BIST 9.949
DOLAR 35,24
EURO 36,72
ALTIN 2.980,61
HABER /  GÜNCEL

Tarafsızlık ve bağımsızlık ayıp mı?

Gazeteci İlker Sarıer, gazetecilerin haksızlıklara karşı objektiflik ve bağımsızlık iddiası adına sessiz kalmasını yoğun bir şekilde eleştirerek, bunu bir ayıp olarak görüyo

Abone ol

Sabah Gazetesi yazarı İlker Sarıer, gazetecilikte tarafsızlık ve bağımsızlık ilkelerini adalet kavramı üzerinden sorguluyor. Sarıer, toplumsal kurumlar üzerinde yapılan despotluklar veya haksızlıklar karşısında gazetecilerin sessiz durmasını tartışıyor. Sarıer, bu noktada bağımsız olmak ve tarafsız kalmak anlayışının çelişkilerini yazısında şöyle ortaya koyuyor:


İnsanın toplumda durduğu yer, karakterinin ve felsefesinin hem sonucu hem de yansımasıdır. Durduğunuz yer, kim olduğunuzu anlatır.
Eski çağlarda, politik olarak örgütlenmemiş yığınlar halinde yaşıyorduk. İnsan ilişkilerinde doğa kuralları hakimdi. Doğa nimetlerini, zora dayalı kurallarla paylaşıyorduk. Elde etmek için öldürmek bile haktı.
Sonraları, insanoğlu birlikte yaşamanın politik platformunu yarattı. Bir toplumsal sözleşme çıktı ortaya... Toplumun yönetimini, kabul edilmiş (bu anlamda meşru) bir güce devrettik.
Modern devlet ve bu muzzam mekanizmayı kullanan siyasi iktidarlar böyle çıktı. Bu güce riayet edeceğimize söz verdik. Hukuk da böyle doğup gelişti.
Fakat ekonomi karmaşıklaştıkça, hem doğanın hem de toplumsal üretimin nimetleri arttıkça, bu nimetleri paylaşma işi de giderek karmaşıklaşmaya başladı.
Bugün en büyük kavga bu nimetlerin nasıl paylaşılacağı üzerine yürüyor.
Demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin hüküm sürdüğü toplumlarda, erk iki kanal tarafından kullanılır. Ekonomik sermaye ile politik sermaye!
Ekonomik sermaye üretir, politik sermaye düzenler, hukuk ise hakları gözetir.
Üretim sürecinde, daha akılcı ve birikimli sermayenin, ötekine galebe çalması normaldir. Bir çeşit doğal seleksiyondur bu. Serbest piyasanın önerdiği bir rekabet halidir.
Ancak, sermayesi yeteri kadar gelişmemiş ayrıca da ideoloji yüklü ülkelerde, ekonomik güç, politik gücün vesayet altındadır.
Türk sermayesi, yetersiz ve güçsüz olduğu için, ekonominin üzerindeki bu boyunduruk çok daha ağırdır. Rekabet de doğal kurallar içinde yürütülemez.
Bu sebeple, politik güce yakın durmak apayrı bir branş haline gelmiştir. Gizli hesaplar, üstü örtülü ilişkiler, kravatlı mafyatik bağlantılar vesaire bu branşın alt disiplinleridir. Çünkü bir rakibi yutmanın veya zayıf düşürmenin yolları buradan geçmektedir.
Türkiye'de, üstü örtülü haksız rekabet mekanizması, sistematik bir vaziyet almıştır bu sebeple... Krallıkta, bir kral değil politik iktidarlar oturmaktadır; krala yakın olanlar sarayın gücünden istifade ederler. Ülkemizin en çıplak gerçekliği böyle iken...
Topluma düşünsel ve duygusal önderlik yapan gazeteci ve yazarların, sanki herşey yasalar ve hukuk çerçevesinde yürüyormuş, sermayeler de serbestçe rekabet ediyormuş gibi değerlendirmeler üretmelerini anlamak mümkün değildir.
Böyle bir duruş, son derece iyi niyetli bir obektiflik ve bağımsızlık iddiasında olsa bile, sonuçta 'haksızlıkları seyreden' bir duruştur.
İster gerçek bir vicdan muhasebesi yapılsın isterse gazetecilik etiği açısından bakılsın, politik erkin şu veya bu şekilde yarattığı hukuksuzluğu ve despotizmi meşru görmek, en iyimser ifade ile kişisel hayatın idamesi uğruna görmemeyi tercih etmektir.
Gazeteciler ve yazarlar arasındaki temel duruş farkı burada yatıyor.
Ben bir gazeteci olarak, hangi sektörde olursa olsun, üretici güçlerin üzerinde estirilen hukuksuzluk fırtınasına sessiz kalmayı ayıp sayıyorum.

YAZI:SABAH