BIST 9.550
DOLAR 34,54
EURO 36,01
ALTIN 3.005,46
HABER /  GÜNCEL

Tenasul uzvundan elektirik verdiler

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu Zaman'dan Nuriye Akman'a 12 Eylül'le başlayan işkence günlerini anlattı.

Abone ol

Anlattıkları insanın tüylerini diken diken eden Yazıcıoğlu, "Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, T şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım."dedi. Çektiğim işkencelere isyan etmeliydim 12 Eylül öncesinde Türkiye’nin her tarafında sıkıyönetim olduğu halde, neden olaylar önlenemedi de 12 Eylül sabahı, ne kadar örgüt varsa hepsi bir gecede yakalandı? Bunların isimleri, adresleri belli olduğuna göre neden o güne kadar beklendi? General Bedrettin Demirel “İhtilale bir yıl önceden karar vermiştik, ama henüz olgunlaşmamıştı.” demişti. O bir yıl içinde sağcı solcu binlerce genç hayatlarını kaybetti, binlercesi de suçlu duruma düştü. Buna neden izin verildi? Cevapları verilmeyen o kadar çok soru, o kadar değişik işkence metotları ve hesabı dürülmeyen o kadar çok işkenceci oldu ki. Sorularımızı unuttuk, bari yaşananları hatırlayalım dedim. İhtilalin kaçıncı günü alındınız? Şubat ayının sonuna kadar teslim olmadım. “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” diye bir dava organize edildi. Bize teslim ol çağrıları yapıldı. Kızılay’da bir büroda kalıyordum. Bir gün kapım çalındı. Ben “Üzerimi giyiyorum” diye seslenince, “Namahrem misin ya!” diye bağırarak kapıyı kırdılar. Zeki Kaman adlı bir komiser, “Yazıcıoğlu, nasıl bulduk seni!” dedi. Kapının önüne çıktık. Her taraf sarılmış. Arabanın oraya geldiğimde, birkaç taraftan vurdular. Arabada darp yapmak istediler, karşı koydum. Dürüst Oktay adlı başkomiser, “Dokunmayın, biz teslim ettikten sonra ne yaparlarsa yapsınlar” dedi. Atatürk Öğrenci Yurdu’nun önünde gözümü bağlayıp ellerimi kelepçelediler. Başka bir ekibe devrettiler. Ama gerçekte devir miydi, yoksa o süsü mü verdiler, anlayamadım. Bir nizamiyeden geçtiğimi anlıyorum. Kolumdan tutarak indirdiler. Daha orada sağımdan solumdan arkamdan tekme atmaya başladılar. Bağırıyor musunuz o anda? Hayır, yalnız “kolumu bırakın” diye direndim. Arkadan enseme vuruldu, kafam bir yere çarptı ve alnımdan aşağıya doğru ılık ılık kan aktı. Hakaret ede ede, vura vura götürdüler, ayakkabılarımı, çorabımı çıkarttılar. Bir kalasın üzerine sırt üstü yatırıldım ve iple bağlandım. O zamanki Ülkü Ocakları, MHP Gençlik Kolları’nda görev yapmış ama henüz yakalanmamış olan kişileri soruyorlar. Aklınızdan ne geçiyor? Kendi vicdanımda doğru kabul ettiklerimin dışında bir şeyi asla kabullenmeyeceğim. Gerekirse bir ülkücü işkence masasında ölür. Böyle bir psikolojiyle karşı koyuyorum. Beni yatırır yatırmaz serçe ve ayak parmaklarımdan devreyi tamamlayacak şekilde cereyana verdiler. Bundan çok etkilenmedim. Sonra bütün çamaşırlarımı çıkarttılar. O zaman haya duygusuyla