Türkiye'yi savunduğu için partisinde topa tutuldu...
Abone olİnternethaber - Dilek Yaraş
Yirmi yıldır İsveç’te yaşayan Sermin Özürküt, TRT-DER genel sekreteri olan eşi Yaşar Özürküt’ün 12 Eylül darbesi sonucu İsveç’e sığınması; kendisinin de göz altına alınması ve 1402 yasayla işten atılmasından sonra oğulları Koray ve Kerem ile birlikte İsveç’e gider.
Türkiye’de iken İlerici Kadınlar Derneğinde, İş Müffetişleri Derneğinde çalışan Sermin Özürküt, İsveç’e göçtüğü zaman da aynı çizgiyi sürdürmek ister ve Uluslararası Barış ve Özgürlük Kadınlar Federasayonunda yönetim kurulu üyeliği yapar. 1991 yılında, İsveç Sol Partisi listesinden bağımsız sosyalist aday olarak belediye meclisine girer ve uzun yıllar boyunca belediye meclis üyesi olarak görev yapar. 2002 yılındaki genel seçimlerde ise olarak parlementoya girer ve dört yıl yıl boyunca milletvekilliği yapar.
İsveç parlementosuna giren ilk Türk olmanın yanı sıra kendi partisinin tarihinde de ilk 'göçmen kadın milletvekili' sıfatını kazanan yılların deneyimli politikacısı Sermin Özürküt ile sol partilerin son seçimdeki hezimetinden, AB’ye ilginizi çekeceğini sandığım bir söyleşi yaptık…
Sol partilerin son seçimlerde hezimete uğramasının nedeni neydi?
Bunun en büyük nedeni bence tutarsızlık ve seçmenin ’sol’a olan güvenini kaybetmesi. Sol derken, bence sosyal demokratları düşünmek gerekiyor. İktidardaki Sosyal Demokrat Parti, izlenen AB politikası’nı halka anlatmadı. Seçim kampanyalarında iktidardayken yerine getiremediği sözleri -işsizliği önleme gibi- yineledi ve de sağ bloka karşı artık eskimiş olan “kurt geliyor” taktiğini kullandı.
Sol Parti’nin oy kaybı ise hükümete destek vermesinden ve sosyal demokrasiye karşı kendisini profile edememesinden kaynaklanıyor.
Yenilgideki ikinci neden de örgütsel tutarsızlık. Sol partiler, kendi dışındaki ülke ve uluslararaı örgütlere profesyonalizm, şeffaflık dersleri verirken kendi parti örgütlerini tam tersine yönetme eğilimi içine girdiler. Sosyal demokratlarda epeydir işlemeyen parti içi demokrasi ve elit bir klik yönetimi, sol partiye de bulaştı. Yapıcı eleştirinin yerine adam sendeciliği ve de seçimle gelen karar mekanizmalarının yerine parti başkanı ile yakın çevresinin sultasını yeğlediler. Böylece, karar mekanizmalarında aşı ve işi dışında politik sancısı olmayan, tekkeci mantıkla hareket eden robot beyinler kaldı.
Siz neden aday olmadınız bu seçimde?
Parti’nin taban örgütlerince aday gösterildim fakat, seçim kurulunda adım tartışmaya açıldığı için de seçim kurultayına gitmedim. Böylece, seçim listesine girmedim ve politikaya ara vereceğimi bildirdim.
Adınızın -seçim kurulunda- tartışmaya açılmasının gerekçeleri nelerdi?
Birinci gerekçe: Partinin meclis önergelerine –Türkiye’yi çifte standardlı bir zemine oturttuğu, bir Orta Doğu ülkesi olarak gösterdiği gibi nedenlerle- imza atmayışım.
İkinci gerekçe: Türkiye’nin devlet yapısını -hem de BM tüzüğüne karşı çıkarak- sorgulayan bir parti kongre teklifine muhalefet şerhi koyuşum.
Üçüncü gerekçe: AB komisyonunda Türkiye ile müzakerelerin başlaması kararına partim adına muhalefet şerhi koymamam.
İsveç’teki Türkler ’’lobicilik’’ yapabiliyorlar mı?
