BIST 9.390
DOLAR 34,43
EURO 36,29
ALTIN 2.837,00

Türk’e Yahudi’ye Verdiklerinin Dörtte Birini Verdiler...

Türk’e Yahudi’ye Verdiklerinin Dörtte Birini Verdiler

Türk'e Yahudi'ye verdiklerinin dörtte birini verdiler, "Ne Mutlu Türk'üm" dediler

Erbâbı tarafından içtimaiyat, yani sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen İbni Haldun, ‘Mukaddime’sinde tarihî bir haberi veya bilgiyi mutlaka titiz bir tetkike tabi tutmamız gerektiğine, aksi takdirde ömrümüzü çoğu kez uydurulmuş yalanlara inanmış olarak tüketmiş olacağımıza dair uyarılarında ne kadar da haklıymış! Zira tarih ilminin ‘Dün ne oldu?’ sorusuyla ilgili merakımızı gidermek hatta onun neden ve nasıl olduğuna dair bize doğru cevaplar bulmanın yolunu öğretmekle yükümlü olduğu kadar, kendimizin de o yolu izlemek gibi bir mecburiyetimiz olduğunu kabul etmeliyiz. Yoksa özelikle resmi ideolojiler uğruna işlenmiş nice cürümleri setretmek amacıyla uydurulmuş koca koca yalanlar nesilden nesile bir hakikat gibi hem de koro halinde söylenerek idame ettirilir. Bu sebepledir ki, okuyucu olarak bizlerin de tarih adına sunulan her bir bilgi malzemesini didik didik etmek gibi bir mecburiyetimiz olduğunu unutmamalıyız. Zira çoğu kez yaşadıklarını yazma fırsatı dahi bulamamış siyahların tarihini çoğu kere beyazların kaleminden okuduğumuzu göz ardı edemeyiz. Söz tarihten açılmışken biliyoruz ki, tarihin kendisine has bir takım yasaları vardır ve yalancının mumuna da yatsıya kadar mühlet tanınmıştır. Bize düşen ise belki de o vakti erkene almanın imkânlarını zorlamaktır. Yeter ki insanoğlu kendisini doğrunun izini sürmeye adasın, dağ ne kadar yüksek olursa olsun onu aşacak yolu mutlaka bulur. Kesin olarak biliyoruz ki, ‘öldürülmüş’ Yusuf Kenan’a döndü.

Son günlerde Demokrasi Paketi ile birlikte yepyeni bir istismar zemini bulmuş mağribi kılıklı MHP-CHP korosunu zaman zaman izleyince: ‘Bunlar resmi ideoloji için yatsı vaktinin çoktan girmiş olduğunu galiba duymadılar’ diyerek, ‘romantik ulusalcılığın amentüsünü’ yazan Reşit Galib’in mesela ‘1933 Üniversite Reformu’ bahanesiyle Türk’e neler yaptıklarını hatırlayıp ‘Dinime sebbeden müselman olsa bari’ diye mırıldandım.

Çocuklara anlatılanlar hikayeye göre, ‘Hitler iktidara gelince Alman üniversitelerindeki Yahudi hocalar çeşitli ülkelere kaçmaya başlamış, bir kısmı da Türkiye’ye sığınmak istemişlerdi. Tesadüfe bakın ki biz de o yıl Dârulfünun’u ilga edip yepyeni bir üniversite açmış ama hocamız olmadığı için kara kara düşünüyor idik ki, imdadımıza onlar yetiştiler. Böylece tıpkı 500 yıl önce İstanbul’dan İtalya’da gidip orada Rönesans’ı yaratan Bizanslı bilim adamları gibi, şimdi de oradan buraya gelen Alman Yahudi bilim adamlarıyla bir Türk Rönesans’ı gerçekleştirecektik’.

Büyük iddia bu da peki, HAKiKAT öyle miydi? Doğrusunu öğrenmek için basit üç soru sormak istiyorum:

Reşit Galib’in Zürih’te 1932 yılında kendileriyle resmi sözleşme imzaladığı bu hocalar bir yıl sonra iktidara gelecek olan Hitler’den mi kaçtılar yoksa Almanya’da aldıkları maaşın neredeyse iki buçuk katı fazlasına mı koştular?Diyelim ki, ari ırkından olmayanlar bir yıl sonra yani 1933’te Alman Şansölyesi olacak Hitlerden kaçtılar, peki gelenlerin hepsi Yahudi olmadığına göre diğerleri niçin gelmişlerdi?Ankara’nın Darulfünun’la ilgili rahatsızlığının asıl sebebi iddia edildiği gibi hocaların bilimsel yetersizlikleri miydi? Yoksa siyasal iktidarın şakşakçılığını yapmıyor oluşları mıydı?

