Sahte diş doktorlarının bile cirit attığı, her şeyin sahtesinin yapıldığı Türkiye, sahtecilikte dünyada ilk sıralarda.
Abone olAksiyon Dergisi'nden Cemal A. Kalyoncu'nun haberine göre,e son yıllarda, gerçek bedelini ödediği halde sahte ürün veya hizmetle karşılaşma korkusu tüketicileri güvensizliğe itmeye başladı. Sahte diş doktorlarının bile cirit attığı, her şeyin sahtesinin yapıldığı Türkiye, Amerikan raporlarına göre sahtecilikte ilk sıralarda. Cem Yılmaz yaptığı işle yine adından bahsettiriyor. Reklamda sahte Doritos A La Turca üreticisini oynayan Cem Yılmaz’ın dizi—reklam filmini bir izleyen, klasik Hababam Sınıfı filmlerini izlediğimiz gibi bir daha izlemekten kendini alamıyor. Cem Yılmaz’ın ya da reklamın başarısı bir yana sahtecilik için de iyi bir örnek teşkil ediyor ‘janjanlı sahtekar’ reklamı. Doritos’un sahtesinin üretilip üretilmediğini bilmiyoruz ama Türkiye’de inanılmaz bir sahtecilik pazarı var. Nerede ise birçok şeyin sahtesi yapıldı ve hâlâ yapılıyor. Sahtecilik sadece üründe de olmuyor. Sahte MİT raporlarından, emniyet raporlarına, ülkede ihtilal ortamı oluşturmak için ortaya çıkarılan sahte şeyh ve din adamlarına kadar bir ‘sahte Türkiye’ var. Dünyada sahtecilik ne ile başladı bilinmez ama para ile yapılan sahtecilik en fazla can yakanı oldu denebilir. Kalpazanlığa alışmış olan insanlar zamanla daha başka sahteciliklerle karşılaştı. Bugün ise sahteciliğin sınırları iyice genişledi. Evrakta sahtecilik bildiğimiz bir şeydi. Ünlü gazeteciler veya köklü aile bireyleri bile bu sahtecilikle gündeme gelebiliyordu. Sahte diploma da aşina olduğumuz bir hadise idi. Sahte nüfus cüzdanı olayları en taze şekilde Kasım 2003’te İstanbul’daki bombalama eylemlerinde çıktı karşımıza. Sahte fatura olayları yıllardır en bildik sahteciliklerden biri olduğu için artık benimsenmişti neredeyse. Seçimlerde sahtecilik de her seçim döneminde tartıştığımız konulardan oldu. Sahte oy ve seçmen hadiseleri de, şimdi yerel seçimler sebebiyle yine tartışma konusu. Bundan dolayı, seçmen nüfusu kayıtlı nüfustan fazla olan yerleşim yerlerinin varlığını duyunca şaşırmıyoruz artık. Sahtecilikten İstanbul’un toplu taşıma kurumu olan İETT de çok çekti. Sahte biletlerden maddi zarara uğrayınca taklidi yapılamayan bilet üretti, o da çözüm olmadı. Bilette sahtecilik ise piyango biletleriyle bir furyaya dönüştü. En çok da en büyük ikramiyenin sahte bir bilete çıkması karşısında üzülecektik ki, beklenen olmadı geçen yılbaşında. Sahte mücevherler parası olmayan kadar olanın da kullanmayı tercih ettiği bir sahtecilik alanı olarak bilerek tercih edildi. Sahte yazılım, bilgisayar ve bilişim dünyasındaki gelişmeye paralel olarak gündemimize girmeyi başardı. Sahte meslek erbabı Türkiye’nin sahte yüzü bunlarla da bitmedi. Sahte meslek erbaplarımız da oldu. Bizzat Sağlık Bakanlığı’nın valilikleri uyarmasıyla öğrendik ki, Türkiye’de üç bin civarında sahte diş hekimi faaliyet göstermekteydi. Sahte avukatlar, sahte doktorlar da bu alanda kendilerinden bahsettirmeyi başarmıştı. Hatta resmi kurumlar adına sahte fatura tahsilatçıları bile türedi. Gazetelere yansıdı da öğrendik, sahte suç bildirisinde bulunanlar bile vardı. Sahteciliğin kültür ve sanat yönü de eksik olmamalıydı. Ve olmadı da. Bir operasyonda ele geçirilen, ünlü ressam Pablo Picasso’ya ait olduğu iddia edilen tabloların dördünün sahte olduğu ortaya çıkartıldı mesela. Sanatın da sahtesini üretmiştik çünkü. Adına korsan dense de aslında o da bir sahtecilik olan CD ve kitap dünyasındaki sahtecilik savaşları ise hâlâ sürüyor. Bir de gündeme yönelik sahtelik ve sahteciliklerimizle ön plana çıktık. Bu sahtelikler bazan gündemin baş rol oyuncusu oldu; sahte gündemlerle gerçek vatandaşlar uyutuldu. Sahte din adamları ile hafızalar karıştırılmaya çalışıldı. 28 Şubat döneminin bunun için önemli bir platform olduğu, sonradan yapılan itiraflar ile anlaşıldı. 