Bazı köşe yazarlarının başörtülü eş avına çıkmasına Zaman'dan Ekrem Dumanlı cevap verdi.
Abone olKöşe yazarları arasında başörtüsü tartışması alevlendi. Saban yazarı Ergun Babahan'ın kendi gazetesinin yanı sıra Bekir Coşkun'a sorduğu soru Zaman Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'nın dikkatini çekti. Dumanlı diyerek yazarları empati yapmaya çağırdı.
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
-Terzi, kendi söküğünü dikemezmiş derler ya; bizim medyanın durumu da biraz öyle. Mesleğin var oluş sebebi iletişim; gel gör ki medya kadar iletişim özürlü bir meslek grubu da gözükmüyor.
Farkına varamadığı olaylar ve ısrarla yapageldiği hatalar yüzünden hem halkla irtibatı kopar gider medyanın; hem meslekî itibarı zedelenir; ancak yine de o, burnunun dikine gitmeye bayılır. En temel iletişim kuralı şudur: Karşıdakini dinlemeden, anlamadan, anlama gayreti sarf etmeden sakın bir şeyler anlatmaya kalkma! Anlama gayretiyle başlar ifadenin gücü. Çünkü anlama çabası, sizin hadiseye önyargıyla yaklaşmadığınızın ilk ikna edici işaretidir. Gerçeğin peşinde bir gazeteci ile kendi gerçeğini dayatan bir gazeteci arasında büyük bir fark vardır çünkü.
Türkiyedeki pek çok sıcak tartışmanın özünde ciddi bir iletişim krizi gözleniyor. Hiç kimse kendini ötekinin yerine koymuyor. Fikirlerden çok insanlar hırpalanıyor, düşüncelerden çok kitleler yıpratılıyor. Ve maalesef bu hatayı en çok iletişim sektörünün duayenleri yapıyor. Mesela, başörtüsü meselesinin bu kadar incitici boyutlara taşınmasında bazı tartışmacıların kullandığı kaba-saba üslubun payının yanında empati yapmaktan uzak bir yaklaşım biçiminin de rolü vardır. Türkiyede öyle yazarlar var ki tek becerebildiği iş, hakaret etmek, aşağılamak, küçük düşürmek. Sokaktaki külhanbeyi bile bazı köşe yazarlarından daha kibar, daha efendi. Hiç olmazsa onun kendine mahsus bir raconu var. Basında da bir zamanlar mesleki jargon vardı; hiç olmazsa o jargonun hatırına sayınlı, baylı, beyefendi, hanımefendili laflar edilirdi. Lütfen ve nezaketen bile böyle laflar edilmiyor artık. Epey bir zamandır bazıları -belki de yazacak konu bulamadığından- insanlara hakaret etmek suretiyle popülaritesini sürdürmek istiyor.
Ergun Babahandan alınacak ders!
Meselenin atlanan bir yönü daha var: Sizin sürekli hakaret ettiğiniz insanlar, döner bir gün size aynı lisanla, aynı üslupla cevap verebilir. Sonu var mı böyle bir kavganın? Geçen haftanın en manidar yazılarından biri Sabahta yayınlandı. Ergun Babahan, Hürriyet yazarı Bekir Coşkuna ilginç bir soru yöneltiyordu: Bekir Coşkunun başı kapalı aileler için yaptığının tam tersini, eşlerinin başı açık erkekler için dinci diye bilinen medyadan biri kullansaydı, Bekir Coşkun ne düşünür, ne hisseder, ne yazardı? Kim ne derse desin; Babahan meselenin bam teline dokunmuş! Düşünün, son günlerde sıkça tartışılan bürokratların yerinde değişik bir dünya görüşüne sahip kişiler var ve o insanların eşleri açık diye serrişte ediliyor. Bugün kaleminden kan ve kin damlayan kalemşorlar, kendilerine yöneltilen bu insanlık dışı tacizi kabullenebilir mi? Sizin asla kabul etmeyeceğiniz bu amansız tacizi öteki niye kabul etsin, sürekli sineye çeksin? Başı kapalı hanımlar üzerinden yürütülen faşist propaganda nasıl insanî değilse, başı açık eşler üzerinden yürütülmesi muhtemel propaganda da aynı oranda çirkin ve insanlık dışıdır. Marjinal gruplar işin vahametini anlamasa ya da anlamak istemese bile kendine mutedil bir rota çizdiğini düşünen kitle gazeteleri bu acı gerçeği görmek zorunda.
Mesela Emin Çölaşanın yazdıklarına üzülmemek mümkün değil. İfadelerinde yer alan bilgi hataları, önyargı, öfke bir yana; söyleme biçimindeki nahoş üslup gazetecilikte yaşını başını almış bir insana yakışmıyor. İnsan, bu meslekte saçını ağartmış kişilerden hem daha bilge bir tutum bekliyor; hem de örnek davranış biçimi. Bunu göremeyince üzülüyorsunuz; çünkü insaf sınırlarını bir hayli zorlayan ve muhataplarını sürekli çimdikleyerek tahrik etmeyi maharet sayan bir üslup ortaya koydukça, başkaları da onu incitecek bir üsluba doğru kayıyor. Mesela Çölaşan, başörtülü eşler konusunda veryansın ettikçe ve kadrolaşma üzerine vurgu yaptıkça birileri de onun Danıştay başkan vekilliği görevinde bulunan eşini gündeme getiriyor. Oldu mu şimdi! Her iki davranış biçimi de gayri insanî, gayri medenî. İnsanların kariyerleri eş durumundan mağduriyetlere dönüşmemeli.
