BIST 9.627
DOLAR 35,25
EURO 36,76
ALTIN 2.964,81
HABER /  GÜNCEL

Türkçe'yi katlediyoruz, 'Okey mi!'

Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, Avrupa Yakası dizisinde kullanılan Türkçe’yi eleştirdi, başlattıkları dil savaşını anlattı. Nesrin Yanık Çorakbaş'ın röportajı..

Abone ol İNTERNETHABER ÖZEL- Yazar Sevgi Özel, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Derneği’nin yerinde yeller estiğini belirtirken, Türk Dil Kurumu’nun resmi kurum olmasının sakıncalarını anlattı. Sevgi Özel’in iddiasına göre, Türk Dil Kurumu şu an Türk dili üzerine çalışmıyor!.. Toplum olarak son günlerde en çok tartıştığımız konuların başında, Avrupa Yakası adlı televizyon dizisinde Nişantaşı güzellerinin kullandığı “Kal geldi, oldu gözlerim doldu, oha falan oldum…” söylemleri geliyor. Türk dil uzmanları ve edebiyatçılar arasında ‘sokak dili’nin anadilimiz Türkçe’ye zarar verip vermediği konusunda bir görüş birliği yok! Bazıları bu dilin yaşayan dil olduğunu ve kullanılmasının doğal olduğunu savunurken, sokak dilinin Türkçe’ye ciddi zararlar verdiğini iddia edenler de çok. Ancak, kim ne derse desin artık sokakta konuşan iki kişiden birinin yarı şaka yarı ciddi de olsa bu söylemi diline taşıdığı da bir gerçek… 1987’den beri, Türk dili çalışmalarını Dil Derneği çatısı altında sürdüren ve kendisini ‘dil savaşçısı’ olarak tanımlayan yazar Sevgi Özel ile, “Türkçe’yi nasıl konuşuyoruz, nasıl konuşmalıyız, Türkçe’ye kimler zarar veriyor” sorularına yanıt aradık… Türk Dil Kurumu’dan neden ayrıldınız, Dil Derneği’ni kurmaya neden gerek duydunuz? Ben, 1971- 83 yılları arasında kurumda çalıştım. Biz çok şanslıydık, çünkü Atatürk’ü tanımış, onunla yaşamış insanların tecrübelerinden faydalanabildik. Bu insanlar, Atatürk’ün masasında oturabilmiş, dil işlerini onunla konuşup tartışmış insanlardı. Kurum, 51 yıl içinde çok iyi çalıştı. Türkçe’nin arılaşması, yazım kurallarının belirlenmesi, genel sözlüğün yapılması açısından iyi işler yapıldı. Ama bir yandan da, Atatürk’ün ölümünden sonra dil devrimi ve harf devrimi, karşı devrim tarafından hep tepki aldı. Neden, çünkü eskiye dönüş özlemleri baskın çıktı. Eski yazı ve dil; din ile bağlandırılmıştı. Okur-yazarlık düzeyi çok düşük olan halk, eski yazıyla yazılmış bir gazete kağıdını bile dinsel içerikli sayıyordu. İmparatorluğun alimleri bundan çok faydalanıyordu; vatandaş dilekçesini de, muskasını da onlara yazdırıyor, onlar da Allah ne verirse alıyordu. Gördüğünüz gibi çıkar ilişkileri hiç değişmiyor. Karşı devrimin harf devrimine, Türk devrimine karşı duruşunun nedeni bunlardır. Geçmişe özlemin kökeninde bunlar var. Atatürk’ün milliyetçiliğinde; din ve ırkın yeri yoktur. Onun ulusçuluk kavramında; evrensel ve çağdaş değerleri sanatla harmanlamak var. Eskiye özleme dayanan milliyetçilikte, din ve ırk önemlidir. Bunu körüklemek için de, her türlü fırsatı kullanırlar. Bugünkü Türk Dil Kurumu’na neden karşısınız, kurumun misyonunda ne değişti? 1987 yılında Dil Derneği’ni kuran üç kişiden biriyim. Ali Püsküllüoğlu, Haldun Özel ve Sevgi Özel. Biz üçümüz yola çıktık. Dil konusunda çalışıyoruz. Atatürk’ün kurumu hukuksal olarak kapatılmıştır. 