Gazeteci Serkan Demirtaş, 2013'te Türk dış politikasını yorumladı: "Türkiye, 2013'te bölgesinde hem yalnızlaştı hem de etkisizleşti. Ankara Gezi Parkı süreci ve sonrasında Avrupa Birliği ve ABD ile ilişkilerde ciddi gerginlik dönemi geçirdi."
Abone olHem içerden hem dışardan çok yoğun ve sert eleştirilere maruz kalan Türk dış politikasının 2013 seyrine damgasını vuran tanımlama kuşkusuz “değerli yalnızlık” oldu.
Hatalı politik tercihler sonucunda bölgesinde hem yalnızlaşan hem de etkisizleşen Türkiye, Gezi Parkı süreci ve sonrasında uygulanan anti-demokratik yöntemler nedeniyle de Avrupa Birliği ve ABD ile ilişkilerde ciddi gerginlik dönemi geçirdi. AB ile ilişkilerde teselli ise 3 sene sonra açılan müzakere başlığı ve Geri Kabul Anlaşması karşılığı başlatılan vize serbestisi süreci oldu.
Beşar Esad’ın –güçlenerek- görevde kaldığı 2013’de uluslararası camiayı Suriye’ye askeri bir harekat için ikna edemeyen hükümet, Mısır’daki askeri darbe sonucunda en önemli bölgesel müttefiki ve fikri yol arkadaşını da kaybetmiş oldu. Hükümetin, senenin son günlerinde ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet iddialarını –Gezi’de olduğu gibi- uluslararası komploya bağlaması ve başta ABD olmak üzere önde gelen müttefiklerini suçlaması dış politikanın 2014 seyri açısından kaygı verici görünüyor.
Türkiye’de siyasetin gerginlik dozunun yükseldiği dönemlerin dış politikayı ve en yakın müttefiklerle ilişkileri bile olumsuz etkilediği gözlenirken, sağduyulu ve sakin bir anlayışla idare edilmesi gereken dış politikanın bu özelliklerden giderek uzaklaşıyor olması özellikle 2013 senesinde dikkati çekti. Bu durum da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu eleştirilerin odağına oturttu.
Suriye’de Cenevre 2 beklentisi
Mart ayında 3. senesine girecek olan Suriye iç savaşı, 2013 senesinde özellikle kimyasal silahların da kullanılmaya başlanması neticesinde hem daha kanlı hem de daha tehlikeli bir boyuta ulaşmış oldu. 100,000’inin üzerinde insanın yaşamını yitirdiği, milyonlarca kişinin evlerinden ve yurtlarından olduğu Suriye bunalımını en yakından yaşayan Türkiye, kimyasal silahların kullanıldığının ortaya çıkması üzerine başta ABD olmak üzere tüm uluslararası camiayı BM Güvenlik Konseyi kararı olmasa bile askeri harekata geçmeye zorladı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Her türlü koalisyonda yer alırız” dediği ve hatta askeri operasyonun Ağustos ayı sonunda gerçekleşebileceği açıklamasını yaptığı günlerde, ABD ve Rusya’nın Suriye’nin elindeki kimyasal ve biyolojik silahların uluslararası gözetim altında imha edilmesi konusunda uzlaşmaya varmaları Ankara’nun diplomatik süreci okuyamadığı yorumlarına neden oldu.
Suriye-Türkiye sınırında El-Kaide unsurları
Ancak Suriye’deki gelişmeler bağlamında Türk hükümetini en çok zorlayan konu, sayıları giderek artan ve kontrol edilemeyen El-Kaide bağlantılı köktendinci terör gruplarının varlığı ve Türkiye’nin bu gruplara sağladığı iddia edilen lojistik destek oldu.
Türkiye sınırındaki bazı kasaba ve hatta sınır kapılarının denetimini ele geçiren, zaman zaman silahlı Kürt gruplarla zaman zaman da Özgür Suriye Ordusu’yla da çatışan bu gruplar, özellikle Batı’da derin kaygı ve Türk hükümetine karşı soru işaretlerine neden oldu. Başta ABD’li olmak üzere yabancı medyanın konuyu sürekli gündeme tutmasını eleştiren hükümet, son aylarda düzenlenen operasyonlarla Suriye’ye gönderilen silah ve mühimmata el koyup imaj düzeltme arayışına girdi.
Suriye’de çözüm bulunması için hemen herkesin bel bağladığı Cenevre 2 sürecine de çok sıcak bakmadığını ifade eden hükümet, gerçekleşmekte olan hazırlık toplantılarında Katar ile birlikte “Önce Esad gitsin” koşulunu öne sürüyor. Diğer ülkeler ise “Esad gidecek ama oluşturulacak geçiş sürecinin sonunda” diyerek, Türkiye ile Katar’ın koşuluna karşı çıkıyorlar.
Suriye merkezli gelişmeler, zorlu bir süreçten geçen Türkiye-ABD ilişkileri açısından da önemli oldu. Ancak Türk-Amerikan ilişkileri açısından asıl gerginlik noktası Gezi olayları oldu.
