BIST 9.390
DOLAR 34,43
EURO 36,29
ALTIN 2.837,00
HABER /  GÜNCEL

Yassıada anıları azap dolu

Ilıcak bugün A. Hamdi Sancar'ın İmralı'ya gidişini kendi ifadeleriyle aktardı. İşte yürek burkan anılar:

Abone ol

Dünden Bugüne Tercüman'da Nazlı Ilıcak'ın kaleme aldığı Yassıada olayında anlatılanlar insanın yüreğini burkuyor. Ilıcak bugün A. Hamdi Sancar'ın İmralı'ya gidişini kendi ifadeleriyle sayfaya aktardı; “Biz, idamlıkları arkadaşlarımızdan ayırdılar, ellerimiz arkadan kelepçeli olarak, iskelede bekleyen hücumbotun dar bir kamarasına indirildik. Merhametsizliği ile ün yapan Sarı Teğmen de başımızda. Bir ara üzerimizde bel kemerinden mendile, saatten kaleme ve deftere kadar ne varsa alacaklarını ve bir paket yaparak yarın mirasçılarımıza teslim edilmek üzere göndereceklerini söyledi. Emir, emirdi... dediğini yapmaya başladık. Cep defterimin arasında birbuçuk yaşında torunum Serhat'ın bir resmi vardı Sıra ona gelince teğmen'e, bunu bana bırakmasını ve son gecemi onunla beraber geçirmek istediğimi söyledim. Fotoğrafı hoyratça elimden aldı ve muzaffer bir kumandan edasıyla: -Öbür dünyada beraber kalırsınız... diye gürledi. Rahmetli Zorlu, Yassıada'da çok zayıflamıştı. Onun çektiği çilelere başka kimse dayanamazdı zaten. O da eşyalarını teğmene veriyorken, bir ara durdu, pantolonunun zayıflayan bedenine göre bollaşan kemer kısmını göstererek, kayışsız bunu nasıl tutarım, müsaade etseniz bari... dedi. Sarı Teğmen, kayışın tokasından tutarak sert bir çekişle Zorlu'nun üzerinden sıyırdı ve aldı. Zorlu irkilmişti, fakat her zamanki vakur ve cesur edasıyla hemen toparlandı, pantolonunun bel kısmını birbiri üzerine kıvırarak darlaştırdı ve içine soktu. Sonra mağrur bir bakışla teğmene dönerek (zararı yok bunun da çaresini bulduk...) dedi. Ondan sonra yol boyunca bize Türkiye'nin Ortak Pazar karşısındaki ekonomik durumu hakkında geniş ve faydalı izahat verdi. Sanki ölüme değil, bir vazife seyahatine gidiyor gibi idik. İDAM HÜCRESİ Çamurlu, kireç kokulu bir mezar gibi dar ve loş bir hücrede ellerimiz arkadan kelepçeli, tam bir gece boyu kaldık. İdam için sıramızı bekliyorduk. Garip gelecek amma, alışmıştım da, ölümle bir nevi dostluk kurmuştuk. Bir gün sıra ile ve tabii tomsonlar arasında götürüldüğümüz Yassıada'nın şüphesiz asker olan berberi beni tıraş e diyordu. Göğsüme beyaz berber önlüğünü geçirmişti, aynada kendimi bu halimle görünce idamı düşündüm. Beyaz berber önlüğü, idam gömleği gibi göründü, başımı bir yana eğdim ve dilimi sarkıttım, aynada kendimi seyrediyor ve idam provası yapıyordum. Berber çocuk farkına vardı, sordu, anlattım. Saf ve masum Anadolu evlâdı hazin bir sükûta daldı, sarardı ama ses çıkaramadı. Bu alışkanlıklar sayesinde idam gecesi hücremde rahattım. Hattâ inanılmaz ,birkaç saniye kestirdim de... Yarı rüya, yarı hayal, gözlerimin önünden bütün aile efradım ve sevdiklerin geçiyor, galiba veda ediyorlardı. Kafilenin en sonunda o zaman 14 yaşında olan oğlum Ali gelmişti. Ötekiler uzaklaşırken o durdu, gözlerime bakıyor ve bekliyordu. Ayrılmak istemiyor gibi idi, bir süre bakıştık. Nihayet: -Hadi oğlum, sen de git, yalnız kalma... Ve bil ki, baban