1932- 83 arasında kurulan kurum Atatürk’ün kurduğu kurumdur, 1983’ten beri yaşayan kurum ise Kenan Evren’in kurduğu kurumdur. Kurum deyince alınıyorlar, ama gerçek bu. Türk Dil Kurumu, 1983’ten beri resmi bir kurumdur. Resmi kurum olması, bu kurumun amacından sapmasına yol açtı. Kenan Evren ve arkadaşları bu kurumun içine; yıllar yılı Atatürk’ten, dil devriminden sapmış, “Dilde devrim olmaz, dilde devrim demek solculuktur, komünistliktir, bölücülüktür” diyen insanları atadı. O dönemin yayınlarına bakarsanız; “Atatürk dil devriminden vazgeçmiştir, Osmanlıca sözcükler atılamaz, onlar dilimizin parçasıdır, yaşayan dilin unsurlarıdır” diyen insanlar kuruma getirilmiştir. Örneğin; güncel ya da görsel sözcükleri solcuların uydurmasıdır diyen bir profesör, bu kurumda başkan oldu. Sonra kendisi çıkıp televizyonlara görsel sözcüğünü ballandıra ballandıra kullandı. Şimdi burada bir iki yüzlülük var. Toplumdan tepki alınca, ‘devrim’ sözcüğünü ‘inkılap’ sözcüğüyle değiştirdiler. Okullara genelge yayınladılar, inkılap kullanılacak dediler. Bugün dikkat edin, bu sözcüğü doğru söyleyen kaç kişi var. Ayrıca ‘inkilap’ derlerse ‘köpekleşmek’ oluyor, anlamı değişiyor. Devrim sözcüğünü kaç kişi yanlış söyler? Yabancı kelimelere Türkçe karşılıklar diye bir kitap yayınladılar. O kitapçıkta 100 sözcük varsa en fazla 5 tanesi yeni üretildi. Yeni diye öne sürdükleri sözcüklerin çoğu, eski dönemdeki bilim adamlarının ürettiği sözcüklerdi. Başkalarının çalışmalarını “biz yaptık” diye ortaya çıkardılar. Devrim sözcüğünü, geçen yıla kadar ‘katlanma, bükülme, çevrilme’ diye tanımladılar kendi sözlüklerinde. Toplumdan gelen tepkiler ve Dil Derneği’nin sürekli savaşıyla bu yıl düzelttiler. Beş profesör, 51 yıl çalışan insanların emeğini aldılar. Sözlükten kocaman kocaman telif ücretleri aldılar. Saymakla bitmez yapılan yanlışlar. Atatürk’ün Dil Kurumu’nda bunların hiçbiri yaşanmadı. İnsanların çoğu, gönüllü çalıştı. Biz kesinlikle, onlarla aynı alanı paylaşmıyoruz. Onlar ‘lisan inkılabı’ alanını paylaşıyorlar, biz ‘dil devrimi’ alanını paylaşıyoruz. Dil Derneği ve Türk Dil Kurumu’nun aynı anda faaliyette olması, insanların kafasını karıştırmıyor mu? Tabi ki karıştırıyor. Atatürk, bu kurumun siyasi otoritenin etkisi altında kalmasını istemiyordu. Bu yüzden kuruluşunu ‘dernek’ olarak yaptı. Resmi kurum yapmadı. Şimdi karşımızda resmi bir kurum var. Bu kurum, 1985’ten bu yana ‘ilkokul’u bir ayrı yazdı, bir bitişik yazdı. Kitapevini hala ayrı yazıyor, ‘ayşekadın’ fasulye demek, kurum bunu ‘Ayşe kadın’ diye ayrı yazdı, ayşe’nin a’ sını büyük yazdı. Arapsaçı diye bir sözcük var; bir bitkidir, onu ayırdı. Eski gördükçe birleştiriyor. Olmadık sözcüklerin üstüne şapka koydu. Memur, Ferhat gibi. Türk Dil Kurumu’nun, şu an Türk dili üstüne çalışmadığını iddia ediyorum. Devletin olanaklarını kullanarak gösteri yapıyor. Devletin olanakları kötüye kullanılıyor. Birkaç yıldır Türkiye’de operasyonlar yapılıyor. Bunlardan birisi olan Akrep Operasyonu da Türk Dil Kurumu’na yapıldı. Trilyonlar yok oldu, barda pavyonda yendi bu paralar. Oysa Kenan Evren, Atatürk’ün kurumunu geriye dönük bir biçimde 10 yıllık süreyle inceletti ve hiç bir şey bulunamadı. Bir kuruş bile kötüye kullanılmamıştı. Kurumu kapatmak için her yolu denedi ve sonunda hukuk tanımazlığa kılıf buldu. Anadilimizin korunması ve kullanılmasıyla ilgili Dil Derneği neler yapıyor? Bir kere Türk Dil Kurumu ile bizim olanaklarımız aynı değil. Türk Dil Kurumu; Milli Eğitim Bakanlığı kanalını kullanıyor. Saçma sapan sözlükler, bakanlık kanalıyla okullara dağıtılıyor. Bir anlamda yel değirmenleriyle boğuşuyoruz. Bunun yanında, basın organlarının çoğu ve kültür yayıncıları Dil Derneği’nin hazırladığı ürünleri kullanıyorlar. Aydınlar, yazarlar, çağdaş insanların çoğu Dil Derneği’ni destekliyorlar. Özellikle 80’li yıllarda doğan gençlerin ilgisini çekmeye başladı Dil Derneği, genç üye sayımız çok arttı. 