Türkiye'nin sınırları daha geniş olurdu
İlber Ortaylı'nın 'Yakın Tarihin Gerçekleri' kitabı, 19 ve 20. yüzyıla dair tartışılan konulara farklı bir bakış sunuyor...
Abone olTarihçi İlber Ortaylı, Timaş Yayınları'ndan çıkan son kitabı Yakın Tarihin Gerçekleri'nde Türkiye'nin gündeminden düşmeyen konuları masaya yatırıyor.
Ortaylı'nın tezlerinden bazıları şunlar: "Trablusgarp Savaşı'nda Türk komutanlar etrafı şaşırtacak derecede etkin örgütçü, eğitimci ve her şart altında savaşçı olduklarını gösterdiler. Balkan Savaşları'ndaki yenilgi; İngiltere ve Fransa'da Türk savaş gücü hakkında yanlış değerlendirmelere neden oldu. Bu yanılgıya Türkleri iyi tanıyan Almanya ve Avusturya kurmayları düşmedi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türk toplumu kaosu ve yeni bir dünya savaşını değil, Milli Mücadele'yi tercih etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçi akımlar sayesinde dağılan tek imparatorluk değildi; fakat ne Rusya, ne de Avusturya-Macaristan'da ulusalcı akımlar bu derecede aktif ve silahlı eyleme dönüşmüştü."
KİTAPTAN SEÇİLMİŞ BÖLÜMLER:
Ayastefanos'u kabul etseydik sınırlarımız daha geniş olacaktı
93 Harbi başlarken biz hiçbir şekilde halkına güvenemeyeceğimiz bir yeri vermemek için Karadağ'a kahramanca girdik. Güvenemeyeceğiniz ve elinizde kalmayacak olan ufak bir parça için Rus Savaşı'na giriyorsunuz. Mesele sadece o da değil. Aslında biz Ayastefanos'u kabul etmiş olsaydık, sınırlarımız bugünkünden gene daha geniş olacaktı.
Fakat o günün havası şüphesiz farklıdır ve tarihe bu minval ile bakmak lâzımdır. İttihatçıların harbe giriş sebepleri arasında çok milliyetperver ve büyük ideallere sahip oluşları, hem de hiçbir zaman özgüvenleri olmayan ve kendilerini değerlendiremeyen bir ekip olmaları yatmaktadır. Yani aslında savaşa girmezlerse birileri gelip onları parçalayacak korkusuna sahiplerdi.(sf.74)
Resimli Osmanlı Tarihi okuyarak konuşuyorlar
Benim Türk aydınına sürekli söylediğim bir şey var; Osmanlı mirasını reddetmek ya da benimsememek gibi bir lüksümüz, dahası böyle bir tercih hakkımız yok. Yüzyıl öncesini okumamız, geçmişle diyalog halinde olmamız gerekir. Bugün bazıları "Resimli Osmanlı Tarihi" okuyarak ahkâm kesiyor. Tarih bilgisi bu düzeyde olan insanlar, Türkiye'de Osmanlı mirasını tartışamaz. Tartışılırsa da bugün içinde bulunduğumuz düşünsel hercümerce düşeriz.(sf.96)
Bulgar çiftçilerini model aldık
Bizde Bulgaristan'a karşı bir hayranlık söz konusuydu. Bulgaristan'da bir kongre olmuştu ve Yalçın Küçük bu konu üzerinde durarak "Köy Enstitüleri'nin modeli Bulgar Çiftçi Hareketi'dir" demişti, doğrudur. Çok uzak bir model olduğu söylenemez. Nedense bizde Bulgar eğitim modeline böyle bir hayranlık vardır. Bunu tatbik etmeye çalışıyorlar ve tabii ki bu da düşünüldüğü kadar kolay bir şey değil. İttihatçıların ilk zamanlarında Ahmet Şerif Bey Anadolu'yu gezerek röportajlar yapmıştır (Bu röportajlar Anadolu'da Tanin adıyla kitap haline getirildi.) Gezi sırasında kendisi çoğu okula gittiğini ve nereye giderse gitsin mutlaka Ermenilerin iyi okullarıyla karşılaştığını belirtiyor; fakat diğer tarafta Müslümanlarınsa okulu yok, olan okulların da pek iyi olmadığını üzerine basarak belirtiyor.(sf.103-104)
Kurmay subaylar açık konuşmaz
Atatürk yapı olarak sinirli bir adamdır. Belirli bir dönemden sonra haşin davranmış olabilir ama kurmay subaylar üslup olarak hiçbir zaman çok açık konuşmazlar. Üslupları çok ölçülüdür. Yani bizim alıştığımız politikacıların, bürokratların üslubu gibi değildir. Bürokrasinin üslup kaybına uğradığı günümüzde bu bilhassa hissediliyor. O günün kurmayı ile Ankara bürokrasisinin herhangi bir adamı arasında dağlar kadar fark vardır.(sf. 107-108)
