BIST 9.485
DOLAR 34,42
EURO 36,38
ALTIN 2.837,19
HABER /  GÜNCEL

Uzun geceyi kim nasıl gördü?

Tarihi MGK zirvesi uzun yıllar konuşulacak gibi. Kimilerine göre yaşananlar '30 Haziran' ismiyle siyasete girecek.

Abone ol

İNTERNETHABER- Gündem olmadığı kadar sıcak. Albay Çiçek'in tutuklanıp, 18 saat sonra tahliye edilmesi ve 7.5 saat süren MGK toplantısı gündemi hareketlendirdi.

Bu tartışmaların üstüne askere sivil yargıyı açan düzenleme eklendi. Kriz mi kaos mu değişim mi? Kimi çevreler TSK'nın yıpratıldığı görüşünde. Kimilerine göre de Türkiye'nin değişim sancısı.

Bu kadar uzun süren zirve medyada geniş yankı uyandırdı. Tarafların kıyasıya tartışması merakla izlendi. Gözler asker-sivil ilişkilerini yorumlayan köşe yazarlarına çevrildi. İşte sıcak gündeme dair bazı ilginç yorumlar..

'Siviller darbe yaptı' diyen yazar

[PAGE]



Yalçın Doğan: 30 Haziran darbesi (Hürriyet)

Ne garip, 7.5 saatlik MKG toplantısından sonra, devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınların ülkemize fayda sağlamayacağı belirtiliyor.
Ancak, gelinen noktada beyan ve yayınların ötesinde, fiili ve hukuki bir durum var. Bir tutuklama kararı var. Ve Orgeneral Başbuğun açıklamaları var.
O tutuklama kararı ile Başbuğ'un açıklaması birbiriyle fena halde çelişiyor. Beyan ve yayına gerek bırakmayacak biçimde, kendi mekanizması içinde, devletimizin kurumunu yıpratıyor. Orduyu.
AKP iktidara geldiğinden bu yana, seçimler hariç, en büyük zaferini kazanmış gibi.
Albay Çiçek'in tutuklanması ve MGK toplantısıyla noktalanan bu süreç, 30 Hazirana rastlıyor.
30 Haziran, sivil darbe günü.
Sivil-asker ilişkisinde denge artık Tayyip Erdoğan'dan yana.
Sivil-sivil ilişkilerinde ise, Erdoğan'ın zaten el atmadığı alan yok. Medya, yargı, sivil toplum kuruluşlarını ele geçirmek.
30 Haziran bu yönde en büyük adım. Ne kadar işe yarayacak, o belli değil.

Çağdaşlık ya da barbarlık arasında tercih yapılmalı diyen kim?

[PAGE]

Emre Aköz: Çağdaş uygarlık ya da barbarlık (Sabah)

Bizdeki siyasi yapının belirleyici özelliği, ordunun etki alanının aşırı genişliğidir. Ancak küreselleşme çağında, Avrupa Birliği yolunda ilerleyen bir Türkiye artık buna tahammül edemiyor.
Eğer 'demokratik hukuk devleti' olmayı gerçekten istiyorsak, bunun birinci şartı, askeriyenin sadece ve sadece asli görevi olan yurt savunmasıyla ilgilenmesidir.
Bunun için de 'yıpratılıyoruz' itirazına aldırmadan askeriyeyi sorgulayacaksınız.
 Soracaksınız: "Bütün devlet kurumlarının harcamaları Sayıştay tarafından denetlenirken, askeriyenin niye denetlenmiyor?"
 Soracaksınız: "Böyle bir askeri yargı sistemi hiçbir Batı ülkesinde yok. Peki, bizde niye var?"
 Soracaksınız: "Darbeciler Latin Amerika'da bile yargılanırken, Türkiye'de nasıl serbestçe dolaşıyor?"
Unutmayın: "Biz demokratik hukuk devleti olalım, ama askeriyenin konumuna dokunmayalım" diyemezsiniz.
Bu mümkün değil. Çünkü iki durum birbirini dışlıyor. Tercih yapmak gerek: Ya çağdaş uygarlık ya da barbarlık!

Başbuğ'a açık mektup yazan yazar kim?