ölüme gönül rahatlığı içinde gidiyor. Sana da miras olarak namuslu ve şerefli bir hayatın hikâyesini bırakıyor, diye mırıldandım. İDAMDAN KURTULUŞ Tam sıra bana geldi diye düşünüyordum ki, bir teğmen hücreye girdi: -Geçmiş olsun, cezan müebbete çevrildi, dedi. Birkaç saniye donakaldım. Sonra bu ruh ve beden buzulu çözülmeye başladı, eridi, kurtulduğuma çok seviniyordum, hem hayat o kadar tatlı idi ki... Kalan ömrümüz hep o hücrede geçecek de olsa yine de tatlı. Hissettiklerim buydu. Kelepçelerimiz çözüldükten sonra hücrelerden çıkardılar hafif sabah aydınlığında ahşap bir salona alındık. Zemin tahta idi ve ayak bastıkça gıcırdıyordu. Başta Sayın Bayar olarak sıra ile sekiz kişi arka arkaya dizildik. Hücreler sadece on tane olduğu için arkadaşlarımızdan Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman ve Genelkurmay Başkanı Erdelhun alt katta bir yerlere alınmışlardı. Ada kumandanı ve savcı idam cezalarının müebbete çevrildiğini resmen bildirdikten sonra aşağı kata indirildik. 12 kişi tamam olmuştu. Noksan olan rahmetli Zorlu ve Polatkan idi. İdam edildiklerini kesin olarak ben orada anladım. MENDERES'İN İDAMI 17 Eylül öğle sıraları idi. Subaylar sağ, sola koşuşturuyorlardı. Olağanüstü bir şeyler vardı. Hırslı bir subay koğuşun kapısını açarak “Herkes yatağına girsin ve pencereden dışarı kimse bakmasınî diye gürleyerek uzaklaştı. Menderes'in İmralı'ya getirilmiş olduğunu sezgilerimizle anladık. Bir ölüm sükûnu çöktü. Şüphesiz asacaklardı. Zorlu'yu ve Polatkan'ı asanların onu sağ bırakmaları beklenemezdi. Hepimiz bu müthiş saniyelerin kahredici heyecanını yaşıyorduk. Bir ara önümüzdeki binaların arkasından yüksek bir sesle yazılı bir şeyin okunduğu duyuluyordu. Ama söylenenler anlaşılamıyordu. İdam formalitesi olarak hüküm hülâsasının Menderes'in yüzüne karşı okunmakta olduğu tahminine vardım. Yüreklerimiz göğsümüzden fırlayacak gibi atıyordu. Sanki zaman durmuş, güneş sönmüştü. Allah, Allah... diye bir ses duydum. Arkasından gökyüzünde dolaşan bir tek bulut sanki birden eridi, yağmur oldu, boşandı, tabiat ağlıyordu. Felekler gözyaşı döküyordu. Dışardan motor sesleri gelmeye başladı. Yavaşça başımı kaldırarak pencereden baktım, Kızılay flâmalı bir jeep ve arkasından askeri arabalar geçtiler. Demek Menderes'in aziz na'şı tepedeki kabrine götürülüyordu. Bu arada koğuşun kapısı açıldı ve içeriye Ada'da edepsizliği ile ün yapmış bir deniz yüzbaşısı, sonradan Menderes'i getiren hücumbotun komodoru olduğunu öğrendiğimiz bir başka yüzbaşı ile içeri girdiler, Menderes'in asıldığını resmen haber verdiler. Yüzlerinde renk yoktu. Sank ibir irin kaplamıştı yüzlerini. Arkadaşımız Kirazoğlu yanık ve davudi sesiyle Kur'an'dan bir sûre okumaya başladı. Gelen subaylar mâni olmak istediler, fakat artık onları dinlemiyorduk. Kirazoğlu okumasına devam etti. Biz de İslâmiyetin ilk günlerinde Mekke müşriklerinin korkusundan mağaralara sığınarak ibadet yapan ilk Müslümanlar'ın huşuu içinde, o lâhuti sesin ihtizazları içinde eriyorduk sanki... Artık bu dünyada Menderes yoktu. Artık bu milletin mazlum ve masum evlâtları öksüzdü. Hepimiz öksüzdük. 