direnmeye başladım ve orada ilk hatayı yaptım. Çünkü yapılandan etkilenmiş olduğumu anladılar. Eyvah! Kollarım açık olarak, üzerime omuzumdan bir kalas bağladılar, T şeklini aldım. Bir sandalyenin üzerine çıkartıldım. Kalas tavanda bir yere çengellere asıldı, sandalye altımdan çekildi, havada sallanarak boşlukta kaldım. O şekildeyken küçük parmağımdan ve tenasül uzvundan elektrik verdiler. İşkenceden ziyade soyundurulmuş olmaktan etkilendiğim anlaşıldığı için, sonraki sorgulara soyundurularak alındım. İşkence yapan karma bir timdi Bunları yapan asker mi, polis mi? Polis ve askerden oluşan karma bir tim olduğu kanaatindeyim. Zaten askerî savcıların kontrolünde, askerî bir ortamda yapılıyor. Sonra beni askıdan indirip bir demir parmaklığa götürdüler. Bileklerimden panele kelepçelediler. Yan odada da sorgulama yapılıyor, işkence sesleri geliyor. Orada herkese “komutanım” demek zorundayız.. Onlar size nasıl sesleniyor? Bizim adımız da “lan”. Bir ara omuzuma bir ot yastık kondu. Çok rahatladım. Herhalde birisi bana iyilik yaptı dedim. Ama bir müddet sonra yastık ağırlaştı.. Dedim ki, “Şu yastığı öbür tarafa kor musunuz?” “Yasak lan” dedi. Anladım ki yastık da işkencenin bir parçası. Yemek yok. Su içmek yasak: Bir, psikolojik baskı gerekçesi olarak. Bir de cereyana verildiğimiz için, vücut susuz kalıyor, ani bir su içme halinde iç kanamadan ölümler meydana geliyormuş. Bazı arkadaşlarımızın tuvalet ihtiyacı için gittiğinde, oraya buraya dökülmüş sulardan eliyle alıp yaladıklarını biliyoruz. Bizi soyundurdukları zaman, üzerimizden bir kova su dökülüyor. Vücudumuzda elektrik akımı gezdirildiğinde o su, her tarafımızı birden etkiliyor. Ayaklarımızın altına falaka vuruldu. Bir arkadaşımız, araba lastiğinin içinde sıkıştırılarak döndürüldü. Yüzlerce arkadaşım işkenceyi benden çok daha ağır yaşadı. Bahçelievler katliamından da sorgulandınız mı? Evet. “Konuyla ilgili bilgim yok” dedim. “Haluk Kırcı’yı tanıyor musun?” diye sordular. “İsmini duydum ama ilişkim yok.” dedim. Ağzımı bantladılar, içeriye bir kişi getirip sordular: “Muhsin Yazıcıoğlu’yla nerelerde buluştun?” O da “Ankara’ya geldiğimde Ülkü Ocakları Genel Merkezi’ne gittim, şöyle oldu, böyle oldu” diye anlatmaya başladı. Onu dışarıya çıkarttılar, benim ağzımı açtılar. “Şimdi söyle lan” dediler. Dedim ki: “Bu kişi kim bilmiyorum. Gözlerimi açın. Yüzleşelim. Söyledikleri doğru değil.” İddiası ne? İşte diyor ki “Ben Bahçelievler olayından sonra Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına gittim, kendisi bana ne yapacağımı sordu. “Beyrut’a gitmek istiyorum” dedim. O benim Antalya’ya gitmemi önerdi.” Dolayısıyla beni, o olayla ilişkilendirmiş oluyor. Sonra ikimizi yüzleştirdiler. “İsmi ne bu arkadaşımızın?” dedim. “Haluk Kırcı” dediler. Dedim ki “Haluk bu söylediklerin olmadı. Ben seninle hiç görüşmedim. Niçin bunları söylüyorsun?” Bu sefer benim