ediyor.
MAHİR KAYNAK-TUNCAY GÜNEY BENZEŞMESİ
Mahir Kaynak’ın, Madanoğlu Davası sırasında tanıklığının geçersiz sayılması için Doktor Gencay Gürsoy tarafından öne sürülen, “Ruhsal Bunalımlar geçirdiği ve onu tedavi ettiği, bu yüzden tanıklığımın geçerli olmayacağı” görüşünün mahkemede kabul görmesi ile Ergenekon sürecinde, aynı pozisyonda olan Tuncay Güney’in yaşadıkları benzerlik gösteriyor aslında.
Yani Ergenekon davası ve soruşturma sürecinde, MİT ve savcılığın elindeki tüm bilgi ve belgenin kaynağı olan, yıllarca yapının içerisinde görevlendirilerek yapının deşifre edilmesini sağlayan Tuncay Güney (İPEK), dava ile ilişkilendirilen ve bu ilişkisi belgelere de dayanan eski generaller, muvazzaf askerler, etkin siyasetçiler tarafından linç edilirken; Mahir Kaynak’ta yaşanan ikilem Tuncay Güney konusunda da yaşanmaktadır. Eski Genelkurmay Başkanı’ndan tutun, ana muhalefet partisi genel başkanına, hemen her Ergenekon avukatı Tuncay Güney’i, o dönem Gencay Gürsoy’un yaptığı gibi “Ruh hastası ve akli melekeleri yerinde olmamakla” suçlamıştır.
Oysa Tuncay Güney (İPEK), 1993 yılından bu yana MİT tarafından kullanılan etkin bir elemandır. Belki resmî personel olarak bu tarihte kurumla irtibatlandırılmamış olabilir; ama bu tarihlerde MİT’e angaje bir eleman olduğuna dair ciddi veriler vardır. Bu verileri kendi yaşadığım bir anı da güçlendirmektedir. (ÇEVİK BİR öldürülmeliydi haberin devamında)
ÇEVİK BİR ÖLDÜRÜLMELİ
28 Şubat döneminde ayyuka çıkan ordu-emniyet gerginliği’nin en önemli yansıması bugüne kadar hep ordunun emniyete baskısı olarak lanse edildi. Oysa bilinmeyen bir gerçek daha vardı…
…28 Şubat sürecinde, TSK içerisinde zaten var olduğu söylenen bir mezhep çatışması aynı zamanda kamuoyuna da sızdırılmıştı. Bu çatışma ile birlikte olası bir cuntanın bu mezhep yanlıları tarafından gerçekleştirileceği ve bir rejim değişikliği dayatmasının yaşanacağı da sağduyulu entelektüeller tarafından konuşuluyordu. Bu çerçevede, emniyet teşkilatında o dönem tek bir çıkış yolu tartışılıyordu: Çevik Bir, hangi şekilde olursa olsun ekarte edilecekti. Tüm etkinliği ortadan kaldırılacaktı. Aksi halde 23 Haziran günü ülkede onun liderliğinde bir cunta gerçekleşecekti. Öyleyse Çevik Bir 23 Haziran’ı görmemeliydi.
SAKIK: 33 ER OLAYIYLA İLGİM YOK
Bir kere ben Amed eyalet komutanıyım. Yetkim ve etkim bu eyaletle sınırlıydı. Sizin sözünü ettiğiniz olay ise Erzurum Eyaleti denilen bölgede oldu. Direkt örgüt merkezine bağlı militanlar tarafından yapıldı. Erzurum Eyaleti’nin başında ben değil, Zeynel kod isimli Celal Barak vardı. O da benim kadar yetkiliydi. O da benim gibi direkt olarak Merkez Karargâh’a ve Abdullah Öcalan’a bağlıydı. O da benim gibi Merkez Karargâh ve Öcalan’a rapor veriyor ve buralardan talimat alıyordu. Benim ona şu eylemi yap veya bunu yapma deme yetkim yoktu. Eğer bu eylem yanlış ise, benden değil, Zeynel’den hesap sorsaydınız.
Bu dönemde Bingöl’ün bir kısmını ve Erzurum’u içine alan, örgüt literatüründe önceleri ‘Orta Eyalet’ daha sonraları ise ‘Erzurum Eyaleti’ denilen bölgenin sorumlusu Zeynel kod adlı Celal Barak isimli şahsın sorumluluğundaki yüz kişilik bir grup kendi içinde yaptığı toplantıyla Bingöl-Elazığ yolunun kesilmesini kararlaştırıyor. Plana göre yol kesilecek, haber alan güvenlik güçleri müdahaleye gelirken, oluşturulan pusulara düşürülüp darbelenecekler.
O sırada silahsız askerlerin gelip geçeceklerinden haberleri yoktur. Yol denetimi yaptıkları esnada güvenliksiz ve silahsız gelen bir grup asker ile karşılaşıyorlar. Bu beklemedikleri bir durumdur. Bu askerlere ne yapacaklarını kendi aralarında tartışırlarken, Bingöl’den gelen güvenlik kuvvetleriyle çatışmaya giriyorlar. Bu sırda askerleri kurşuna diziyorlar. Bazı askerleri de serbest bırakıyorlar.