1961 senesinde idik. Ve biz hâlâ sadrazamların başını alıyorduk. Ne hazin tablo idi Yarabbi. Dilerim bu milletin çilesi orada bitmiş olsun.î MENDERES'İN SON SAATİ Sehpaya giden yol üzerinde Menderes gözlerini ileriye dikmiş, bir şeyler kuruyor, bir şeye hazırlanıyor gibiydi. Bu yol Arnavut kaldırımındandı. Arada bir başgardiyan ve ötekinin ayakları takılıyor, Menderes ise sendelemeden ilerliyordu. Yolun dönemecinde birdenbire sehpayla karşılaştılar. Bir an duraladı ve baktı. Ellerinde tomson bulunan jandarma erleri üçer adım aralıklı yolun iki yanında yer almışlardı. Çoğu gözünü, bir devre adını veren Başbakan'a çevirmiş, nemli bakışlarla hafızalarının derinliklerine yerleştirmek istercesine, onu seyrediyorlardı. Son sözleri şunlar oldu: "Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, Devletim ve Milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda, karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum!" Çingene cellât Kemal Ayson yağlı ilmiği Menderes'in boynuna geçirdi. Yine bir an Menderes etrafına bakındı. Acı acı baktı. Bu son bakışı oldu. Aynı anda müebbed hapse mahkum olanların koğuşunda ibret verici bir konuşma cereyan ediyordu. İbrahim Kirazoğlu Kur'an okuyor, Bahadır Dülger de ona refakat ediyordu. Koğuşta kimsenin kıpırdamaması ve dışarı bakmaması için görevlendirilmiş bir subay müdahale etti ve şöyle dedi: "-Kur'an okumak için kimden izin aldınız?" "-Adnan Menderes mutekid bir insandı onun için okunuyor işte!.. Bunun için de izne lüzum yok... Okunur!.." cevabını aldı. Görevli subay bir şey söylemeye cesaret edemeden koğuştan dışarı çıkmıştı. Tam bu esnada da yağmur sağanak halinde idamın infaz edildiği yerin üzerine yağıyordu. Bu yağmur, Adnan Menderes'in nâşını mezara kadar takip edecekti. Menderes'in arkadaşları hiçbir şey yapamamanın hüznü içinde bitkin, ıstırabın altında ezik, perişan haldeydiler. Hemen hemen hepsi, daha çok penceresi infazın yapıldığı tarafa açılan koğuştakiler yüksek sesle "Allah!" diye bağırıldığını duymuşlardı. Sağdan soldan hıçkırıklar geliyordu. Berrin Menderes bir gün dahi aksatmadan eşi Adnan Menderes'e o 9-10 satırdan oluşan mektupları gönderiyordu. Çünkü, 50 kelimeyi aşan mektup yazmak yasaktı. Bütün hasret ve sevgi o 50 kelimenin içine sığdırılacaktı. Menderes'in Berin Hanım'dan aldığı son mektup, 10 Eylül 1961 tarihini taşıyordu. Yarısı yırtılarak kendisine verilmişti. Menderes'in eline yarısı yırtık olarak ulaşan mektup şöyleydi: "Elimde kalem düşünüyorum. Bu tarifi imkânsız muzdarib günlerimizde sana ne yazayım... Sonra orada yapayalnız kıvranırken sana ne söyleyeyim. Bu kadar büyük ıstırap karşısında halâ böyle mânâsız konuşulur mu diyorum. Halbuki seni biraz oyalayabilecek, kendini unutturacak ne söyleyebilirim ki! İşte bazen kendimizden, çocuklardan, derslerinden anlatıyorum o kadar. Allah bugüne kadar sabır ve metanet ihsan eyledi. Yalvarırım sana, metin ve sabırlı ol. Huzur-ı kalp içinde olman lâzım..." Ve Berin Hanım'ın mektubu işte bu noktada kesiliyordu. İdam sehpasına çok az mesafede bulunan bir muzdarip başbakana, yetkililer eşinin birkaç satırını daha çok görmüşlerdi. Ya Adnan Menderes'in yazdığı en son mektup hangisiydi? 