Anayasa Hukukçusu ve yazar Mustafa Erdoğan, Tercüman'da kaleme azdığı yazılarla ezber bozmaya devam ediyor. Erdoğan bu kez de kadrolaşmanın faydalarını anlattı.
Abone olHacettepe Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi'nde kaleme aldığı yazılarla 'ezber bozmaya' devam ediyor. Erdoğan son yazısında bilinenin aksine kadrolaşmanın rasyonel temelleri üzerinde okurlara bir ufuk turu yaptırıyor. İşte Erdoğan'ın tartışılacak yazısı: Ben kendimi bildim bileli muhalefetteki partiler iktidar partisinin veya partilerinin "kadrolaştığı"ndan yakınır. Bununla beraber, bütün partilerin kadrolaşma suçlamasından yara alma derecesi aynı değildir. Nitekim, sağcı-muhafazakâr partiler ile "dinci" partilerin kadrolaşmaları "establishment" ve müttefiki büyük medya tarafından şiddetle eleştirilirken, aynısı "sol" diye takdim edilen ama aslında Kemalist olan partiler için genellikle söz konusu olmaz; hatta bunların "kadrolaşması" olağan sayılır. Ben öteden beri ideolojik eğilimleri ne olursa olsun iktidardaki partilerin "kadrolaşması"nı prensip olarak doğal ve meşru görürüm. Kadrolaşmadan kastettiğim de, iktidara gelen bir partinin bürokrasinin kilit mevkilerine uyumlu çalışabileceği ehil kişileri getirmesidir. Tabiî, bunu söylerken, görevlendirmelerde ehliyet ve liyakata riayet edileceğini, bu görevlerden alınan kamu görevlilerinin hukukunun gözetileceğini ve "kadrolaşma"nın üst kademe yöneticileriyle sınırlı kalacağını varsayıyorum. Ama ne yazık ki, uygulamada bu üç şartın hepsiyle de ilgili ciddî problemlerimiz var. Daha doğrusu, böyle bir duyarlılığın gözetilmemesi bizde bir gelenek halini almıştır. * * * Bu kadim suçlamanın Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimine de yöneltilmiş olmasında şaşılacak bir şey yok. Özellikle, yakın geçmişte silahlı kuvvetlerin de yardımıyla sistem tarafından devre dışı bırakılmış olan İslamcı siyaset geleneğinden türemiş olduğu nazara alındığında, kadrolaşma ithamının bu partiye daha yüksek sesle yöneltileceği tahmin edilebilir bir şeydi. "İslâmcı" veya "gizli şeriatçı" olarak niteledikleri AKP'nin iktidarını hazmedemeyenlerin bu nedenle ona bu konuda da kimi haksız ithamlar yönelttiklerine şüphe yok. Bu bakımdan mesele, bu özel durumu göz ardı etmemiz halinde, AK Parti'nin bu suçlamayı ne derece hak ettiğidir. Ve söylemeliyim ki, Erdoğan hükümetine yöneltilen kadrolaşma suçlaması büsbütün dayanaksız değildir. Benim izlenimlerime göre, bu hükümetin, yukarıda işaret ettiğim üç şarttan özellikle birincisine riayet konusunda ciddî sorunları vardır. Nitekim, hükümetin kontrol ettiği kamu mevkilerine yapılan atamalarda "ehliyet ve liyakat"tan çok, veya ondan önce, partililiğin esas alındığına dair kanaat muhafazakâr çevrelerde bile yaygındır. Öyle görünüyor ki, revaçta olan yol, uzman veya işinin ehli kişiyi aramak yerine, adı-sanı duyulmadık ama "bizden" bir kişi bulmaya çalışmaktır. Bu bazan, o makamın resmi görevlisi işinin ehli olsa bile eğer siyasî kökeni başka yerlerde ise, önemli konularda onu atlayarak iş yapmak şeklinde ortaya çıkıyor. * * * Ayrıca, bana ulaşan birçok kişi, Erdoğan hükümetinin kadrolaşma politikasının onun "merkez sağ"a yerleşme stratejisiyle de uyuşmadığını söylüyor. Şunu anlatmak istiyorlar: Bu hükümet kilit mevkilere atama yaparken, sol-sağ ideolojik ayrımı gözetmemek şöyle dursun, orta sağı bile kucaklamaktan kaçınmakta ve tercihini daha ziyade Refah-Fazilet çizgisinden gelen kadrolarla sınırlı tutmaktadır. Hatta, bu sınırın yer yer daha da daraldığı ve Başbakan'ın kilit mevkilere, görevin gerektirdiği gereklere uygunluk ve ehliyet kaygısı gütmeksizin, genellikle İstanbul Belediyesi'ndeki eski ekibinden kişileri atadığı söylenmektedir. Bu yanlış politikanın hükümetin genel performansını da etkilediği tahmin edilebilir. Meselâ, yükseköğretim reformu meselesinde geri adım atmak zorunda kalınması sadece "sistem"in direnişiyle ilgili olmasa gerektir; bunda, Bakanlığın birlikte çalıştığı ve danıştığı kadronun bu iş için yeterlilik derecesinin de her halde etkisi vardır. Bunun gibi, Ulaştırma Bakanlığı'nın "hızlandırılmış tren" projesindeki dramatik fiyaskoyu da belki bu faktörle açıklamak gerekir. Keza, geçenlerde Dışişleri Bakanlığı'ndaki bir kadroya yapılan atamanın hüzünlü bir istifayla sonuçlanması da aynı faktörle ilgili olabilir. * * * Ben şahsen kimi atamalara çeşitli biçimlerde muttali olduğumda (bazan "Ben falan kurumun genel müdürüyüm" diye birisi kendini tanıttığında veya bir vesileyle muhatap olduğum böyle bir kişinin kimliğini düşündüğümde) "Neden bu ismi daha önce hiç duymamıştım?" diye kendi kendime sorduğum veya "Allah Allah! Bu makamda bu kişiyi göreceğim hiç aklıma gelmezdi!" dediğim oluyor. Zaman zaman, konuya aşinalığımdan dolayı, bana "Kim bu? Tanıyor musun?" diye sorulduğunda da cevap veremediğim durumlar olmuyor değil. Kişiliğine güvendiğim başka bazı dostların da buna benzer tecrübeleri olduğunu biliyorum. O zaman ister istemez insanın aklına, atamalarda sırf AK Parti'yle ideolojik akrabalığın önemsendiği geliyor. Bu tür yanlışlardan sakınmak aslında hiç de zor değil. Benim basit bir formülüm var: Önemli bir makama atama yapılması söz konusu olduğunda, sadece Parti'lilerin aklına gelen isimleri atamaktan kaçınmak. Çünkü, önemli olan, Parti'lilerin aklına gelen ismin başkalarının da aklına gelmesi veya en azından bunu duyan başkalarına da o ismin makul gelmesidir.