12 Eylül’ün asıl mağdurları, o çocuklardır. Her şeyleri elinden alındı. Pek çok etkinlik yapıyoruz, bilim kurultayları düzenliyoruz, yayınlar çıkarıyoruz. Ekonomik açıdan biraz daha düzlüğe çıktık. Bağışlar arttı, ilgi çoğaldı, ilgi çoğalınca biz de işimize daha bir sıkı sarılmaya başladık. Her aydınlanmacı kurum gibi ekonomik sıkıntılar çekiyoruz, ama şimdilerde daha umutlu ve coşkuluyuz. Bu ilgi sözde kalmıyor, gençler etkinliklerimize katılıyor. Bize yardımcı olmaya çalışıyorlar. 2005 yılından itibaren yayın ağımız daha da genişleyecek. Örneğin okullar için bir sözlük bastık, eylül başından bu yana satışımız 10 bin civarında. Bu çok heyecan verici. Yürekli öğretmenler ve aydınlar bize destek oluyor. Bu rakamlar başarımızın sonucudur. 80’in kuşağı sorgulama yeteneklerini kazanmaya başladı. Yeni projelerimiz var. Rekabet ortamı olduğu için fazla açıklamak istemiyorum, ama 2005 yılında ilk örneğini Dil Derneği’nin yapacağı çalışmalarımız var. Geçenlerde bir televizyon programında, genç bir dinleyici Milli Eğitim Bakanı’nı kullandığı yabancı sözcüklerden dolayı eleştirdi. Bakanın ona yanıtı, “Türkçe’yi bu kadar ırklaştırmayın, dilimize gelip yerleşmiş sözcüklerin kimseye zararı yoktur” oldu. Bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yaklaşım beni hiç şaşırtmaz. Milli Eğitim Bakanı, yaşayan Türkçe’nin savunucularından. Yaşayan Türkçe nedir biliyor musunuz, dil devrimine karşı uydurulmuş bir masaldır. Milli Eğitim Bakanı genç bir insan, ama 40’ların 60’ların yaşayan Türkçe kalıbını savunuyor. Yaş olarak genç, ama düşünce olarak yaşlı. Yabancılar şöyle soruyor, “Sizin dilciler Türkçe’yi neden sevmiyor?” Biz bunu bir türlü anlatamadık. Hollandalı bir Türkolog bana bunu sorduğunda, nereye kaçacağımı bilemedim. Ama Milli Eğitim Bakanı’nın kafası çok karışık. Bir gün televizyonda son derece arı bir dille Türkçe konuşurken, başka gün bir bakıyorsunuz söylediklerinden pişman olmuşçasına Osmanlıca sözcüklerle konuşuyor. Milli Eğitim Bakanı’nın önce kendisinin netleşmesi lazım. Hangi ocaklardan yetiştiğini biliyorum, içten olmadığına inanıyorum. Bu anlamda söylediklerine şaşırmadım. Türkçe’den uzaklaşmamızda, eğitim kurumlarının ve eğitimcilerin çok önemli bir rolü olduğu yadsınamaz. Sizce, anadilimizi yitirmeye nerede ve nasıl başlıyoruz? Bu kadar karamsar olmayalım. Her şeye rağmen, dil devrimi gümbür gümbür gidiyor. Türkçe’nin özelliklerini ve niteliklerini anlatan pek çok eser yayınlanıyor. Ama biz, özellikle medya kanallarında hep kötü örnekler olduğu için, “dil elden gidiyor” diye yırtınıyoruz. Şu bir gerçek, Türkçe’nin eğitim ve öğretimi çok kötü yapılıyor. Müfredata bakıyorsunuz, eskiye yama yapılmış. Avrupa’daki Türk çocuklarının 200-300 kelimeyle konuştuğunu öğrenen bakan duruma el atıyor. Değişen ne, hiç bir şey! Avrupa’ya gitmesine gerek de yok, biz bunca yıldır anlatıyoruz dinleyen yok. Test yönteminin baskınlığı, bilgiyi sınayan değil, anlık becerileri sınayan bir sınav anlayışının olması, yabancı dil öğrenimin sağlıksız biçimde yapılması, Türkçe eğitimini