14 Eylül 1961 tarihli mektubunda Menderes şöyle diyordu: "Berin'im, hayatım; dün o kadar bekledim, mektupların gelmedi, hüznüm bir kat daha arttı. Bugün alırım inşallah. O dayanılmaz hasretini bir derece hafifleten, ayrıca heyecan veren, sevgini getiren, nefes alma imkânı veren mektupların... Uykumda da, uyanıkken de hep onlar beni meşgul etti, en büyük acılara onlar sayesinde katlanabildim. Binlerce teşekkür ve minnet. Görülmemiş bir sevgi ve iştiyakla güzel yüzünü öperim Berin'im." Bu mektubu yazdığının gecesi Menderes kendisine yapılan iğnenin tesiriyle komaya girdi. Bu olay "bir intihar gibi" kamuoyuna sunuldu. Menderes 15 Eylül'de komadaydı. Ama Yassıada'da görevli bulunan Üsteğmen Mehmet Taşdelen "intihar" olayının meydana çıktığı günün sabahı (15 Eylül'de) mektupları elden geçirirken, Menderes'in 15 Eylül tarihli mektubuna rastladı. Akla gelen tek ihtimal, Menderes'in 14 Eylül'de kaleme aldığı bu mektuba karar günün vakit bulamayacağı düşüncesiyle "15 Eylül" tarihini atmış olmasıydı. Mehmet Taşdelen'in not defterinden aldığımız 15 Eylül tarihli mektup şöyleydi: "Berin'im benim, 8 ve 2 adet de 10 tarihli 3 mektubunu aldım, hakikaten eşsiz ıstıraplar çektik. Benim ıstırabımın aslı sen ve siz, hasretimiz. Bir dağ başında tek başımıza olsaydık, bir ıstırabım olmazdı. Mektuplarınla her an yetiştin ve bu sayede hasretin acısına dayanabilmek imkânını bulabildim. Çocukları en derin hasret ve sevgiyle kucaklarım. Sana o kadar içten sevgi ve duygularla bağlıyım ki, böyle bir hasret ve sevgi ile seni binlerce, binlerce öperim. Biricik Berin'im benim." Rahmetlinin sürekli yanında olan Yüzbaşı Kâzım Çakır'ın bizde bulunan hatırasına göre ise, Menderes'in son mektubu 16 Eylül tarihini taşıyor: 16 Eylül 1961 saat 21.40'ta kaleme alındığı ifade olunan bu satırlarda, Menderes oğlu Yüksel'e hitaben şunları yazıyordu: "Yüksel oğlum, Mektuplarınızı muntazaman alamamanın hüznü içindeyim. Annenizin etrafında toplandınız. Çok memnun oldum. Bana teselli kaynağı oluyor. Sana, hepimize itimadım tamdır. Hakkımda müsbet düşünün. Rabbim sabır ihsan etsin. Beşerî zaaflar insanlarda mevcuttur. Söylenenlere, etrafa inanma, Herkese yardım et. Bankalardan asla tavassut etme. Bulunacağın mevkilerde inat etme, kararlı ol. Bütün bu olanlardan sonra, benim mefkûrem olan millete, vatanına varlığınla hizmet et. Ruhumla daima sizinleyim. Sizi şefkatle anıyorum. Hakkınızı bir kere daha helâl edin. Benden helâldir. Hepinize hüzün ve heyecanla hitap ediyorum. Yanınızdayım. Sonsuz, dayanılmaz, hissedilmemiş bir özleyişle ve gözyaşları ile hepinizi öperim." Bir veda mesajına ve vasiyete benzeyen bu satırlar, Yassıada'da görev yapan Yüzbaşı Kâzım Çakır'ın iddiasına göre, Menderes komadan çıktıktan sonra 16 Eylül gecesi 21 civarında kaleme alınmıştır. Menderes bu mektubu Kâzım Çakır'a 17 Eylül 1961'de, odasından ayrılmadan önce vermiştir. Yüzbaşı Çakır'ın anlattıklarına göre, Egesel, Çakır'ı Menderes'in odasına yollamış, Çakır, Menderes'e "Deniz Haztanesi'nre tedavi için gönderileceğini" söylemiş, Menderes de o sırada yüzbaşıya bir dua kâğıdı ve Yüksel'in mektubunu teslim etmiştir.