Diplomasiye Gezi etkisi
Mayıs ayı sonlarında başlayan Gezi Parkı olayları, Türkiye’nin, demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi temel değerleri paylaştığı Batı dünyasıyla ilişkilerini temelden sarstı. Barışçıl gösterilere verilen çok sert polis tepkisi, bazı göstericilerinin yaşamını yitirmesi, ifade ve toplanma özgürlüğünün yok sayılması, yüzlerce kişiye terör örgütü üyeliğine kadar varan suçlardan dava açılması, sosyal medya ve diğer yollar üzerinden kitlesel bir cadı avının başlatılması gibi anti-demokratik adımlara hem ABD’den hem de AB’den sert tepkileri de beraberinde getirdi.
Gezi olaylarının “büyüyen Türkiye”ye karşı uluslararası bir plan olduğu savunmasını dile getiren hükümet ve hükümet yanlısı medya, ABD-AB-Musevi lobisi-faiz lobisi ve ulusal taşeronlardan oluşan bir koalisyonu konu etmeyi tercih etti. ABD ve AB hemen her gün yaptıkları açıklamalarla hükümeti demokratik normları uygulaması konusunda uyarırken, Almanya’nın başını çektiği bazı AB ülkeleri Haziran sonunda açılması öngörülen “bölgesel politikalar” başlığının ertelenmesini sağladılar. Başbakan Erdoğan’ın AB’den giderek daha fazla şikayet ederken, Şangay Beşlisi olarak bilinen Şangay İşbirliği Örgütü’ne katılma mesajları vermesi de soğuk karşılandı.
Türkiye-AB ilişkilerinin gerildiği bu dönemin ardından hükümetin 30 Eylül’de açıkladığı “Demokratikleşme Paketi” her ne kadar tam tatmin edici olmasa da Brüksel’den “geçer not” aldı. Türkiye’yi kaybetmemek ve ilişkilerde geri dönülmez bir noktaya gelmemek için İlerleme Raporu’nda hükümeti “cesaretlendirici” bir dil kullanan Brüksel, yaklaşık üç ay sonra gündeme gelen yolsuzluk ve rüşvet operasyonu nedeniyle hükümeti yeniden uyaran açıklamalar yapmak durumunda kaldı.
Yargının bağımsızlığına dikkat çeken AB, soruşturma dosyalarının tam ve eksiksiz soruşturulması konusunda hükümeti uyarırken, Egemen Bağış’ın yerine AB Bakanlığı’na getirilen Mevlüt Çavuşoğlu’nun ilk icraatı Brüksel’e “içişlerimize karışma” yanıtını vermek oldu. Kullandığı alaycı ve aşağılayıcı dil nedeniyle Avrupalı siyasetçilerin ve diplomatların hedefinde olan Bağış’ın görevinden ayrılması da 2013 senesinin siciline işlenmeyi hak eden bir gelişme olarak görülüyor.
ABD ile zorlu sene
ABD ile ilişkiler 2013’de Ankara-Washington arasında soğuk rüzgarların estiği bir sene oldu. Başbakan Erdoğan’ın 16 Mayıs’ta gerçekleştirdiği Washington ziyareti, ABD lideri Barack Obama ile yaptığı son yüz yüze görüşme olarak kayıtlara geçti. Suriye ve Irak konusunda ters düşen, Obama’nın kişisel girişimiyle gerçekleştirilen “İsrail’den özür formülü”nü işletmeyerek hayal kırıklığı yaratan, Mısır’daki darbe nedeniyle ABD’ye demediğini bırakmayan ve iç siyasi gerilimlerde ABD’yi sorumlu tutan bir dil benimseyen Erdoğan hükümeti, son darbeyi de milyar dolarlık anti-balistik füze savunma sistemi ihalesinde ABD Kongresi’nin yaptırım uyguladığı bir Çin firmasını tercih ederek vurmuş oldu.
Erdoğan’ın ABD Büyükelçisi Francis Ricciardone ile neredeyse kişiselleştirdiği gerilim, geçen haftalarda “büyükelçiyi ülkemizde tutmak zorunda değiliz” noktasına dahi vardı.
Vicdani dış politika
Doş politikanın içinden geçmekte olduğu bu süreci en iyi özetleyen “değerli yalnızlık”, Başbakan Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı İbrahim Kalın’a ait. Türkiye’nin yalnızlaştığı ve etkisizleştiği eleştirilerine yanıt olarak bu kavramı kullanan Kalın, Başbakan Erdoğan’ın da sıkça ifade ettiği gibi vicdanlı bir dış politikaya işaret ettiğini açıklamıştı. Eleştirilerin odağında ise vicdanlı olunduğu kadar ulusal çıkarları gözetecek reelpolitik anlayışın ve diplomasi araçlarının da kullanılması, gerektiğinde politikanın gelişmelere bağlı yeniden gözden geçirilmesi gibi manevraların uygulanmaması bulunuyordu.
2013 penceresinden bakıldığında bir taraftan değerler ve vicdan söylemini kullanan, diğer yandan Suriye’ye sonuçları öngörülemeyen bir askeri harekat baskısı yapan; bir yandan bölgesel liderlik hırsını yaşarken diğer yandan bölgedeki üç ülkede büyükelçisi olmayan bir ülke görüntüsü çizen Türkiye, bu çelişki politikası nedeniyle bölgesel ve dolayısıyla küresel barış ve istikrara katkı yapamayan bir tablo çizmeye devam ediyor.