Oysa daha 1930’ların başından itibaren Devrimci Kadro’nun haykırarak seslendirdiği proje şuydu: “Efendiler! On küsur yıl önce başlatmış olduğumuz ‘Kültür Devrimi’ni taçlandıracak en önemli adımı henüz atamadık. Halbuki daha önce yaptıklarımızı kalıcı bir dünya görüşüne dönüştürmek istiyorsak bu adımı atmak zorundayız. Aksi takdirde devrimlerimizin ömrü nâçiz bedenlerimizle sınırlı kalacaktır. Bunu başarmamız halinde artık devlet doğacak her çocuğu beşikten mezara kadar endoktrine edecek bir maarif nizamının mayasını oluşturmuş, o mayayı da vatan sathına yaymış olacaktır. Ne var ki, yegâne yüksek maarif kurumumuz olan İstanbul Darulfünun’daki hocalarla bu iş olmuyor. Çünkü Hocalar baştan beri devrimlere karşı soğuk, sessiz ve ilgisiz duruyorlar. Gerçi açıkça tenkit ed(e)miyorlar ama alkışlamıyorlar da, ‘Bravo; iyidir, güzeldir, doğrudur, öyle ise mutlaka yapılmalıdır’ da demiyorlar”.

Ankara’nın Darulfünun’la ilgili bu rahatsızlığı zamanla artacak ve iplerin tamamen kopması için 02 Temmuz 1932’de Ankara’da icra edilecek I. Türk Tarih Kongresi beklenilecekti. Zira Kongre Yeni Türk Tarih tezini ‘bilimsel’ bir zemine oturtmak gibi ‘ulvî’ bir amaç taşıyordu. İstanbul’dan ilmî hüviyeti tüm dünyaca takdir görmüş birçok hocanın da katıldığı Kongre’ye Maarif Vekili Dr. Reşit Galip de büyük iddialar içeren bir tezle katılmıştı. Tezine göre bir zamanlar Orta Asya’da bir iç deniz varmış fakat yaşanan bir kuraklık sonucu deniz kurumuş, oradaki Türkler de yeryüzünün muhtelif kıtalarına dağılmış, gittikleri her yerde de büyük büyük medeniyetler kurmuşlarmış. Ezcümle mevcut ulusların atası Türklermiş, haliyle Kök Dil de Türkçeymiş vs.

İddiaları hayretler içinde dinleyen hocalardan Zeki Velidi Togan da hür bir ortamda ilmi tartışmaların yapıldığı bir kongrede olduğunu sanmış olacak ki, geçmişte oralarda böyle bir kuraklığın yaşanmadığını söyleme cür’etinde bulunur. Bulunur bulunmaya ama, ‘İlkem Büyükleri Saymaktır’ sözünün mucidi Maarif Vekili’nden öyle bir azar işitir ki, hemen oracıkta istifasını verir, İstanbul’a döner. Türkiye’de artık barınamayacağı kanaatine vararak bir süre sonra yurt dışına çıkmak zorunda kalan Hoca, yıllar sonra ‘bağımsız ilmî içtihadım bana tam sekiz yıllık bir sürgüne mal oldu’ diyecektir. Türkçülerin takdir ettikleri kadere bakın ki, Yahudi Prof. Neumark Bon’dan İstanbul’a büyük taltiflerle davet edilirken Türk Müderris Zeki Velidi Togan da İstanbul’dan Bon’a bir mülteci gibi sığınıp kapı kapı iş aramak zorunda kalmıştır.

Kongre’den sonra kendisi için kalemlerin kırıldığı Darulfünun aleyhine besleme basının saldırıları da iyice artmış, değerli hocalar her vesile ile tahkir ve tezyif edilmeye başlanmıştı. Zaten öteden beri o basın ile Darulfünun’un arası iyi değildi. Mesela 1931 yılında ‘En güzel bacaklı kadın yarışması’nı eleştirdiği için Edebiyat Fakültesi Reisi Köprülüzâde Mehmed Fuat Hoca Vakit Gazetesi tarafından adeta linç edilmiş; Hoca’nın ne cahilliği, ne de yobazlığı kalmıştı. Kadro Dergisi ise Kongre’den sonra daha bir cesaretlenerek baklayı ağzından çıkarmış; ‘siyasi istiklalimiz tamamlanmış, iktisadi istiklalimiz de doludizgin gidiyorken, milli tarih tezinde de müstakillik istiyoruz. Oysa hocalar ilmin her tarafta aynı olduğunu ihsas etmek istiyorlar’ diyerek denî jurnalliklerine iyice hız vermişti.