[PAGE]

Şahin Alpay: Genelkurmay Başkanı'na açık mektup (Zaman)

Toplumumuzda demokrasi ve hukuk devletine yaygın sadakatsizliğin başka bir gerekçesi de, demokrasi ve hukuk devletinin tümüyle benimsenmesi halinde, bunun laikliğin ve ülke bütünlüğünün sonu olacağı iddiası. Bu iddiayı kimileri ideolojik nedenlerle, yani okullarda öyle belletildiği için, kimileri de ayrıcalıklarını koruma aracı olarak ileri sürmekte. Oysa Türkiye olarak tecrübelerimiz açıkça gösteriyor ki, yurttaşların ezici çoğunluğu din ile devletin birbirine karışmadığı, gerçek anlamda laik bir düzenden ve ülke bütünlüğünden yanadır. Asıl demokrasi ve hukuk devletinden uzaklaşıldıkça, ülke bütünlüğüne tehditler büyümüştür. Öte yandan gerek bizim gerekse başka ülkelerin tecrübeleri açıkça gösteriyor ki, laikliğin de ülke bütünlüğünün de güvencesi demokrasi ve hukuk devletidir. Sorunlara en iyi ve en kalıcı çözümler ancak demokratik hukuk devletinde bulunabilir, yanlışlar ancak böyle bir düzende düzeltilebilir.

Eğer demokrasi ve hukuk devletinin herkesi bağlamasını istiyorsak, 12 Eylül darbesinin getirdiği anayasa değişmeli; yeni bir anayasa ile gerek bürokratik vesayet rejimine, gerekse askerin özerkliğine ve siyasi rolüne son verilmeli. Çünkü askerin siyasi rolü demokrasiyle bağdaşmadığı gibi, ordunun esas görevini gereğince yerine getirmesini engelliyor, bütün milletin değil de bir kesimin ordusuymuş izlenimini doğurarak saygınlığını sarsıyor, kimi siyasilerin orduyu aralarındaki rekabette kullanmaya çalışmaları sonucunda siyaseti de yozlaştırıyor.

Son bir nokta: Demokratik hukuk devletinde medyaya düşen özel bir sorumluluk var. Medya kamuoyuna sadece sansürsüz haber ve yorum vermekle yükümlü değil. Dördüncü kuvvet olarak siyasi, idari, iktisadi güç sahiplerinin demokrasiye, hukuk devletine ve ahlaka uygun davranıp davranmadıklarını denetlemek zorunda. Bu görevi yerine getirmesi hiçbir şekilde "asimetrik psikolojik harekat" olarak nitelenemez. Saygılarımla.

Rejimin bekçisi polis mi asker mi?

[PAGE]

Nuray Mert: Rejimin koruyucusu kim? (Radikal)

Bu soruyla karşılaştığında ve mevcut koşullarda, insanın, fıkralardaki gibi, ‘Vallahi ben değilim!’ deyip işin içinden sıyrılası geliyor. Daha doğrusu, ben birkaç günlüğüne Türkiye’den ayrıldığımda hava bu idi. ‘Rejimi koruyup kollamak’ netameli bir işti. Oysa, belli ki, iki-üç günde çok şey değişmiş, doğru cevap, ‘polis’miş!
Ben yokken rejim meselesi, yine tartışma konusu ve de dillerde nağme olmuş. Başbakanımız, Emniyet Teşkilatı’nın bir açılış töreninde, teşkilatın rejimin güvencesi olduğu türünden bir açıklama yapmış, konu böyle açılmış. Medya mensupları büyük Türk aydınlarının görüşlerine başvurmuş, herkes kendi meşrebine göre, konuşmayı yorumlamış. Dün itibarıyla, benim gazetelerde karşılaştığım tablo bu idi.
Kimsenin aklına, ‘devlet büyükleri’ böyledir, açılışlarda, o teşkilatı öven konuşma yaparlar, bu konuşmaların derin anlamları yoktur’ gibi bir ihtimal gelmemiş. Gelememiş, çünkü, ‘rejim’ konusu hassas bir konu. Diğer taraftan, askerle gerilime karşın, hükümetin emniyet teşkilatı ile ciddi ‘uyum’ içinde olması söz konusu. Başbakan’ın konuşmasının tartışma nedeni olması, belli ki bu nedenden.
İlginç olan veya hiç ilginç olmayan, bazı büyük Türk demokratlarının, “Öyle şey olur mu? Bu anlayışın sonu polis devletine kadar varır, Başbakan öyle demek istememiştir herhalde” demek yerine,
“Evet, öyledir, asker dış düşmanla, polis suçluyla mücadele için vardır” gibi açıklamalara girişmişler. Bazıları, “Başbakan haklı, aksi düşünen militer zihniyettir” diye devam etmişler. 
Aslında, çok da haksız değiller, otoriter ve totaliter devletlerin çoğu, polis baskısı ile ayakta kalır, bu tür ülkelerde polis ‘rejimin bekçisi’dir. Bizim demokratların birçoğu, demokrasi için asker dışında hiçbir tehlike tanımadıkları için, onlar için belli ki polis devleti veya sivil diktatörlük gibi bir sorun yok.