Atatürk'te hayalci bir lider tipi yok
İlber Ortaylı, Atatürk'ün dine bakışıyla ilgili şunları söylüyor: "İç dünyasını hiç merak etmiyorum. Zaten kimse de ne kadar dindar, ne kadar değil bilemez. Yalnız şunu belirtmek gerek, Atatürk uçuk biri değildi. Dine karşı olacak, pozitivizm uygulayacak, bunlar gülünç şeyler... Tutun ki daha muhafazakâr biri olsun. Zannediyor musunuz ki her yerde tekkeleri besleyecek, her gün bir yerde cami yaptıracak? O karakterde birinden bu beklenemez. Çünkü realist düşünüyor, kendisinde hayalci bir lider tipi yok."(sf.112)
Tanzimat bürokratlarının becerilerini gösteren iki belge
Temel anayasal hakları birbiri ardından bahşeden, bu konuda çağına göre Müslüman ve gayrimüslimler arasında esaslı bir eşit statü getiren 1856 Islahat Fermanı ile daha evvelki 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı'nı anayasal belgeler olarak saymalıyız. Bu ikisinin hazırlanışı öyle uzun boylu tartışmaların ve kalabalık heyetlerin katılımıyla olmadı. Bu fermanlar, Tanzimat bürokratlarının becerilerini ve ihata (geniş bilgi ve anlama) kabiliyetlerini gösteren iki belgedir. (sf. 130)
Ruhları okşayan kavram
Yeni Osmanlıcılık bir müddettir Türkiye dış siyaset değerlendirmelerinde, daha çok orta şekerli vatandaşın ruhunu okşayan bir kavram olarak geziniyor. Azınlıkta kalan ve tarihi radikal bir biçimde "laik ve cumhuriyetçi" olarak niteleyenler bu gibi eğilimlerden pek hazzetmezdi.
Şimdi ise etnik milliyetçiler de bu gibi kavramlardan rahatsız olduklarını söylüyorlar. Ama şurası bir gerçek, yeni-Osmanlıcılık sözü bu çevrelerde dahi bir endişe ve heyecandan çok, laklakiyat konusudur. (sf. 169)
Nerede o Osmanlı?
Filistin'in karışık tarihinden daha karışık olan bir hukuki geleceği söz konusu. Burada hukuki yapı sakat vaziyette... Birleşmiş Milletler organları, Uluslararası Adalet Divanı hiçbir zaman kesin hükümler verecek bir statüde değil. Sadece mütalaalar söz konusu, bağlayıcılık yok. Özetle klasik bir çözülmezlik içindeyiz demek yanlış olmayacaktır.
Tragedya zaten çözülmezlik demektir. Durum bir çözülmezlik unsuru üzerine gidiyor. Bakalım insanlığın görüşü bunu ne kadar değiştirebilecek? Herhalde çözülmezliğin getirdiği sorunlar iki taraf için de geçerlidir.
1967'de de bize Meydan-ı Ekbez'den bindiğimiz trendeki ihtiyar Araplar "Ah nerede o Osmanlı!" diye yakınıyorlardı. Cevabı düşündürücüdür. Acaba o Osmanlı'yı kim kovaladı, bizimle beraber mi kovalandı; bilemiyoruz. Beşeriyet böyledir; önce gerekli olanı kovalar, sonra onu arar.(sf.204)
30 senedir ödenmeyen borç
Hiç şüphe yok ki Demokrat Parti'nin 1950'li yılların ortalarında başlattığı çılgın imar bütün kültür tarihimiz için bir kara sahifedir. O devirde yıkılan beş adet Mimar Sinan camiinin ikisi 1980'lerde Millet Caddesi üzerinde alakasız bir yere başarısız kopya olarak yeniden yapıldı ama kaybettiğimiz eserler için bir fikir verebilirler.
Tahribat muhtelif dönemlerde muhtelif biçimlerde sürdürüldü. Dolmabahçe Sarayı'nın tepesine kondurulan Swiss Otel bunlardan biridir. Birçok kimselere ve bana göre pek bir şeye benzemeyen bu yapı şimdi satışa çıkarılıyormuş. Derhal alınıp tahrip edilmesi ve Dolmabahçe'nin üzerinde her bakımdan yük olan bu münasebetsizliğin ortadan kaldırılması gerekir. Belki pahalıya mal olacak ama 1980'lerdeki görgüsüzlüğümüzün bedelini 30 sene sonra ödemek bir borçtur.(sf.242-243)