Türkiye'de son dönemde özellikle atletizmde tespit edilen doping olaylarının arka planını ve bu olayların İstanbul'un 2020 olimpiyat oyunları adaylığına olası etkilerini Cüneyt Kazokoğlu yazdı.
Abone olTürkiye’de spor gündemini düzenli aralıklarla yoklayan doping sorununun vehameti geçtiğimiz haftalarda açıklanan rakamlar ve son olarak atletizm odaklı haberlerde bir kere daha, hasıraltı edilemeyecek şekilde ortaya çıktı.
Türkiye’ye olimpiyatta atletizmde tarihinin ilk altın madalyasını kazandıran ve Avrupa şampiyonu ’tan sonra aralarında 2004 Atina oyunlarında ironik bir şekilde kendisinin önündeki atletlerin dopingli çıkmaları sonucu dördüncülükten gümüşe yükselen Eşref Apak da dahil olmak üzere, isimleri kısmen açıklanmayan 30’dan fazla atlet dopingli çıtı.
Popüler tabirle söylemek gerekirse 'şok edici' rakamların arkasında iyimser olmayı mümkün kılan, doping kontrol sistemlerinin nihayet verimli bir şekilde çalışmaya başladığı gerçeği.
Dünya çapında uyumlu dopingle mücadele Ekim 2005’te UNESCO tarafından yürürlüğe sokulan “Sporda Dopinge Karşı Uluslararası Sözleşme” ile başladı. Türkiye, bu sözleşmeyi Haziran 2009’da imzaladı ve sporda dopingle mücadele sistemini Dünya Anti-Doping Ajansı (WADA) standartlarına çekeceğini taahhüt etti.
2007 yılında 'kurulur gibi yapılan', fakat gerçekten bağımsız olmayan Türkiye Anti Doping Ajansı TADA’yı bir kenara bırakırsak, gerçek anlamda dünya standartlarına geçiş ancak Haziran 2011’de oldu.
Yedi sporcudan birinde doping
2020 olimpiyat oyunlarına adaylığın bir zarureti olarak Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK) bünyesinde bağımsız bir “Dopingle Mücadele Komisyonu” (DMK) kuruldu ve Eylül 2011' de 'Türkiye Dopingle Mücadele Talimatı' yürürlüğe girdi.
DMK tarafından geçtiğimiz haftalarda açıklanan rakamlar ilk defa olarak ciddi istatistiksel bilgilerle Türkiye’nin doping gerçeğine ışık tutuyorlar. Olimpiyat öncesi doping kontrollerinden kaçırılan sporcular ve engellenen kontroller nedeniyle 2012 rakamları tam anlamıyla gerçeği yansıtmıyor.
Ancak 2013 yılının ilk 6 ayında alınan ve Hacettepe laboratuvarının WADA akreditasyonu beklenirken, Atina ve Köln laboratuvarlarına gönderilen 648 numune içinde 45’i atletizmde olmak üzere toplam 90 numune pozitif çıktı.
Bu, %14’lük bir oran, ya da yaklaşık 7 sporcudan 1’inin dopingli olması demek.
WADA istatistiklerinde dünya çapında numune ile pozitif bulgu oranı spor dallarına göre değişmekle beraber %0 ile %3 arasında seyrediyor, tüm sporlar ortalaması %1.05.
Doping Saadet Zinciri
Peki, bu duruma nasıl gelindi? Türkiye’nin 2012 öncesi dopingle mücadele sistemi aşağı yukarı 'kediye emanet edilen ciğer' olarak tanımlanabilir.
Ülke içinde federasyonların kontrolünde olan ve maliyeti karşılanan doping kontrolleri 'madalya için her yol mubah' anlayışına kurban gitmişler.
DMK tarafından açıklanan rakamlarda gözüktüğü üzere doping yaşının kısmen 15’in altına düşmüş olması işin içine velilerin ve antrenörlerin de dahil olduğunun kanıtı.