Gerilimi roman tarzında ustalıkla işleyen yazar

[PAGE]

Can Dündar: Uzun günün kısa romanı (Milliyet)

Bu yazıda anlatılanların, gerçek kişi ve olaylarla ilgisi yoktur

Ankara’da komplo
“Bu kâğıt parçası bizde hazırlanmamış. Bize karşı kurulan bir komplonun ürünü” dedi üniformalıların başı...
Siviller, inanmayan gözlerle dinlediler. Onlara göre asıl üniformalılar içinde kendilerine karşı komplo kuranlar vardı.
Üniformalılar, bunları yakalayıp yargılamıyordu. “Öyleyse biz yargılayalım” diye düşünmüşler ve bir gece yarısı hamlesiyle darbeci üniformalıları sivillerin yargılamasına kapı aralamışlardı.
Baş üniformalı, “Bu, Anayasa’ya aykırı. Bize danışmadınız” diye itiraz etti.
Başköşedeki sivil, “Siz darbede beni içeri alırken bana danışmış mıydınız?” diye geçirdi içinden...

Yine İstanbul’da...
Albay, 6 saatlik sorguya rağmen yorgun değildi. Psikolojik harp eğitimi almıştı; bunlar ona dokunmazdı.
Ankara’nın kendisini sivillerin elinde bırakmayacağını düşünüyordu.
Daha birkaç gün önce askeri savcı tarafından suçsuz bulunmamış mıydı? Ne cüretle şimdi bir sivil tarafından sorgulanıyordu?
“Örgüt üyeliğinden tutuklanmanızı isteyeceğim” dedi saçları dökülmüş adam...
“Ben askerim. Beni tutuklayamazsınız” dedi Albay...
Oysa işler, önceki gece değişmişti.

Terleme sırası
Ankara’daki toplantının 7. saatinde içeri giren bir asker, baş üniformalıya bir mesaj iletti:
“Tutuklama istemiyle mahkemeye sevk ediyorlar. Arz ederim” yazılıydı.
Üniformalı, “Nasıl olur? Ne yapmaya çalışıyor bunlar” dedi içinden; belli etmedi.
Az sonra bir sivil görevli, aynı haberi karşı sıranın başındakine iletti. Bıyıklı adam notu okuyunca içinden, “Asıl komplocu kimmiş, şimdi çıkacak ortaya” dedi.
Yıllar önce onun koltuğunda oturan hocasını terletenleri terletiyor olmanın keyfiyle gülümsedi.
Devam edecek...
En uzun günün sonunda Ankara’da kırmızı plakalı siyah arabalardakiler “Darbeci askerleri siviller mi yargılasın, askerler mi?” tartışmasını bitiremeden tarihi köşkün kapısından çıkarken aynı saatlerde “darbeci örgütün üyesi” olmaktan tutuklanan Albay, İstanbul’da sivil bir minibüsün arka koltuğunda cezaevine doğru gidiyordu.
Toplantıdan eve dönen askerler “Türkiye elden gidiyor” diye düşündü. Toplantıdan eve dönen siviller “Türkiye normalleşiyor” diye düşündü.
O gün, Türkiye’nin savaş yıllarındaki kadar küçüldüğü açıklandı.

İki ihtimali de ürkütücü bulan yazar kim?

[PAGE]

Ergun Babahan: İki ihtimal de çok ürkütücü (Star)

1- İlk olarak Ergenekon üyesi olma suçlaması, arkasına 35 generali alarak Albay Dursun Çiçek’i savunan Orgeneral İlker Başbuğ’u çok zor duruma soktu.

Askerler darbeci olsa bile askeri mahkemelerde yargılanmalı tezi çöktü. Askeri mahkemelerin darbe ve cunta girişimlerini ortaya çıkarmakta yetersiz kaldığı görüldü. Bu gelişme, bu tip faaliyetlere karışan askeri personelin rütbesi ne olursa olsun, sivil mahkemede soruşturulup yargılanması gerektiği gerçeğini gösterdi.

Baykal’ı küplere bindiren son yasa değişikliğinin Albay Çiçek için yapıldığı yolundaki tez de kendiliğinden göçtü.

Sivil yargının Genelkurmay Başkanı’ndan talimat almayacağı görüldü. Dilerim kimseden alamıyordur!

Türkiye’de demokratik olgunluğun 30 Ağustos’ta generallik bekleyen 9 albayın sorgulanıp birinin bir gün için de olsa tutuklanmasına varacak ölçüde geliştiği kanıtlandı.