Özellikle 1993 yılında gerilla gruplarına yönelik olarak yaptığım telsiz konuşma tutanaklarının hepsi güvenlik kuvvetlerinin arşivlerinde mevcuttur. Burada olaya ilişkin talimatım, planlamam ve yönlendirmem varsa, iddiayı kabul edeceğim.
Zeynel Kod Adlı Celal Barak, 1994 yılının sonbaharında Dersim bölgesine gitti. O sırada ben de oraya ulaşmıştım. Akvanus Vadisi’nde buluştuk. Yan yana gelişimizin üçüncü günüydü ki, Öcalan’ın kendisiyle telefonda görüşmek istediği haberi geldi. Bu haber üzerine yanında taşıdığı mobil telefonunu ve beş militan alarak yüksek bir tepeye tırmandı.
Sonradan aldığım bilgiye göre, dağın doruğuna ulaşıyor. Telefon görüşmesi yaptığı bir sırada güvenlik kuvvetleri tarafından kuşatılıyor. Çıkan çatışmada yaralı yakalanıyor; ancak olay yerinde infaz ediyorlar.
Yanında götürdüğü beş kişiden ancak iki kişi kaçıp kurtulmayı başardılar.
Bu kişinin öldürülmesinde de hâlâ aklımı karıştıran iki husus var. Birincisi, ben bölgede bulunduğum halde Öcalan’ın onu telefona çağırmasıdır. Daha önceleri de telefona giden bazı militanların benzer akıbetlere uğradığını ve telefona giderken iki kez aynı kuşatma altına girdiğimi, mucize eseri olarak kurtulduğumu da göz önünde bulundurduğumda, Öcalan’ın niyetinden şüpheleniyorum. İkincisi ise, yaralı olarak yakalanan bu şahısın olay yerinde infaz edilmesidir. Böylesi büyük ve içeriği aydınlanmamış bir eylemin planlayıcısı ve uygulayıcısı bir şahısın, en azından olayın aydınlatılması için yaşatılması gerekiyordu, diye düşünüyorum. (ERGENEKON MÜHRÜ haberin devamında)
ENCÜMEN-İ DANİŞ
40 daimi 30 geçici üyesi bulunmakla beraber, bu üyelerin tamamı kendi alanlarında uzman isimlerden oluşur. Ancak 1940’lardan sonra, ideolojik bir kimliğe bürünerek, nihilist bir Kemalizm ve seküler laiklik anlayışının üssü haline gelmiştir.
Türkçülük-Turancılık akımının1940’lardaki başkaldırısını, 1940’dan sonra devlet yönetimine direkt müdahil olmak isteyen Encümen-i Daniş’in bir stratejisi olarak tanımlamak asla yabana atılacak bir iddia olmaz.
Asıl vahim olan, 1950’lerin sonlarında büründüğü yeni kimliktir.
Türkiye’nin NATO konseptine girmesi, komünizmin öncelikli tehdit kabul edilmesi ve olası bir komünizm işgaline karşı geliştirilen savunma stratejisi olarak adlandırılan Seferberlik Tetkik Kurulu’nun kurulması ile beraber, Encümen-i Daniş, danışma meclisi pozisyonundan çıkarak, yasama-yürütme-yargı erklerini kontrol ve yönlendirme konumuna gelmiştir.
Ergenekon’un teorisyen kanadı denilebilir. Çünkü bunlar durumdan vazife çıkararak, kendilerine görev tevdi ederek devletin tehdit algılamasını tanımlayıp buna karşı strateji geliştiren grup.
Bunun en somut örneği de bu grup tarafından 1994 yılında Cumhurbaşkanı’na sunulmak üzere hazırlanmış bir toplantı sonuç kararıdır.
18 Nisan 1994 tarihli karar metni dönemin Cumhurbaşkanı’na sunulmuştur da.
Bu toplantı karar metni ile aradan geçen yaklaşık 15 yıllık serüvene rağmen, Ergenekon sanıklarının ülke için yaptıkları tehdit tanımı arasında hiçbir farkın olmaması ilginç bir tesadüf değil elbette.
Kendilerini devletin sahib-i aslisi gören bu grup, “siyasî partiler kanununun ciddiyetle uygulanması”nı dikte ederken, belgede dile getirilen ve laik düzenin korunup kollanması ve dinin siyasete alet edilmesi girişimlerine karşı yargının işleve geçmesini dikte ediyor.
Sonraki süreç de malum…
Buna benzer kim bilir kaç belgenin takdim edilmesinden sonra gelişen 1997’deki siyasal alana demokrasi dışı müdahale girişiminin temel gerekçelerinin neredeyse tamamı, 18 Nisan 1994 tarihli Encümen-i Daniş raporunun dikte ettiği düşüncelerle örtüşüyor.
Aslına bakılırsa, Encümen-i Daniş’in hazırladığı bu raporlarla beraber, Millî Güvenlik’te konsept değişimi de yaşanmıştır.
ERGENEKON’UN MÜHRÜ
“Ergenekon’un 3 adet soğuk mührü var. Savcılıkta ve mahkemede bile bu mühürlerle hazırlanmış belge yok”