zorlaştırıyor. Bakın biz yabancı dil öğrenilmesine karşı değiliz. Biz yabancı dille öğretime karşıyız. Biz sömürge miyiz? Bunun herkes farkında, ama kaldırmak için hiç bir şey yapmıyorlar. Çocuklarımız, önce Türkçe düşünmeyi öğrenmeli. Boynuna az gelişmişlik etiketi, yazgı gibi takılan bu ulusun çocukları; şartları ve ölçüleri dahilinde bir veya birkaç dili öğrenmeye mecburdurlar. Ne olup ne bittiğini bu şekilde öğrenebilirler. “Kal geldi, bay geldi, oha falan oldum, dumur oldum vs.” gibi kullanımlar, medyadan kulaklarımıza ve dilimize yerleşiyor. Ve bazı edebiyatçılar, bunların yaşayan dil olduğunu söyleyerek, eleştirilmesine karşı çıkıyor. Dil Derneği’nin bu kullanımlara tavrı nedir? Biz tavrımızı sık sık dile getiriyoruz. Her dilde argo var, bunlar o dilin zenginlikleri, güzellikleri. Ama bütün bir yaşam boyunca insanlar argo konuşurlarsa, ya da bir dizinin bütün konuşmaları bunlara dayanırsa, bu yanlış olur. Öykü ya da romanların kahramanları da böyle konuşabilir. Yazar olarak bizler bu kişileri böyle konuşturmak zorundayız. Ama kahramanımız bütün roman boyunca küfür ediyorsa, ben buna karşı çıkarım. En büyük gazetelerimizden birinin genel yayın yönetmeni “Ben o sokak dilini seviyorum” diyor. Ne demek sokak dili canım, böyle şey olmaz! TBMM’deki milletvekillerini de Türkçe’yi doğru konuşmadıkları için eleştirmiş, hatta aralarında Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım`ın da bulunduğu bakan ve milletvekillerine ücretsiz dil dersi vermeyi önermiştiniz. Bu çağrınıza yanıt veren oldu mu? Hiç yanıt veren olmadı, yalnızca AKP’de değil, diğer parti üyelerine de teklifimiz geçerli. Dil dersi almak isterlerse, kapımız herkese açık. Günümüzün siyasi liderleri Türkçe’yi nasıl kullanıyor? Deniz Baykal önceleri iyiydi, ama son zamanlarda heyecanından olsa gerek biraz kötüleşti. Türkçe’yi iyi konuşan milletvekilleri de var tabi, ama şu an aklıma gelmiyor. Başbakan büyük çoğunlukla arı bir Türkçe konuşuyor. Ama sorsanız, dil devrimine karşı olduğu ortaya çıkar. Aslına bakarsanız, hemen hemen bütün siyasetçilerimiz öz Türkçe kelimeleri kullanmaya çalışıyorlar, ama dil devrimi karşı çıkıyorlar. Dil bilimciler, insanların konuştukları sözlere ya da yazılarına bakarak, o kişinin yaşını, cinsiyetini, pek çok özelliğini belirleyebilirler. Ben bu işe yıllarını veren bir insan olarak; Tansu Çiller’in ekonomi bilmediğini söylemiştim. Dönemin gazetelerine bakarsanız, bunu okuyabilirsiniz. Bir ev hanımına en iyi bildiği şeyi sorsanız, mesela turşu yapmak deseniz; size eksiksiz ve hızlı bir şekilde bunu anlatır. Ama siyaseti sorarsanız, doğru dürüst konuşamaz. Tansu hanım inanmadığı şeyleri söyledi ve inandırıcı olmadı. Şimdiki konuşmalarına bakıyorum, daha inandırıcı geliyor. Çünkü artık iktidar değil. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit ‘in Erbakan’ı kastederek söylediği “Eşgüdüm içinde hareket edeceğiz” lafını, “Neyi güdeceklermiş” diyerek eleştirdi. Daha sonra kendisi Cumhurbaşkanı olunca, bu eleştirdiği “eşgüdüm” lafını sıkça ağzına aldı. Bülent Ecevit, sağlık problemleri başlayıncaya kadar Türkçe’yi çok güzel kullanıyordu. Ancak sonraları, o da ‘inşallah’ ve ‘maşallah’ları sıkça kullanmaya başladı. Tayip bey, başbakan olduktan sonra biraz daha iyi konuşmaya başladı. Ama o da sıkça inşallah kullananlardan. Türkçe, bugün inşallah ile okey arasına sıkışıp kaldı. İşte biz, bunun savaşını veriyoruz. Derneğiniz her yıl ‘dil ödülleri’ dağıtıyor. Hangi dallarda ödül veriyorsunuz? Üç ödülümüz var. Bunlardan ilki; Dil Derneği Ömer Asım Aksoy ödülü. Her yıl değişik bir türe veriyoruz. 