Sonuçta 1932 yılında Darulfünun’un ıslahı için bir rapor hazırlamak üzere Zürih’ten davet edilen Prof. Malche ile hükümet yetkilileri kafa kafaya verir ve bir yol haritası çizerler. Rapor istedikleri gibi hazırlanmamış olsa da hiç önemi yoktu. Son söz söylenir ve ‘Darulfünun ıslah değil ilga edilecektir!’. Sonuçta 31 Mayıs 1933’te çıkartılan 2252 sayılı kanunla Darulfünun kapatılır, İstanbul Üniversitesi açılır. Halbuki raporun yazarı Malche Darulfünun’daki ilk incelemelerden sonra arkadaşlarına yazdığı mektupta ‘Batıda mevcut pisliklerin bulaşmadığı bir üniversite buldum’ demiş ve Darulfünun’daki hocalarla ilgili övgülerde bulunmuştu. Buna rağmen çıkartılan kanun yürürlüğe sokulur, İstanbul Dârulfünunu levhası indirilir yerine İstanbul Üniversitesi levhası asılır. Artık Emin, Rektör; Müderris, Profesör; Reis de Dekan olmuştu. Bütün bunlar olurken, ‘Efendiler! Sizin bilimsel temellere dayandırdığınız Güneş Dil Teorisine göre bütün dillerin kökü zaten Türkçeydi, bu kelimeleri niye değiştiriyorsunuz?’ diyen de olmamış belli ki.

Tarihin en büyük üniversite kıyımını yapan bu kanun aslında sonraki dönemler için de habis bir gelenek inşa edecek, onlarca yıl ne emeklerle yetişen nice hocalar sudan bahanelerle üniversitelerden atılacaktır. O gün de ilmin ve âlimin mumla arandığı bir dönemde 190 felsefi terimi Türkçeye kazandırmış, ölümü üzerine Akif’in ‘Sanki evim yıkılmış da altında kalmış gibiyim, zavallı şark onun gibisini bir daha yetiştiremez’ dediği Babanzâde Ahmet Naim, Mehmet Ali Ayni, Zeki Velidi Togan, Ferit Kam, Ebu’l-Ula Mardin, Baha Tevfik, Şehbenderzâde, Ağaoğlu Ahmet, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Şekip Tunç, Ahmet Vefik Bey gibi ünleri dünyaya yayılmış daha nice kıymetten oluşmuş eğitim kadromuzun yüzde doksanı tasfiye edilmiştir. Öyle ki, yeni açılmış üniversitenin birçok bölümünde ya hiç hoca yoktu veya bir iki hoca kalmıştı. Rivayet edilir ki, Fen Fakültesi’nde Aliyar isminde tek bir hoca kalınca, Abdülhak Hamit’in ‘Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı, Gönlüm ah-u zâr kaldı’mısrasına nazire yapılarak; ‘Eyvah! Ne yer ne yâr kaldı, Fen’de bir Aliyâr kaldı’ sözü dilden dile dolaşır olmuştu.

Kadroları yeni üniversiteye aktarıldıkları için ‘kurtulduklarına’ sevinmiş olanlara gelince, onlar da kısa bir müddet sonra aldıkları maaşın Almanya’dan gelen çoğu Yahudi hocalara ödenenin dörtte birine tekabül ettiğini görünce aşağılanmışlığın kahrıyla da olsa çalışmak zorunda kalmışlardır.

Türkçü Kadro’nun Türk’e yaptığını gelin ‘Boğaziçine Sığınanlar’ isimli hatıratında bizzat Frıtz Neumark’tan dinleyelim: ‘Daha önce Almanya’da 400 mark maaş alırken şimdi Türkiye’de 1000 Mark alıyorduk, üstelik burada hayat da daha ucuzdu. Bu arada yerli profesörlerin maaşlarının o zamanlar biz yabancılara verilenin yarısından az olduğunu hatta dörtte biri kadar tuttuğunu da göz önünde bulundurmak gerekir.’ (s. 11)

‘Öz yurdunda garip, öz vatanında parya olmak’ galiba böyle bir şey olsa gerek. Dağa taşa ‘Bir Türk Dünyaya Bedeldir’ yazısını yazdıranlara bakın ki, Türk müderrise 150 Yahudi profesöre ise 600 hatta 800 TL maaş veriyorlar. Bu adaletsizliği sineye çekmek için ya Yahudi veya Yahudilerin üstün ve seçkin ırk olduklarına inanmış olmak gerek galiba. Değilse ya kısa zamanda kahrınızdan ölür veya intihar edersiniz ki, Darulfünun’dan atılan müderrislerimizin çoğu da zaten üç-beş yıl zarfında ölmüş birisi de ne yazık ki intihar etmiştir.

Acaba, Zürih’ten davet ettikleri yabancı bir prof’a ilim irfan ve haysiyet sahibi yüzlerce Türk müderrisin inşa ve idame ettirdikleri Darülfünun’u incelettirip rapor hazırlatmak, tek suçu ilmin haysiyetini korumak olan asırlık ilim irfan yuvasını kapatıp hocalarını kapı dışarı etmek, dahası mesela Yeni Kapı Mevlevihanesi’nin son şeyhi Abdulkadir Dede gibi nicelerinin faraza bir Ermeni okulunda, Kadıköy Bezezyan İdâdisi’nde karın tokluğuna çalışmak zorunda bırakmak Dr. Reşit Galib ve benzeri Türkçülerin Türklük gururuna dokunmuş olabilir mi?

‘Ve sonra kelimeler mutlu, kutlu ulusal...’