Türklerin altmışlardan bu yana İsveçe gelmelerine karşın, benim ilk etnik Türk olarak meclise girdiğim düşünülürse pek etkin lobicilik yapamadıkları anlaşılıyor. Yaptıklarında da Türkiye’nin kötü imajını pekiştirecek şekilde yapıyorlar sanırım.
Kürt, Süryani ve Ermenilerin lobiciliği nasıl?
Çok yoğun. Milletvekillerine, her dış politika olayında anında yorum yazıları gönderiyorlar, ziyaret ediyorlar. Kamuoyuna açık tartışmalar düzenliyorlar.
Kürt ve Ermeni sorunları konusunda İsveç'teki son durum nedir?
Partiler,Türkiye’ye varolmayan bölgeler dayatan kavramları politik terminolojilerinden çıkardılar artık. Ancak, basın-yayın organları hâlâ pehlivanlar gibi ”eski tas eski hamam” mantığını sürdürüyor.
AB, İsveç politikasını nasıl etkiliyor?
AB’nin dayattığı kararlar ve yönetmelikler; meclis kararı olmadan, muhalif partilere danışılmadan; karşı görüşler, -bakanlar düzeyinde bile olsa- hiç dikkate alınmadan yürütülüyor. Dış politika AB doğrultusunda biçimleniyor. Bu, geleneksel İsveç dış politikası açısından büyük bir sancıdır. Halk da AB’ne karşı çok tepkili.
Peki, İsveç solu neden destekledi AB’yi?
AB'nin, ABD’ye karşı çıkabileceği umuduyla solun büyük bir kısmı buna ’evet’ dedi. Oysa, AB oluşumunun asıl nedeni ekonomikti. Çok uluslu şirketlerin yüzde elliden fazlası Amerikan kaynaklı olduğu ve Avrupa’daki şirketler de bunlarla içiçe olduğu için AB ülkeleri ABD’ye karşı çıkmayacaklardı. Bu da süreç içinde doğrulandı.
Yani, Avrupa ülkeleri ABD’nin oyununa mı geldi?
ABD süper güç olarak şunu yaptı: ’’Her kafadan bir ses çıkan bir Avrupa yerine, tek bir güçle uğraşmak istiyorum’’ dedi. Dolayısıyıyla Avrupa devletlerinin 'tek' sesliliği Amerika’nın ekmeğine yağ sürüyor. AB anayasa taslağı, ortak dış politika amacını da bu nedenle öne çıkarıyor zaten.
Irak olayında çok net yaşadık bunu. Fransa biraz mızmızlanır gibi yaptı ama masa altından pazarlıklara girişti. Hâlâ da Lübnan, Ürdün ve Suriye’de bunu yaptığı inancındayım. Çünkü, o bölgelerdeki Fransız parmağı mühtiş.
Fransa'ya göre Amerika’nın politikası çok daha namusluydu. Çünkü; hiç olmazsa ’vuruyorum’ dedi ve vurdu. Yani, açık oynadı. Kendi insanı da öldü.
İsveç’in tutumu neydi bu konuda?
İsveç, bu konuda oldukça masum. Çünkü, o taraflarda sömürgeci etkinlikleri olmamış hiç. Sadece büyük ülkelere ve savaş olan yerlere silah ticareti yapan bir ülke. Bunu da açık açık yapıyor, hiç saklamıyor. İsveç’in çok gelişmiş bir silah endüstrisi var ve bu göbekten ABD’deki teknolojik gelişmeye bağlı. Yani ABD bugün İsveç’e, ’’şunu kesiyorum’’ dediği an İsveç’in silah sanayisi büyük sekte yer.
O zamanki Dışişleri bakanı Anna Lindh’in tavrı ’’BM, Irak’a müdahale edilmesi gerekir diye karar alırsa ona uyarız.’’ biçimindeydi…
Bu müthiş aymaz ve korkak bir görüştü. Birleşmiş milletlerin varlık nedenine ters olan ABD saldırısını açık ve net reddetmekten kaçındı İsveç hükümeti.