dizlerime postallarla vurarak, “Yönlendirme” dediler. Sonra ona döndüler, “Evet Haluk sen ne diyorsun?” dediler. Dedi ki: “Ben Muhsin Yazıcıoğlu’nu hiç görmedim.” Bu sefer beni hemen kaptıkları gibi dışarı çıkarttılar, sonra Haluk’un feryatları içerden geldi. Bu defa onu askıya aldılar. Orada yirmi günden fazla kaldım. Geceleri hücrede mi yatıyorsunuz? Hep sandalyede bağlı oturuyoruz. Hiç yatmadık 20 gün. Sonra, Haluk Kırcı ile savcının önünde karşı karşıya geldik, gözlerimiz açık. Beni görür görmez, “Abi özür diliyorum. Bana ısrarla ifadende, Muhsin Yazıcıoğlu’na yer vereceksin dediler. Ben de nasıl olsa yakalanmamıştır, sırf oradan bir an evvel çıkayım diye bunları söyledim.” dedi. İdam edilebilirdim! Siz onu, Bahçelievler katliamının sorumlusu olarak mı tanıyorsunuz o zaman? Hayır, basında çokça çıktı ama ben onun katil olduğunu düşünmüyorum. Bakın, ben geriye giderek bir olayı daha ifade edeyim. İşkence 12 Eylül öncesinde de yaşandı. 1979’da beni yine evden aldılar. Mamak’ta 2,5 metrekarelik bir hücreye koydular. Mazgalı da kapalı. Dört gün sonra kapı açıldı, biri geldi, gözümü bağladı. Kollarımdan tutup bir yere götürdü. “Evet Yazıcıoğlu, dışarıda ne oldu biliyor musun?” dedi. “Bilmiyorum”, dedim. “İhtilal oldu. Türkeş de başka bir yerde sorgulanıyor, senin gibi. Hepiniz toplandınız” dediler. “Hayırlısı olsun” dedim. “Hasanlar Kıraathanesi diye bir yer hatırlıyor musun?” dediler. “Yok” dedim. “Hani Seyranbağları’nda bir baskın yapıldı” dediler. “Ha evet” dedim, “Hatırlıyorum. Sivas’a giderken Yozgat civarındaydım, arabanın radyosundan Seyranbağları’nda bir kıraathanenin basıldığını ve orada birkaç kişinin öldüğünü dinledim. Hemen Ankara’yı aradım: Bu neyin nesi, bizimle bir ilgisi var mı? Onlar da hayır bizimle bir alakası yok dediler” dedim. “Sen bu olayla ilgili birisine görev verdin mi?” dediler. “Hayır”, dedim. “Çağırın şu vatandaşı” dediler. İçeriye birisi alındı. “Anlat bakayım oğlum” dedi birisi. O dedi ki: “Ben bir gün genel merkeze geldim, genel başkan seni çağırıyor dediler, Muhsin Yazıcıoğlu’nun yanına çıktım. ‘Şu anda solcuların lideri Hasanlar Kıraathanesi’nde oturuyor. Gidin onu halledin’ dedi bana. Ben de yanıma bir arkadaşı aldım, gittim. Masadakilerin hepsini vurdum. Sonra da geri döndük, Yazıcıoğlu’na görevimizi yaptığımızı söyledik.” Onu dışarı çıkarttılar. Sorguyu yapan “Şimdi söyle bana Muhsin” diye sordu. Ben de “Böyle bir şey söz konusu değil. Neye dayanarak bunları söylüyor. Beni yüzleştirin” dedim. Beni epey zorladılar. Sonra beni Ankara Emniyeti’ne götürürlerken kelepçe vuran bir görevli, bana bir sempati gösterdi. Ondan cesaretlenerek, “Dün beni nereye götürdüler?” diye sordum. “Cezaevi müdürünün odasına götürdüler”. “Kim vardı?” dedim, “Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden bir baş komiser vardı” dedi. Kim o? Dürüst Oktay. 