Tasavvufu doğru anlamak
Tasavvufun gayesi, mümini Rabbinin rızasına yaklaştırmak ,ve mü'minin yüreğinin merkezine islamı koymaktır.
Tasavvufun gayesi, mümini Rabbinin rızasına yaklaştırmak ,ve mü'minin yüreğinin merkezine islamı koymaktır.
Tasavvuf : şeksiz ve şüphesiz tam bir teslimiyet ile Hz.Muhammed'in sünnetine ittiba etmektir.
Tasavvuf : İzzet ve şerefin Allah ve Resulune ait olduğunu idrak etmektir.
Tasavvuf : Herkesin tek bir sultana , yani Hz.Muhammed'e itaat etmek zorunda olduğunu kabullenmektir.
Tasavvuf : Hz.Muhammed Mustafa'nın(sav) yaşadığı İslam'ı yaşamaya çalışma sanatıdır.
Tasavvuf : Hz.Muhammed(sav)'in sünnetini ihya edenler ile birlikte olma şuuru içinde olmaktır.
Tasavvuf : Kurtuluşun sadece Hz.Muhammed(sav)'in mübarek ellerini tutmaktan geçtiğini unutmamaktır.
Tasavvuf : tüm zamanların tek liderinin Hz.Muhammed olduğunu ve tüm mürşidlerin sadece o liderin kapısının eşiğinde birer talebe mesabesinde olduğunu idrak etmektir.
Tasavvuf başka bir ifade ile : Dünyanın şatafat ve zevklerine kapılmış olan nefsi, bir öğreticinin disiplini altında sahibine ulaştırmaktır. Burada öğretici mürşittir. Savurgan nefsin sahibi ise mürittir. Bizim bildiğimiz, bizim övdüğümüz, bizim kabul edebildiğimiz tasavvuf budur.
Yoksa mürşide; Yüce Rabbin sıfatlarını yakıştıran veya Hz. Peygamber'in (s.a.v.) 'ismet' yani günahsızlık sıfatını uygun gören bid'at ve hurafe ehli ile bizim işimiz olmaz. Böyle birşeyi asla kabullenmeyiz.Tasavvufun onlarla işi olmaz. Onların da tasavvufla işi olmaz. Gerçek bir mürşid bizlerde Allah'ın rahmetine muhtaç olan kullarız ,der. Bunu söylemekten asla çekinmez. Çünkü eski zamanlarda yaşayan tasavvuf sahasının önde gelen mürşidleri böyleydi. Onlar kendilerini Allah'ın kapısında rahmete muhtaç birer kul olarak görürlerdi. Övünmezlerdi. Ahiretin tek bir sözcüsünün olduğunu oda sadece ve sadece Hz.Muhammed olduğunu iyi bilirlerdi. Kendilerinin ise Hz.Muhammed aşkına talip olan birer kul olduğunu ifade ederlerdi. Tıpkı Mevlanın : Ben seçilmiş kul olan Hz.Muhammed'in(sav) yolunun tozuyum , ifadesinde görüldüğü gibi.
Tasavvufun terbiyesine giren mürit, zaman zaman şu kavramlarla kendini sorgulamalıdır.Her müridin, yani Allah'ı murad edenin aşağıdaki halleri nefsinde tartması lazım...
***
İhsan makamında mısın? İhsan nedir ? İhsan şudur : Yüce Allah'a ibadet ederken O'nu görmesen bile O'nun seni gördüğünü bilmendir. Abdest alırken, alışveriş yaparken, gülerken, ağlarken, adım atarken O'nun seni gördüğünü düşünmendir. O halde sormalı mürit, ihsanda mıyım?
Eğer mürit, ben bütün bunları yaparken mürşidimin rızasını istiyorum veya mürşidim benim her halimi görüyor diyorsa tehlikeli bir uçurumun kenarındadır. Bu anlayış İslam akaidine aykırıdır. Hiçbir mürşide bu gözle bakılmamalı. Mürşide , Hz.Muhammed (sav)'in öğrettiği yolu öğreten bir üstad olarak bakılmalıdır. Ötesinde ki bir fazileti yüklemekle bilin ki o mürşit o makamlara ulaşamaz. Siz istesenizde o makama kendisini ulaştıramazsınız. Ulaştırdığınızı düşünürsünüz. Sizin o makamları kendisine izafe etmenizin hiçbir kıymeti yoktur. Allah'ın kendisini gördüğü makam önemlidir, kulun mürşide izafe ettiği makamlar değil. Kişi hocasını üstadını mürşidini sevmesi güzel bir erdemdir. Üstadına hüsn-ü zan içinde olması ve üstadını bir veli kul olarak telakki etmeside güzel bir erdemdir. Fakat aşırıya gitmedikçe. Hatasız ve masum olanlar sadece peygamberlerdir. Peygamberler dışında ki tüm kullar heran hataya gitmeye müsaittir. Çünkü vahiy ile muhatap değildir. Ancak vahiy alan peygamberler hata yapmaktan korunurlar. Bu yüzden mürid için ölçü , hocasını üstadını mürşidini peygamber efendimizin sünneti dairesi içinde sevmeye çalışmasıdır. Yani , mürşidine bağlılığı mürşidinin sünnete ittibasına bağlıdır. Peygamber efendimizin sünnetine ittiba etmedikçe kim olursa olsun tabi olunmaz. Arkasından gidilmez. Ölçü her çağda Hz.Muhammed(sav)'dir. Gerçek bir mürşid zaten Peygamber efendimizin gölgesini takip eder gibi sünnetini takip eder. Gerçek bir mürşid sünnete olan ittibası ile kendini her toplumda hissettirir.