Profesyonel olarak doping yapan bir sporcunun yıllık doping masrafının 25bin liraya kadar çıkması, başarılı sporcuların antrenörlerinin de pay aldığı ödüller, bir uzmanın ifadesiyle bir 'doping saadet zinciri' oluşmasına yol açmış.
2012’ye kadar federasyonlar tarafından, kısmen madalya getiren ve spora para yatıran kulüplerin de rolüyle göz yumulan sorun, Türkiye’de ciddi bir doping kültürü yerleşmesini mümkün kılmış.
Dünya standartlarına yabancı bu kültür kendini, numune vermemekte, sporcuyu kontrolden kaçırmakta, ya da kontrol mercilerine yönetilen suçlamalarda veya test şartlarından edilen şikayetlerde gösteriyor.
Haziran 2012’de Londra olimpiyat oyunları öncesi atletizm federasyonu antrenörleri tarafından Nevin Yanıt’ın numune vermesinin engellenmesi, geçtiğimiz Mayıs ayında Akdeniz Oyunları hazırlık kampında yapılan doping kontrolünden 'polis baskını' gibi tabirlerle şikayet edilmesi, doping kontrol usulleri konusunda bilgisizliğin basına yansımaları.
Halbuki dünyada dopingle mücadelede sabaha karşı 04:00’te baskın şeklinde yapılan doping kontrolleri olağan şeyler.
WADA’nın doping kontrol yönetmeliğinin atletlere yönelik birinci maddesi 'her zaman ve her yerde idrar ve/veya kan numuneniz alınabilir'.
Keza sporcunun kontrolden haberdar edildikten sonra kontrol sonlanana kadar hiçbir şekilde yalnız kalamayacağı, numuneyi verirken dahi kontrol memuru tarafından izlenmesi WADA tarafından şart koşuluyor.
DMK tarafından sonuçları açıklanan numunelerin neredeyse tamamının yurtiçi müsabakalarda alınmış olması da Türkiye’de bugüne kadar elde edilmiş derecelerin üzerinde oldukça büyük bir şaibe yaratan bir diğer gerçek.
Bu durumda Türkiye’de doping maddesi içeren ilaçlara ulaşımın kolay olmasının etkisi de yadsınamaz.
İlaçlara erişim sorunu
Londra 2012 oyunları öncesi yakalanan İtalyan atlet Alex Schwazer’in doping ilacını Antalya’dan aldığını söylemesi ve bunun üzerine Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksek Okulu'ndan Kevser Çiftçi ve Tuğba Köksal’ın eczanelerden rahatlıkla doping ilacı temin edilebildiğini kanıtlaması, Türkiye’nin 1950’lerden kalma ve psikosomatik ilaçlar haricinde neredeyse her tür ilaca reçetesiz erişimi mümkün kılan eczacılık yasaları ve bu yasaların uygulanmasında da ciddi eksiklikler olduğunu gösteriyor.
Şu andaki süreci bir süre daha devam edecek bir 'geçiş dönemi' olarak görmek de mümkün.
Türkiye’de ilk defa olarak uluslararası standartlarda, ciddi bilimsel kıstaslarla doping kontrolü yapılıyor, ilk defa olarak numune toplanmasında bağımsız bir kuruluşa sahip olmanın meyveleri toplanıyor, bu meyveler şimdilik acı olsa da.
Çıkan sonuçlar her ne kadar Türk sporu için son derece üzücüyse de, olimpiyat yolunda doping sadece bizim sorunumuz değil.
Sui misal emsal teşkil etmez ama Madrid/İspanya’nın Operacion Puerto gibi bir yükü olduğu ve bağımsız bir dopingle mücadele kurumunu da içeren yasayı ancak bir ay önce çıkarabildiği düşünülürse, olan bitenin İstanbul’un 2020 olimpiyat oyunlarına adaylığına olumlu etkisi olması dahi beklenebilir.
En nihayetinde olimpiyat adayı bir ülkede olması gerektiği şekilde, gerçek anlamda dopingle mücadele hayata geçiriliyor.