12 Eylül’de de sizi alan kişi Evet. Emniyette beni bir hücreye koydular. Orada da askıya alındım, işkence gördüm, cereyana verildim. Sonra savcılığa götürülürken benden emir aldığını söyleyen delikanlı ile göz göze geldik. Mehmet Ali Aksümer diye bir genç. “Abi çok özür diliyorum. Benim bacağımda yaram var. Kangren ederiz yaranı dediler, yaramı sıktılar. Bana işkence yaptılar. Seninle ilgili ifade vermem için zorladılar. Önüme birkaç tane olay koydular. Bu olaylardan birisini üstlenmemi ve seni suçlamamı istediler. Ben de bu olayı kabul ettim” dedi. “Ne biliyorsan söylersin savcıya” dedim. “Ben” dedi, “O olay olduğu tarihte cezaevindeyim.” Ha onun için onu seçmiş ki, daha sonra kanıtlayabilsin. Evet. Hamdi Sevinç diye bir askeri savcının karşısına çıktık. Çocuk söylediklerini savcıya anlatmasına rağmen dikkate almayıp tutukladılar beni. 38 gün, Mamak Askeri Cezaevi’nde tecrit hücresinde kaldım. Sonra, yüksek mahkeme dosyamı inceledi, bu çocuğun o tarihlerde cezaevinde olduğuna dair belgeler geldi, beni bıraktılar. Burada önemli bir ayrıntı daha var. O arada simit satan bir çocuk, bu Ali Aksümer’i teşhis ediyor, “Katliamı bu yaptı” diyor. Sonradan onun da bir emniyet piyonu olduğu anlaşıldı. Ancak, düşünüyorum da bu Mehmet Ali Aksümer olay tarihinde cezaevinde olmasaydı, ortada bir tanıklık olduğu için Muhsin Yazıcıoğlu idam edilmişti. Sizin bir de kafes hikayeniz vardı. Mamak Cezaevi’nde kafes diye bir yer var. Üç tarafı demir parmaklıklarla çevrili. Biz de girdik o kafese. Her hareket için izin almak zorundasınız. İzinsiz oturduğunuz için coplanıyorsunuz. İster bir kişi ol, ister yirmi kişi, belli saatlerce kalk, rahat, hazır ol, yerinde say, uygun adım marş. Kafesin içinde dört dönüyorsunuz. Ayağını şaşırttın. “Gel bakayım”, dayak. “Niye gözüme baktın? Tavana bakacaksın” dayak. Solcular da, ülkücüler de aynı kafeste. Konuşmak yasak. Kesinlikle, sağına soluna bakamıyorsun. Sadece önüne bakacaksın. Çağrıldığın zaman tavana bakarak gideceksin. Kafeste marş söyletiliyor mu? Evet. İzmir Marşı, Eskişehir Marşı. Saat 16’da İstiklal Marşı söylettiriliyor. Tuvalet ihtiyacınız oldu, uygun adım marşla gidiyorsunuz. Ben bunu yaşamamak için hiç tuvalete gitmek istemedim. Sonra koğuşa gönderildim. 51 kişiyiz, 7’si ülkücü, gerisi sol gruba mensup. Nöbetleşe karavana almaya gidiliyor. Orada sorular soruyorlar. Cevap veremeyenler ve bağırarak söylemeyenler dayak yiyor. Zemin bir iki üç diye bir koğuş var Mamak’ta. Orada kalanlardan birinde tetanos çıktı, birine verem teşhisi kondu. Dilekçeler yazdırıyorlar diyorlar ki: “Bu koğuş sağlıksızdır, kapatılsın.” Hiç cevap verilmiyor. Bir gün, Kenan Evren, Erzurum’da konuşma yapıyor. Megafondan da cezaevine dinletiyorlar. Evren diyor ki, “Bizi denetlemeye hakları yok. Biz bağımsız bir devletiz.” Halbuki o konuşma sırasında cezaevi içinde Avrupa’dan gelen İnsan Hakları Komitesi dolaşıyor. Ülkücüler, “Kendi devletimizi