28 Şubat şartlarındaki demokrasinin de böylece sahte olduğu anlaşıldı. Bilenler hatırlayacaktır, gazetelerde belirli kişilerin kalemlerinden okuduğumuz sahte MİT raporları yayınlandı Türkiye’de. Emniyet adına kaleme alınan sahte raporlarla gündem oluşturmaya çalışanlar unutulmadı. Yaptıkları her türlü işe Atatürk’ü karıştırarak rant sağlayan sahte Atatürkçüler, sahte devrimciler, sahte solcular bazı köşelerin baş müdavimleri olarak hatırlandı. İnsanların duygularına yansıyan sahtelikleri anlatmaya gerek olmasa da yabancı uyrukluların Türk vatandaşlığına geçmek için Türklerle yaptıkları sahte evlilikleri unutmamak gerekiyor. Bir de gıda piyasasında yapılan sahtecilikler var. Özellikle de son yıllarda tüketicilere, piyasaya olan güveni kaybettirecek bir sahtecilik bu. Örnek mi? İlaç dahil, bal veya kaşar peynirine kadar her türlü ürünün sahtesi yapılıyor. Bal niyetine şeker yemiş oluyorsunuz bu şekilde. Bir diğeri sodyum hidroksit (kostik) ile gıda boyası kullanılarak daha siyah bir görünüm verilen zeytin. İşlemler yeterince zamana yayılmadan yapıldığı için zeytin yerine zehir tatmış oluyoruz. Sonra içerisine tereyağı yerleştirilen kaşar peynirlerinin, sığır eti niyetine satılan domuz etlerinin, salam/sucuk adı altında içeriği belirli olmayan gıda maddelerinin de sahteciliği önemli boyutlara ulaştı son zamanlarda. Rakının bile sahtesini imal etmeyi ihmal etmedi sahte piyasanın üreticileri. Sahte çamaşır suları, markalısı yerine üretilen sahte deterjanlar, şampuanlar... Bunlar da sahte perakende piyasasının en önemli kalemlerini oluşturdu, oluşturuyor hâlâ. Türkiye sahtecilikte merkez Bütün bunların sonunda Türkiye taklit mallarla anılan en önemli ülke oldu. Ancak Türkiye’yi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Ticaret Temsilciliği’nin (USTR), geçen yıl yayınladığı yıllık fikri mülkiyet hakları raporuna göre bir numaralı sahte ürün üretim merkezi durumuna getiren aslında bunlar olmadı. Taklitçi müteşebbislerin, iç pazarın yanında dış piyasalara da sattığı sahte markalı ürünler ile girdi Türkiye bu listeye. Taklit markalı ürünlerin başını da tekstil sektörü çekti. Adidas, Nike, DKNY, Disel, Lacoste, Paul&Shark Ferre, Esprit, Swatch, Tommy Hilfiger gibi markaların sahtelerinin satışları gerçeklerini geride bıraktı neredeyse. Buradaki kârın yüksekliğine özenerek gerçek ve sahtesine raflarında yer veren art niyetli büyük mağazalara da rastlandı. Hatta sosyete bile ‘anlaşılmaz’ diyerek sahte markalı ürünleri tercih edip, mafyası bile oluşan bu piyasaya katkı sağladı. Daha ucuz olduğu için Çin başta olmak üzere Uzakdoğu’dan bile taklit mal, resmi veya gayriresmi yollardan Türkiye’ye getirilmeye başlandı. İşte bütün bunların sonunda, 6 Mayıs 2002 tarihli Milliyet gazetesinde yayınlanan bir habere göre dünyanın ünlü markaları, ürünlerinin sahtelerinin yaygınlaşması üzerine Türkiye’yi gözlem altına aldı ve bu amaçla Amerikan Federal Soruşturma Bürosu’ndan (FBI) emekli ajanlarla çalışmaya başladı. Ajanlar bu konuda araştırma yapıyor. Marka Koruma Grubu’na bağlı ajanlar Türkiye’den de emekli polisleri ekiplerine katarak sahtecilerin izini sürüyor. Bunlar yabancıların kendi markalarını korumak üzere dünya çapında oluşturdukları takip kurumları. Bir de Türkiye’de kurulan Tescilli Markalar Derneği var. Tescilli markaların Türkiye’deki acente, distribütör, lisansör ve mümessilleri, 2001 yılında bir araya gelerek taklit üretime karşı örgütlü hareket etmeye karar verdi. Derneğin kapıları sadece tekstil ürün piyasasına değil, taklidi yapılan parfüm, gözlük, kozmetik ve sağlık ürünleri gibi sektörlerin temsilcilerine de açık. Her ne kadar ‘gerçek olan sahtesi ile anlaşılır’ dense ve Popstar’cı Abidin’in, Tarkan’a benzerliği sebebiyle son aylarda ‘taklit’ olmakla suçlanması bu dosyanın en eğlenceli ‘sahteciliği’ni oluştursa da gerçekte her şey Cem Yılmaz’ın ‘janjanlı sahtekar’ reklamı kadar komik ve eğlenceli değil, hatta acı. Acı olan da sahteciler yüzünden herkesin bir güven bunalımında olduğu.