Bunlar etkisi uzun vadede görülecek sonuçlar. Bir de işin can alıcı bir soru kısmı var.

MİT’in, Emniyet istihbaratın bildiği gelişmelerden, Silahlı Kuvvetler’in istihbaratın haberi yok muydu?

1960 darbesinin ardından, emir-komuta zinciri dışında darbe yapılmasını ömlemek için sıkı bir iç istihbarat yapılanması kurulduğu biliniyor.

‘İrtica’ yanlısı subay ve astsubayları anında tesbit eden bu istihbarat sistemi acaba sivil istihbarattan geride mi kaldı?

Yoksa, cunta yapılanmasını tesbit etti de, bu bilgi Orgeneral Başbuğ’a iletilmedi mi?

Ya da iletildi de, komuta kademesi gereğini yapmak yerine Albay Çiçek’e sahip çıkmayı mı seçti?

Gelişmeleri olumlu gören yazar kim?

[PAGE]

Ali Bayramoğlu: İpler kimin elinde? (Yeni Şafak)

1. Sivil alanın genişlemesinde, askerin politik rolüne ilişkin meşruiyet zeminin daralmasında yeni ve önemli bir aşama yaşanıyor.

2. Bu aşama kaçınılmaz bir güç mücadelesi içeriyor. Bu, devlette gerginlik olarak tabir edilen, değişim-direnç hattında ortaya çıkan doğal bir çatışma…

Bu iki gelişme nasıl seyredecek?

Soru bu…

Önce şunu bir kez hatırlamakta yarar var:

Bu kez karşımızda sadece yürütme-idare, hükümet-askeri bürokrasi çatışması ve meselesi yok. Devrede olan meşruiyet açısından eksiksiz şekilde bir yargı süreci ve bir yasama süreci var.

Genelkurmay Başkanı'nın kamuoyu önünde veya kapalı kapılar ardında ya da “mehmetçik gazeteciler” üzerinden yaptığı çıkışlar, yönlendirmeler, güçler dengesini tek başına belirlemiyor, siyasi ray değişikliklerine yol açmıyor.

Başbuğ'un tüm gayretlerine rağmen, darbe belgesini kâğıt parçası ilan etmesine rağmen ilgili albay tutuklanıyor, yasama süreci devam ediyor.

Özetle askerin hareket alanı daralıyor.

Bunun en açık kanıtı Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerin haber yapış tarzında gizli.

Aslında son iki gündür elinde başka kriz cihazı ve meşru “taş” kalmayan merkez medyanın “Başbakan tekrar düşünsün, Gül yasal değişikliği veto etsin” vari analiz-talepleri gözden kaçmayacak kadar açık.

Sivilleri bu kez daha dikkatli bulan Ruşen Çakır neleri işaret etti?

[PAGE]

Ruşen Çakır: Sivil 28 Şubat süreci (Vatan)

Kimileri inanmıyor ya da inanmak istemiyor ancak kendimi yaşanan bütün bu süreci tüm yönleriyle anlamaya ve tarafsız bir şekilde anlatmaya çalışan bir gazeteci olarak görüyorum. Bazıları da benim gibi tarafsızların yanlış yaptığını ve kendilerinin karşısındakilerin ekmeğine yağ sürdüğünü düşünüyorlar, yanılıyorlar. Zira onlar kendi davalarına her ne kadar ulvi hedefler atfetseler de bütün bu olup bitenleri “müthiş bir iktidar mücadelesi” olarak görüyorum.

Siviller daha dikkatli

Bu parantezi kapatıp 28 Şubat ile 30 Haziran süreçlerini kıyaslayalım: Günümüzde yaşananlara “sivil 28 Şubat” dememin temel nedeni, inisiyatifin bariz bir şekilde askerden sivillere geçmiş olması. Özellikle Gül’ün Köşk’e çıkmasıyla birlikte hızlanan yeni sürecin, geçmiştekine kıyasla en belirgin farklarından biri, sivillerin cüret bakımından 28 Şubatçı generallerden pek de geri kalmamaları ancak onlara kıyasla çok daha dikkatli, temkinli ve sistematik bir şekilde yol alıyor olmaları. Benzerlik deninceyse akla, dün askerlerin arkasındaki olduğu “halk desteği”ne günümüzde Gül-Erdoğan ikilisinin de sahip olması. Yine dün medyanın çoğunluğunun TSK’nın (yani güçlü olanın) çizgisinde seyrederken bugün de çoğu olmasa bile önemli bir bölümü siyasi iktidarı alkışlıyor. Bu arada, sivil iktidarın kendilerinden olmayan kesimlerin (liberaller, bir kısım solcular, Kürt hareketinin bir bölümü, AB başta olmak üzere Batı...) desteğinden geniş bir şekilde yararlandığını ama asla onların kendilerine dayatmak istediği gündem ve yol haritalarına itibar etmediklerini söyleyebiliriz.

