Radikal Gazetesi'nden Nuray Mert, Türk basınındaki yazarları tren kazasındaki tavırlarını yakın plana aldı. Mert'in özel dikatiyle ortaya çıkan tablo bakmaya değer.
Abone olTürk basınında sözünü esirgemeyen kalemlernden biri olarak Nuray Mert, Sakarya'daki tren kazasının ardından gazete ve gazetecilerin aldığı pozisyonu değerlendirdi. Nuray Mert'in bugünkü Radikal Gazetesi'nde yayınlanan dikate değer değerlendirmesini aynen aktarıyoruz: Demokrasi kazası Tren kazası, tam bir demokrasi kazası haline geldi. Konuya geçen yazıda başladığım yerden devam edeyim. Beni, iktidarın kaza sonrası tavır ve üslubundan da çok, İslamcı veya muhafazakâr basının tavrı üzdü, hayal kırıklığına uğrattı. Zira, hadi, iktidarın tavrı, Türkiye'nin siyasal kültürü çerçevesinde alışıldık bir durum, ya başörtüsü, konu imam-hatip okulları olunca demokratlığı bayrak yapan medyanın tavrını nasıl açıklayacağız? Türban konusunda da, imam-hatip konusunda da ne düşündüğümü, beni okuyan herkes biliyor, ama, sorulması gereken önemli bir soruyu es geçemeyiz; demokrasinin, hatta insanlığın sınırı başörtüsü ve imam-hatiple mi başlayıp bitiyor? Görünen o ki, bazıları için öyle. Öyle olduğu için de, bu sorunlara sahip çıkmak giderek zorlaşıyor, ikna ediciliğini, saygınlığını yitiriyor. Bakın kazanın hemen ertesinde, kraldan çok kralcılığa soyunan Vakit gazetesinin manşeti şu; 'Makinist hatası'! Baş köşede, Ali Karahasanoğlu, olayın sorumluluğunu, hükümet ve münhasıran bu seferi alelacele başlatan bakanlık hariç, her şeye fatura etme çabası içinde, 'Bilim adamları filim adamı olursa!...' (24 Temmuz 2004) başlıklı bir mantık şaheseri döşenmiş. Efendim, Türkiye'de bilime saygı o kadar zedelenmiş ki, o nedenle, kimse bilim adamlarına güvenemez olmuş. Bununla bitmiyor, ertesi ve bir sonraki gün devamı geliyor; 'Kazanın baş sorumlusu YÖK!' (25 Temmuz) ve 'Yoksa makinist İLH'li miymiş?' (26 Temmuz). Bu mantık silsilesi içinde iş geliyor, 'Niçin Türkiye'de makinist yetiştiren yüksekokul yok?' sorusuna kadar dayanıyor. Bu noktadan sonra, gazetede yayımlanan, diğer savunma yazılarına değinmeyi gereksiz buluyorum. Irak tezkeresi konusunda, son derece çoksesli, mesafeli bir yayın yapan Yeni Şafak gazetesi de, bu kazaya kurban gitmiş vaziyette. Daha sonraki günlerde, Kürşat Bumin, Ali Bayramoğlu, Akif Emre gibi köşe yazarları eleştirilerini dile getiriyorlar, ancak, kazanın hemen ertesinde Yeni Şafak, 'resmi gazete' gibi; Cumartesi manşet; Ulaştırma Bakanı'nın beyanı, ertesi gün ise, '20 saniyelik hata'. Daha kötüsü, başyazarlardan ve saygın bir isim olan Ahmet Taşgetiren'in, kazadan sorumlu olanlar yerine, onu eleştirenleri , hükümeti 'ayak sürçtüğü anda üzerine çullanmaya hazır' diyerek suçladığı, 26 Temmuz tarihli yazısı. Dahası, Yalçın Akdoğan'ın, 'Tren kazası ve meslek ahlakı' başlıklı talihsiz yazısı! Dikkatiniz çekerim, eleştirel basını, 'siyasal mühendislik'le suçlayan Akdoğan, Başbakan'ın danışmanlarından. Malum, 'siyasal mühendislik' muhayyel bir yakıştırma, ama Başbakanlık danışmanlığı değil. Nitekim, gerek kendisinin, gerek, milletvekili-danışman Ömer Çelik'in Sabah gazetesindeki yazılarında danışmanlıkla, 'savunmanlık', (Vakit gazetesindeki yazıların düzeyinde olmasa da) fazlasıyla karışmış vaziyette. Bu durumda, meslek ahlakından söz edilecekse, iktidar danışmanı olan kimselerin köşe yazarlığı konusundan başlamakta yarar var. Sözün kısası, tren kazası, başta da söylediğim gibi, tam bir demokrasi kazasına dönüşmüş vaziyette. Demokratlığı geçin, siyasi-insani duruş konusunda ne noktada olduğumuz ortada. Bunun sadece AKP ve yandaşı basına özgü bir durum olmadığı kesin. Ancak, demokrasi tartışmasının tam merkezinde yer alan, başörtüsü ve imam-hatip gibi konularda taraf olarak gözüken kesimin bu türden bir zaaf içinde olması fazladan üzüntü verici ve düşündürücü.