yabancı birisine şikayet etmeyiz” diyorlar. “İşkence oldu mu?” deyince, “Türk devleti işkence yapmaz. Bu bizim iç sorunumuzdur” diye milli bir duyarlılıkla konuşuyorlar. Şikayet etmeyi kabullenemedik Bunun adı milli duyarlılık değil ki. Suça ortak olmak. Yabancılara şikayeti onurumuza yediremiyoruz. Bu milli gururumuzu incitiyor. Uzun süre şikayet etmemekte direndik. Ama bir gün, İnsan Hakları Komitesi koridordan geçerken bizim çocuklardan birisi, Almanca olarak “Zemin bir iki üçü kontrol edin” diye bağırdı. Heyet duruyor, kapıyı açtırıyor. O koğuşa giriyorlar, sadece bir kokluyorlar ve diyorlar ki: “Bu koğuşta insan yaşayamaz, kapatılsın.” 45 dakikada koğuş kapatıldı. Ondan sonra başka bir psikolojiye kapıldık. Yani kendi devletimize, hukukumuzu koruması için yaptığımız müracaatlara cevap verilmiyor, ama dışarıdan biri geliyor ve bunu kapattırıyor. O olay, yaşadığımız işkencelerin mutlaka anlatılması gerektiğini ortaya çıkarttı. Ama biz yine de ailelerimize işkence gördüğümüzü söylemedik. Üzmemek için mi? Üzmeyelim diye. Ama sol grup, böyle değil. Annesiyle görüş kabinine girdiği anda feryadı basıyor. Onlar da hemen oradan çıkıyor, Başbakanlık’ın önüne gidiyorlar. Aileleriyle ellerini arkada tutarak görüşüyordu arkadaşlarımız, şişlikleri görmesinler diye. Ben hiç ailemi ziyarete istemedim. Sadece açık görüşte, bayramlarda benim ailem geldi. Bizde yaşadıklarımızı abartma değil de, azaltma gibi bir özellik var. Genel olarak bir ülkücü karakteri bu. Ben cezaevinde arkadaşlara yazı yazın, şiir yazın dedim. Bir kompozisyon yarışması verdim. Orada kader konusunu inceleyeceksiniz dedim. Cezaevindeki arkadaşlarımız içersinden edebiyatçı, şair, roman yazarı çıkmalı. Bunları yalnız onlar yazabilir. Ancak, tevekküle sahip olan birisinin acılarını dışarıya yansıtabilmesi, o acılarından şikayet ederek bir roman, bir hikaye, bir şiir çıkartması son derece zordur. Bunu bir eksiklik olarak görüyor musunuz? Biz elbette kaderimize değil ama yaşadıklarımıza isyan etmeliydik. Bu kadere isyan değildi ki. Kadere karşı gelmek değildi. Bir hamlık vardı o zaman hepinizde. Aslında bu hayat görüşünde bir hamlık değil. Başkalarının hayatını sona erdirmek Allah’ın iradesindedir. İşkence, zulüm, dinimizin reddettiği bir eylem. Haksızlık ve adaletsizlik kabul edilmeyecek bir yaklaşım. Tabii bunu kendimiz yapmadığımız için başkasının yapmasını da istemiyoruz, karşı çıkıyoruz. Fakat dışarıya feryat ederek, ağlamak, sızlamak, bağırmak, çağırmak da onurumuza yediremediğimiz şeyler. Bunun altında biraz kibir de var ama... Kibir mi dersiniz, gurur mu dersiniz yoksa bu feryadı da aşağılanma gibi algılayan bir psikoloji mi? Biz bu kötü muamelelerin hepsini beraber yaşadık. Sola ne yapılmışsa, bize de aynısı yapıldı. Ama solda isyan kültürü var. Bu isyan kültürünün getirdiği tahrikle karşı tarafta çatışma ortamına daha fazla girme eğilimi var.