2005 yılında bir şiir kitabına vereceğiz. Geçen yıl, Feridun Andaç öykü kitabıyla kazandı. Dil Derneği Beşir Göğüş Ödülü, Türkçe’nin eğitimi, öğretimi ya da bu konuyla ilgili olarak yapılan bilimsel çalışmalara veriliyor. Bu ödülün katılım süreci yeni bitti, şimdi değerlendirme yapılıyor. Sonuçlar da 12 Şubat’ta açıklanacak. Bir de yeni bir ödülümüz var; Dil Derneği Kerim Avşar ödülü. 2005’ te bir oyun yazarına vereceğiz. Dönüşümlü olarak oyuncu ,yönetmen ve yazara verilecek. Sevgi Özel her şeyden önce bir edebiyatçı, bir yazar. 2005 yılı içinde yeni kitabınızı okuyacak mıyız? Şimdi dil yazılarımı güncelleştirdiğim bir kitabım var; ‘Dilimde Tüy Bitti’. Gündemimde o var. Dil yazılarından oluşan bir kitap. Bir belgesel romanım çıkmak üzere, şu an yayınevinde. 1999 depremini yazdım. Bir daha belgesel çalışmayı düşünmüyorum. İnsanı çok sınırlıyor. Aslında ben öykücüyüm, öyküyü daha çok seviyorum. Sanırım bundan sonra da roman ve öykü üzerine yoğunlaşacağım. Atatürk’ün 12 Temmuz 1932’de kurduğu Türk Dil Kurumu’nun öyküsü: Halk devrimini gerçekleştiren Dil Encümeni adlı birim, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir devlet dairesi biçiminde dil işlerini yürütecekti. Böylece dil işleri, Milli Eğitim Bakanlığı içersinde esnek bir yapıda devam edecekti. Ancak Atatürk’ün beklediği olmadı. Dil işlerine Milli Eğitim Bakanı da karıştı, milletvekilleri de karıştı ve tartışmalar büyüdü, o encümen çalışamaz oldu. Bu arada Atatürk, 1931’de Tarih Kurumu’nu kurmuştu. Tarih Kurumu’nun ilk kurultayında Atatürk, dil uzmanlarını Çankaya’ya çağırdı. Onlara dedi ki; “Arkadaşlar, Tarih Kurumu’na kardeş bir kurum kurmanın zamanı geldi. Dil Kurumu’nu kurmamız gerek, çünkü bakanlığına bağlı dil encümeni görevini yapamıyor.” Dil işleri, o dönemde son derece sancılı bir durumdaydı. Atatürk’ün sözlerinden sonra hazırlıklara başlanması kararlaştırılıyor. Ancak zaten her türlü hazırlığı kendisi yapmış, İçişleri Bakanlığı’na verilecek dilekçenin örneğini bile hazırlamıştı. Dil kurumun nasıl çalışacağını belirten şemayı elleriyle çizmişti. Bunların hepsi Ruşen Eşref’in anılarında yer alıyor, belgelenmiş gerçekler. Kurucular Kurulu’nu; Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Sami Rıfat gibi isimlere kadar belirlemiş Atatürk, düşünebiliyor musunuz! “Yarın bakanlığa başvurun, bu cemiyeti kurun” demiş. Ertesi gün başvuru yapılmış ve Türk Dil Kurumu kurulmuş. Türk Dil Kurumu’nun nasıl çalışacağı, neyle uğraşacağı konusunu tartışmak üzere 26 Eylül 1932’de bir kurultay toplanmasına karar veriliyor. Zamanın gazetelerine, kurultayın Eylül ayında Dolmabahçe’de yapılacağını belirten ilanlar veriliyor. Bu kurultaya, dileyen herkesin katılabileceği belirtiliyor. Bana göre; Türkiye Cumhuriyetinin yurttaşları Atatürk’ün ölümünden sonra devletten bu kadar içten, bu kadar sıcak, onları yurttaş yerine koyan bir davet daha almadılar. Anadolu’dan yörükler, varoşlardan insanlar getiriliyor. Kurultay için gelen kalabalığın, Dolmabahçe’nin önünde şalvarlı, poturlu fotoğrafları var. Böylece Türk Dil Kurumu kuruluyor. Türk Dil Kurumu, 1932’den 1983 Ağustos’una kadar tüzel kişiliği olan bir dernek olarak çalıştı.