Mürid şunuda unutmaması gerekir ki , islam aleminde islama hizmet eden on binlerce insanın olduğunu ve sadece kendi mürşidinin islamı irşad etmediğini bilmesi gerek. İslamı sahih sünnet dairesi içinde hizmet eden tüm toplumları kendi meşrebi gibi aziz ve iffetli görmesi gerekiyor. İslamı sahih sünnete dayalı yaşayan,yani ehl-i sünnet'e ittiba eden her gruba saygı duymayı ve onlarla aynı kıbleye ve aynı peygambere iman ettiğini unutmaması gerekiyor.
Sor kendine zikir makamında mısın? Zikir hayatında her daim Allah'ı tefekkür halinde misin? Allah ile arana giren bir anlık dalgınlığı bile bir ihanet gibi görüyor musun? Zikir yaparken mesela, La ilahe illallah derken, O'na sesleniyor musun, yoksa nefsini O'na kul mu ediniyorsun. Rabbini duy ey nefsim mi diyorsun, yoksa Rabbim duy bu nefsimi mi diyorsun. Derdin sesini duyurmaksa doğru bir yerde değilsin. O zaten seni duyuyor. Senin derdin kendine O'nu duyurmandır. Bunu unutma...
Sor kendine tövbe makamında mısın? O'ndan gayrisini bir saniye öne koyduysan, Rabbinden başkasına bir an dahi meylettiysen, bütün tövbelerin altüst olmuştur. Tövbelerinden ötürü tövbe edip arınman, samimiyetsizliğinden dolayı rıza kapısına diz çökmen lazım.
Tevekkül makamında mısın? Rabbin vekilin midir? Her işinde rızanı ve kalbini O'na havale ettin mi, yoksa sebepleri gaye mi edindin. Tedbiri alıp, O'na teslim olmak tevekküldür.
Sor kendine vera makamında mısın? Vera nedir ? Vera :Takvanın biraz daha derinleşmiş halidir.Aslında 'vera' ürkmek ve korkmak demektir. Helali yerken bile sormak halidir. Onun için Hz. Ebu Bekir, yediği veya ikram aldığı her lokmayı sorar, kaynağını araştırırdı.
Rızkının, önüne gelen her lokmanın O'ndan (Rabbinden) geldiğini bilmen lazım. Bazen rızıkla imtihan edildiğini, bazen imtihanın da imtihana tabi tutulduğunu düşüneceksin. Şüpheden, bulaşıcı bir hastalıktan sakınır gibi sakınacaksın. Ve bunları sadece Rabbın rızasını kazanmak için yaptığını nefsine fısıldamayı bilmelisin.
Havf(korku) ve reca(ümit) makamında mısın? Cehennemi hak ettiğinizi düşünecek kadar ürkek; cennete gireceğinizi ümit edecek kadar ümitli olacaksınız. Korku ve ümit arası. Mü'minin kalbi işte bu iki ince çizgi içinde heran çarpmalıdır. Tasavvuf tam olarak bunu yaşayabilmektir.
Peki... Bir soru : Bu hali nasıl aşacaksın! Mürşidin rızasıyla mı, Rabbin rızasıyla mı?
Elbette mürşidin de senin yaşadığın merhaleleri geçmeden ve bu hali ve halleri yaşamadıkça mürşit olamaz. Gerçek mürşit, bu halleri aşan insandır.
Hz. Ömer bunu şöyle izah ediyor: "Deseler ki herkes cehenneme girecek ama bir kişi cennete girecek o bir kişi ben olabilir miyim diye ümitlenirim. Deseler ki herkes cennete girecek ama bir kişi ateşe girecek o bir kişi ben olabilir miyim diye korkarım."
Büyükler havfı daim kılmışlardır.Korku onların tüm hayatını kuşatmıştı. Ama recayı (cennete girme veya bağışlanma ümidi) hep arka planda tutmuşlar. Çünkü onların derdi cehennem veya cennet değil, onların derdi ve korkusu Yüce Allah'tan uzak düşmektir. Öyle ki , sahabe efendimizin yaşadığı islamı gören ve onlara tanıklık etmiş olan sahabe efendilerimizi görme şerefine ermiş olan ve selef uleması diye nitelendirdiğimiz islam ulemasının önde gelen alimlerinin bir çoğu şu ifadeyi kullanmıştır : İnsanların bize deli demeyeceklerini bilseydim , yüsek dağlara çıkar ve tüm insanlara : cehennem var cehennem ,demek isterdim ,dediklerini biliyoruz. Yüce Allah'ın kudretini hakkıyla tanıyan gerçek alimler, ilimde kök salanlar , Allah'ın ismi dahi geçtiğinde tüm uzuvları ile titrerlerdi.
Tasavvuf özetle budur aslında. O'nun rızasının dışındaki rızaları şirkle bir görmektir. Onun için mürşitte fani olmak, Hz. Peygamber'de (s.a.v.) fani olmak, Yüce Allah'ta fani olmak demişler. Fena olmayı (yok olmayı) sübuttan (var olmaktan) önde tutmuşlardır. Yüce Rabden dünyevi bir şey murad etmeyi, mahreme dokunmak kadar yaman saymışlar. Dualarını bile edep süzgecinden geçirmişler. İçten veya dıştan yakarmayı bile bir kısmı utanarak ertelemişler. O biliyor ya demişler. Ya O' nun her şeyi bildiğini bilmeyenler?