Bu işgale ’’kesinlikle hayır’’ diyen bir tek Sol Parti oldu. Bu çizgimiz ile ABD’nin demokrasi havariliğine safça inanan Arap ya da Kürt kökenli Iraklıları da karşımıza aldık. Gelişmeler bizim görüşümüzü doğrulayınca onlar da anladılar işin iç yüzünü.
İsveç’in ’azınlık’ kavramına bakışı nasıl?
Avrupalı’nın ’ulusal azınlık’ kavramı Türkiye’de yanlış anlaşılıyor. Örneğin, ’’Kürtlere ulusal azınlık,’’ dedikleri zaman‚ ’'Türkiye sınırları içindeki Kürt azınlığı’’ demek istiyorlar. Kürt ulusunun azınlığı değil yani.
Avrupa’nın yanlış anladığı kavramlar yok mu peki?
Olmaz mı… Atatürk’ün en önemli sözü ’’Ne mutlu Türküm diyene!“ . O, bunu derken ’’Etnik kökenini fazla kafaya takma, şu sınırlar içerisinde ve barış içinde burayı ülke haline getirelim.’’ diyor.
Ama buna ’’Etnik Türk demek istedi,’’ diye karşı çıkıyorlar Avrupa’da. Hayır... Atatürk bunu demiyor. Avrupalılar saptırıyorlar. Nasıl Türk kökenli İsveçli, Fransız kökenli ingiliz oluyorsa, Ermeni kökenli Türk de olabilir, Kürt kökenli Türk de…
Türkiye’deki ’bölünme’ endişe ve tartışmaları İsveç’ten bakınca nasıl görünüyor…
Bölünme fobileri çok tuhafıma gidiyor. Öyle ilginç ki; adamın biri bir harita yayınlıyor ve Türkiye’de olay oluyor. İnsanlar, ’ilericilik adına’ olurluğunu olmazlığını’ tartışıyorlar bunun. Bir konunun tartışılıyor olması onda kuşkular olduğu anlamına gelir. ’’Bölünmez.’’ der çıkarsın işin içinden. Niye tartışıyorlar ki?...
Siz böyle dediğiniz zaman bazı çevreler tarafından -devlet ağzıyla konuşmakla- suçlanırsınız ama…
Peki, ’’Devlet hep yanlıştır,’’ mantığı nereden geliyor ? Doğruya, sırf devlet diyor diye yanlış mı diyeceğiz? Bu, denilenden çok diyene bakarak görüş mahküm etmektir ve demokratik olmayan bir yaklaşım tarzıdır.
Siz, ulusal devletlerin sınırlarının korunmasından yanasınız yani…
Çağımızdaki bölünme senaryoları, eski Yugoslavyanın parçalanması ile uygulamaya konulup Irak’ın işgali ile sürdürülen bilinçli bir ABD ve müttefikleri politikasıdır.
Ben, ulusal devlete 'sosyalist' bir insan mantığıyla bakıyorum. Yani, ulusal devleti, geliştirilmesi gereken bir mekanizma olarak ve hesap sorulacak, hak aranacak kurumları olan bir merci olarak görüyorum. Ulusal devleti geliştirecek olan da o devletin sınırları içerisindeki halktır. Bunu da ancak örgütlenerek yapabilirler. Her an savaş endişesi içindeki bir halk, hangi kadın ya da işçi örgütlenmesini yapabilir? Sınırlara saldırıldığı zaman yaşama hakkı ortadan kalkar.
Ayrıca, bir çok devletin sınırları kanla yazılmış. Kanla yazılırken de bir tek etnik grup savaşmamış. Bu, özellikle Türkiye açısından böyle. Osmanlı imparatorluğunun kapsadığı ülkelerden bir yığın insan Anadolu’ya gelip bu toprakları kanlarıyla canlarıyla savunmuşlar. Şimdi bu sınırlarla oynamak yine aynı kanı yaratmaz mı?
Ben bunları savaş yanlısı bir insan olmadığım, barış yanlısı olduğum için söylüyorum. Çünkü, barış olmadığı zaman zaten demokrasi ve insan haklarından bahsetmek mümkün değil.