Tarih tekerrürden ibarettir, İbret alınsaydı hiç tekerrür eder miydi?
Sevgili dostlar; geçen hafta Yunus Emre Enstitüsü-MEDAR işbirliği ile kültür ve medeniyet öncülerimizin uzaktaki gönüldaşlarıyla, onlar Hilal’in batı ucundan biz ise Hilal’in doğu ucundan söylem ve eylem birliği içerisinde bütünleşip karanlıkları nasıl aydınlattığımıza yönelik Fas’ın başkenti Rabat’ta gerçekleştirmiş olduğumuz kültürel etkinlikten sizleri haberdar etmiş, orada yapmış olduğum açılış konuşmasını sizlerle paylaşmıştım.
Program, Fes-Karaviyyin Üniversitesine bağlı olmakla birlikte Başkent Rabat’ta yerleşik olan Darü’l- Hadis El-Hasaniyye Yüksek İhtisas Enstitüsü’nün konferans salonunda gerçekleşmişti. Salon, Lisans,
Yüksek Lisans, Doktora öğrencileri başta olmak üzere, geçmişin hasretini çeken kültür ve medeniyet sevdalıları tarafından doldurulmuştu.
En çok dikkatimi çeken husus, uluslararası arenada yapılan konuşmaların konuşmacının şahsı ötesinde, o şahsın mensubu bulunduğu kurum ve devletler açısından da bağlayıcılık özelliği taşıdığından, önceden hazırlanmış olan konuşma metnim tarafımdan okunduğunda, cümleler daha yerleşik dile çevrilmeden salondan yükselen alkış sesleriydi.
İşte o zaman bir kere daha bilfiil gördüm ki, gönülden gönle köprü var, dil ancak gönlün hissiyatını seslendirip pekiştiriyordu. Programa sayın Büyük elçimizle birlikte Rabat’ta Büyükelçilikleri bulunan Azerbaycan, Kazakistan ve Libya Büyükelçilik temsilcilerinin de teşrifleri, bizleri son derece onurlandırmıştı.
Bilhassa sayın temsilcilerin programı sonuna kadar takip edip, programın sonunda yerleşik usul doğrultusunda, diğer iştirakçilerle birlikte, bizim ortaya koyduğumuz tesbit ve verilere yönelik yapmış oldukları
yorumlarla programa sunmuş oldukları katkı her türlü takdirin üzerindeydi. Hele akşam sofrasında, soframızı onurlandıran Azerbaycan Büyükelçilik temsilcisi Babek Ahmedov kardeşim ile Libya Büyükelçilik temsilcisi El-Muhtar kardeşimi yakından tanıyıp birlikte çörek kesip
sohbet ettikten sonra Karabağ zaferinin, muzafferiyat ışınlarının nerelere kadar yansıdığını, başkaları hoşlanmasa da gönülleri nasıl aydınlattığını;
Mavi Vatan’ın her birimizin BEKASI, güven olgusu içerisinde birlik ve beraberliğimiz için ne kadar önem arzettiğini bir kere daha yakinen müşahede
ettim.
İLK BAŞKENT FES!
Ertesi gün ilk Başkent, bizim “FAS” ama Mağriblilerin “FES” dediği, Endülüs Medeniyeti’nin izlerini hala ağuşunda saklayan, ilk dönemin ilim-irfan ocağı Karaviyye medreselerini bugüne değin canlI bir şekilde fizik ve kimyası ile muhafaza eden eski “FES” şehrini ziyaret ettik.
Merhum Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’a baktığı gibi, biz de önce bir TEPE ‘den baktık FES’e… Birincisi İdris’in kabrini ziyaretle maziye daldık, Karaviyye medresesinin ahşap oymalarında Endülüs Medeniyeti’nin incelik ve asaletini müşahedeyle o güzelliği zihnimize resmedip zabta geçirdik. Ama yorulduk… Karavin Camiinin bitişiğinde, dünyada ilk olarak inşa edilen Kütüphanenin, hala yorulanlara hizmet sunmada canlılığını muhafaza eden zaviyesine sığınıp rahat oturmakla yorgunluğumuzu
giderdik.
TARİH TEKERRÜRDEN İBARETTİR;
İBRET ALINSAYDI, HİÇ TEKERRÜR EDER MİYDİ?
Nihayet elimizde dolu-dolu bir günümüz kalmıştı. Bu günümüzü de, Muvahhidîn Devleti’ne Başkent’lik yapmış olan Marakeş şehrini ziyaretle değerlendirelim dedik… Bu arada biraz daha tarihe daldık.
Zira Muvahhidin devletinin Devlet Başkanı Yakup El-Mansur 1195’de Endülüslerle omuz omuza vererek Haçlı İspanyol ordularına karşı büyük bir zafer elde etmişti. Bu zaferden 4 yıl sonra Marakeş’de vefat eden Yakup Mansur’un yerine, devletin başına oğlu Muhammed En-Nasr geçmişti.
Babasının aksine kibir ve gurur abidesi olan En-Nasr, 1212 yılında Endülüs tarihi açısından dönüm noktası teşkil edecek bir davranışın altına imza atmıştı… Şöyle ki; Rabah kalesinde 200 askeriyle mahsur kalan Endülüs’lü ünlü komutan Ebu Haccac Yusuf, çaresizlik içinde yapmak zorunda kaldığı
antlaşma sonucu kaleyi İspanyol’lara teslim eder ve Marakeş’ten gelen Sultanın huzuruna çıkar.
Sultan EN-Nasr, aynen Viyana kuşatması öncesi Kara Mustafa Paşa’nın Giray Han’ı aşağıladığı gibi birleşik ordunun huzurunda Endülüs’lü komuta Ebu Haccac Yusuf’u önce tahkir eder, sonra da idam…
Bu durum Endülüs ordusunun ruh ve manasını alt üst eder, kolunu kanadını kırar. Son derece morali bozulan Endülüs ordusu kendini toparlayamaz ve İspanyollar karşısında ağır bir hezimete uğrar.
1212’de yaşanan bu olay Endülüs’ün sonunun başlangıcı olarak tarihe geçer. Aynen Kara Mustafa Paşa’nın Viyana kuşatması öncesi Giray Han’a yönelik davranışı sonucu Giray Han’ın “Bilsünler Tatarın kadr u kıymetini” deyip üzerine düşeni yapmaması sonucu 1699’da imzalamak
mecburiyetinde kaldığımız Karlofça Antlaşmasıyla sonumuzun başlangıcını oluşturduğumuz gibi… Boşuna dememişler “Tarih tekerrürden ibarettir;Hiç ibret alınsaydı tekerrür eder miydi?” diye İnşallah geçmişten ibret alır, bir ve beraber olmanın şuur ve idraki içinde, hırs ve garazımızı
ayaklarımızın altına alır, gönül birliği içerisinde istikbale doğru birlikte yürürüz. Kalın sağlıcakla sevgili dostlar.