Cemaat boyutu

30 Haziran sürecinin belki de en önemli farkı, kavganın sanıldığı gibi iki (AKP ile TSK, dolayısıyla onlara destek olan çevreler) kutup arasında seyretmemesi. 2 Nisan 2007’de “Özellikle son iki yılda yaşananlar Türkiye’de iktidar çekişmenin iki değil üç ana aktörü olduğunu ortaya koyuyor: AKP hükümeti, TSK ve Fethullah Gülen cemaati” diye yazmıştım. Bu iddiamı bugün de koruyorum. Ve o zaman da belirttiğim gibi, Gülen cemaatini basit bir şekilde “AKP’ye destek veren gruplardan biri” olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Bu cemaat, ne zamandır, kendi geleneklerine aykırı bir şekilde bütün yumurtalarını AKP sepetine koymuş olmakla birlikte, kendi bağımsız gündemini ve hedeflerini koruyor. AKP’nin de, doğal olarak Gülen cemaatine daha yakın olduğu varsayımı tam olarak doğru değil. Cemaatin desteğinden ve attığı bazı adımlardan hoşlanıyor ve yararlanıyor olabilirler ama özellikle Erdoğan ile Gül gibi isimlerin cemaate tam olarak güvendiklerini söyleyemeyiz. Org. Başbuğ’un geçen haftaki basın toplantısının ardından “asıl kavga şimdi başlıyor” demiştim. Önümüzdeki günlerde, inişli çıkışlı bir grafik izlemekle birlikte kavganın daha da tırmanacağını, kenarda duruyor gözüken üçüncü başrol oyuncusunun da isteyerek ya da zorla dahil olacağını düşünüyorum.

Taşgetiren'e göre dönüşü olmaya bir yola girildi

[PAGE]

Ahmet Taşgetiren: Dönüşü olmayan yol (Bugün)

MGK'nın yapılacağı salı günkü yazım, "Bu MGK'nın 28 Şubat MGK'sına benzemeyeceği" tezini işliyordu. "Olmaz, çünkü..." diye başlıyor, geniş izahları ile birlikte şunları sıralıyordu:

-Türkiye o Türkiye değil.

-MGK o MGK değil.

-MGK'ya başkanlık eden Cumhurbaşkanı aynı Cumhurbaşkanı değil.

-MGK'ya katılan hükümet tarafı aynı hükümet tarafı değil.

-MGK'ya katılan askeri kadro, o günkü askeri kadro değil.

-Türkiye'nin dünya ilişkileri aynı ilişki değil.

-Siyasi iktidarın dünya ile ilişkileri de o günkü siyasi iktidarın ilişkilerinden farklı.

-Medya aynı medya değil.

-İş dünyası aynı iş dünyası değil.

-Sivil toplum kuruluşları aynı sivil toplum kuruluşları değil.

-Yargı 28 Şubat dönemi yargısı değil.

-Son olarak... "Bugünkü MGK'yı 28 Şubat MGK'sına benzetmek, Türkiye'ye ne kazandırır?" sorusunun tek müspet cevabı yok."

30 Haziran MGK'sı yapıldı, evet uzun sürdü. Uzun MGK'dan sonra deyim yerindeyse bir özel MGK daha toplandı. Anlaşılıyor ki, gerilimli geçti. Ama aynı saatlerde Türkiye, Genelkurmay Başkanı'nın Askeri Mahkeme korumasına aldığı sanılan Albay Dursun Çiçek hakkında İstanbul'da sivil mahkeme tutuklama kararı verdi.

İşte bu "Yeni Türkiye"dir.

MGK'dan yapılan açıklamada, "Devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin telkin ve düşünceler dile getirilmiş, bu tür faaliyetlerin ülkemize bir fayda sağlamayacağı teyit edilmiştir" denildi.

Herhalde bu cümle, içerideki sivil ve asker tarafların en çok buluştuğu konunun ifadesidir. Devlet kurumlarını yıpratma eylemi karşısında böyle bir birliktelik de yadırganmaz. Ancak, devlet kurumlarının nasıl yıprandığı-yıpratıldığı sorusunun cevabı, insanların durduğu yere göre değişiyor.