Eskiden başkalarını düşünen insanlar için diğerkâm denirdi; şimdi moda kelime empati. Toplum olarak işte biz bu duyguyu kaybettik. İletişimciliğin doğru mesaj verme ve mesajı doğru algılama konusundaki altın kurallarını hiçe sayarak hoşgörüsüz bir toplum oluşturduk. Şimdi de oturmuş bu toplumun cenazesi üzerine ağıt yakıyoruz. Okuldaki şiddetin, sokaktaki hiddetin, siyasetteki nefretin, medyadaki nekbetin vebalini hiç kimse üzerine almıyor. Oysa bu canavarı eğitim, kültür, medya, din gibi konularda nadan yaklaşımlarla bu toplumun dinamikleri doğurdu. Şimdi herkes, bu suçtan, onu bir başkasının avlusuna bırakarak kurtulmaya çalışıyor. Halbuki bu toprakların yüzlerce yıllık hamuru sana yapılmasını istemediğin şeyi sen başkasına yapma sözüyle yoğrulmuştu. Empati yapmanın altın kuralı buydu! Biz bunu inkâr ettik; yani kendimizi inkâr ettik, yabancılaştık kendimize ve karşımızda her an cinnet geçirmeye ramak kalmış bir tecessüs ile yaşayan kitleler bulduk. Onların oluşturduğu gergin hava herkesi geriyor; en çok da medyayı. Medya gerildikçe siyasetin çarkları işlemiyor, asker-sivil ilişkisi örseleniyor, demokratik teamüller sık sık kesintiye uğruyor.
Aşağılamak ancak itibar kaybettirir...
Kavganın sonu yok. Mazide de sonuç alınamadı kavgadan, istikbalde de alınamayacak. Hırçın mizaçların gazetecilik adına ortaya koyduğu efor, bazıları tarafından bir zaman pohpohlansa bile, gazetecilik tarihine bir yad-ı cemil vesilesi olarak geçmeyecek. Üstelik siz birilerini aşağıladıkça hem inandırıcılığınızı kaybediyorsunuz hem de başkalarının sizi aşağılaması için haklı gerekçeler üretiyorsunuz. Birisi dinci medya deyip yüklenirse öteki de kartel medyası deyip intikam almaz mı? Sonuçta kim kazanıyor? Hiç kimse. Ülke baştanbaşa bir tımarhaneye dönüşürken bazı gazetecilerin peşini bırakmayan anti-demokratik sabıka bir türlü silin(e)miyor. Çünkü er-geç bir gün fırtına diniyor, sular duruluyor. Her fırtınada eğilip bükülenler, fırtına esnasında verdikleri artistik pozların istiğrak hali sayesinde suçüstü yakalanmış oluyor. Oysa bir aydının, bir entelektüelin, bir iletişimcinin -daha açıkçası erdemli her bir insanın- en büyük vasfı her daim dimdik durabilmesidir. O duruş kaybolunca bilin ki şöhret-i kâzibenin parıltılı yaldızları da sönmeye yüz tutmuştur. Olağanüstü durumların özgürlük dışı fotoğraflarında kendine özel kadraj bekleyenler, arkalarında mesleki başarılardan çok, nesiller boyu sürecek bir hacalet bırakır; başka bir şey değil. Bu vahameti iletişimciler bilmiyorsa kim bilebilir ki!
Üniversite kulüplerinde karşılaştığım özgür atmosfer
Bu ay içinde iki üniversiteye davetliydim: Marmara Üniversitesi (7 Mart) ve Sabancı Üniversitesi (23 Mart). Her iki program da öğrenci kulüpleri tarafından organize edilmişti. Programlarda düşünen, okuyan, soran, sorgulayan gençler buldum karşımda. Gördüm ki Türk medyasını yakından takip etmenin ötesinde, dünya medyasını da izliyorlar. Bazı konularda medyanın önünde yer alacak ölçüde geniş bir alana yayılan merakları var. Mesela dünyadaki trendler denince akıllarına sadece moda gelmiyor, globalleşmenin sebep-sonuç ilişkileri üzerine kafa yoruyor ve bu denklem içinde siyasetin, sivil toplumun ve tabii ki medyanın üstlendiği ve üstleneceği görevi sorguluyorlar.
Soruların seviyesi ve soruş tarzındaki seviyeli üsluptan kendime dersler çıkardım. Uzaktan bakıldığında avare gençlik deyip bir çırpıda silinen, duyarsızlık ve fikirsizlikle itham edilen üniversite gençleri için bühtan dolu genellemeler yapmak yanlış. Onca yanlış eğitim politikasına rağmen hâlâ tefekkür ufuklarını zorlayan üniversite gençliğinin bulunması ve bu gençlerin bir öğrenci derneği ya da kulübünün çatısı altında bir araya gelip özgür düşünceyi güçlendirecek programlar yapması takdire şayan bir durum. Her iki kulübün faaliyetlerindeki çok seslilik ve renklilikten özgürlük havasını yakalıyorsunuz. Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Kulübünü, Sabancı Üniversitesi Küresel Etkileşim Kulübünü; tabii ki benzer kulüpleri, bu kulüplerin müdavimlerini, gönüllülerini ve bu güzel atmosferi destekleyen üniversite yöneticilerini can-ı gönülden kutluyorum.