Sultan ve Reis-i Cumhur!
Bu büyük milletin ferdi olarak Türkiye’nin çevresinde yaşanan gelişmelere karşı sessiz kalmasını, diplomatik olarak bile müdahaleci olmaması gerektiğini söyleyenlerin ‘hangi vicdan?’ sorusu ile kimlere hizmet ettiğini kara, kara düşünüyorum!
Bu büyük milletin ferdi olarak Türkiye’nin çevresinde yaşanan gelişmelere karşı sessiz kalmasını, diplomatik olarak bile müdahaleci olmaması gerektiğini söyleyenlerin ‘hangi vicdan?’ sorusu ile kimlere hizmet ettiğini kara, kara düşünüyorum!
Sormak istiyorum.
Güçlü bir devlet:
Dünyanın neresinde olursa olsun soydaşlarına sırtını dönebilir mi?
Haklarının, hukuklarının gasp edilmesini seyredebilir mi?
Şiddete, teröre, insan hakları ihlaline uğramaları karşısında sessiz kalabilir mi?
Bırakın sadece soydaşlarını bütün mazlumların sesi olmaktan geri durabilir mi?
Hele, hele bu ülke tarihi derinlikleri ile dünyaya kök salmış bir ülke ise yaşanan eziyetlere seyirci kalabilir mi?
Bu devletin bu milletin tarihinin kendisine önemli sorumluluklar yüklediği gerçeğini kim yadsıyabilir?
Gazze’de Müslümanlara, Çin'de Doğu Türkistanlı Uygur Türklerine; Irak'ta, Suriye’de Türkmenlere dünyanın gözü önünde yapılan katliamlar karşısında sessiz kalan bir Türkiye’nin kendi tarihine ihanet etmez mi?
Güçlü devlet olmak nedir ?
O nedenle Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkemizin çevresinde olup bitenler karşısında sessiz kalmaması, mazlumların gür sesi olması, dünyanın her bir köşesindeki soydaşlarına sahip çıkmaya çalışması bu milletin, bu devletin reis-i cumhuru olarak boynunun borcu değil mi?
Bu büyük milletin tarihinin bütün köklerinin buluştuğu milli ve manevi ortak nokta bu tarihi sorumluğu bu ülkeyi yönetenlere vermiyor mu?
Bakın size bu noktada tarihten bir liderlik portresi..
Okuduğum Sultan Abdülaziz'in Doğu Türkistan'a yapılan savaş yardımının anlamlı hikayesi çok şey anlatır bu mesele üzerinde bize..
Ders gibidir..
Çünkü çile o günlerden beri çekiliyor!..
Değişen dünya düzeninde değişmeyen bir şey varsa ne yazık ki o mazlumların
haklı olanlar değil güçlü olanlar tarafından
ezilmesidir!..
Sultan Abdülaziz ‘in Doğu Türkistan olayı bugün ülkeyi
yönetenlerin çevresinde olan bitenlere karşı kayıtsız kalmamasının
ne kadar doğru olduğunu gösteriyor..
Sultan Abdülaziz ne yapmıştı..
***
‘Yıl 1873.
Doğu Türkistan’dan gelen Yakup Han’ın elçisi,
namesini Sultan’a sundu ve Çin zulmü altındaki halkının içler acısı
durumunu anlatarak Padişah’ın engin kanatları altına sığınma
dileğini dile getirdi.
Elçi tarafından örneklerle sunulan Doğu Türkistan halkının vahim
durumu, Abdülaziz’in ince ruhunda derin akislerle yankılandı.
Her ne kadar sıkıntılar içinde de olsa, dünyada nerede bir mazlum varsa Osmanlı’nın eli oradaydı.
Osmanlı’nın, Afrika’daki Batı sömürgelerine uzanan
yardım eli, kendi dindaşlarına uzanmazsa olur muydu hiç?
Yakup Han’ın elçisi, ülkesine donanımlı bir Osmanlı gemisi ve
donanımlı bir savaş timiyle İstanbul’dan mutlu bir şekilde ayrıldı.
Hindistan’ın Bombay şehrine varan gemi, yükünü burada boşalttı.
Heyet, uzun bir kara yolculuğundan sonra Kaşgar’a vardı. Türk
heyetinin şehre varmasıyla şehirde bir anda bayram havası esmeye
başlamıştı.
Yakup Han, Osmanlı heyetini yüz pare top atışıyla
selamlarken, halk da Osmanlı heyetini gözyaşları arasında
karşıladı.
Kafilenin başında bulunan Yüzbaşı Ali Kâzım; etrafındaki dağlarda
kimi yeşil, kimi sarı, hatta kimi kırmızı yeşim taşları bulunan bu
gizemli Kaşgar şehrini tanımaya koyuldu. Burası herhangi bir
Anadolu şehrinden farklı değildi. Hatta daha gizemli, daha sihirli,
üstü açılmamış bir hazine gibi duruyordu.
Doğu Türkistan’a gönderilen Türk bayrağı geciktirilmeden Kaşgar
semalarında dalgalanmaya, Kaşgar camilerindeki hutbeler Osmanlı
Padişah’ı adına okunmaya başlandı.
Yüzbaşı Ali Kâzım, Kaşgar’da kısa zamanda bir topçu taburu
kurdu.
Kendi kurduğu birliğe de
Nizam-ı Cedid adını verdi.
Ancak bu durum, Çinlilerin hoşuna gitmemişti.
O günkü Çin ordusu bütün donanımıyla ve ezici çoğunluğuyla Doğu
Türkistan’a saldırdı. Çinlilerle giriştikleri bağımsızlık
mücadelesi sonucunda Osmanlı timi Çinlilere esir düştü. Uzak bir
şehre götürüldüler. Yüzbaşı Ali Kâzım ve arkadaşları zindana atılıp
zincire vuruldular. Günlerce işkence gördüler. Sırtlarında kamçı
yarası olmayan bir deri parçası kalmamıştı. Tırnaklarına demirden
iğneler sapladılar. Bu işkence faslı, tam otuz üç gün sürdü.
Nihayet başta Yüzbaşı Ali Kâzım olmak üzere hepsinin idamına karar
verildi.
Elleri ve ayakları zincirlenmiş olan Yüzbaşı Ali Kâzım, omuzlarına
gömülen başını kaldırdı. Sırtını duvardan ayırdığında derisinin bir
kısmının duvara yapışıp kaldığını hissetmedi bile. Dua makamına
varacağı için kendisini toparlamaya çalışıyordu. Rabbi Rahimine
duada bulunmaya başladı:
‘Rabbim dedi, Rabbim. Sen biliyorsun ki buraya gelişimizde senin
rızandan başka bir beklenti içinde değildik. Zalimin zulmünü
durdurup, mazlumun gözyaşını dindirip senin rızana kavuşmaktı
niyetimiz. Senin bizim için göreceğin her duruma rızamız vardır.
Yeter ki hakkımızda hayırlısı olsun. Şimdi senin merhametine
her zamankinden muhtacız.’
Başı öne düşüverdi. Daha fazla takati kalmamıştı.
O sabah görevine yeni atanan Vali, idamlık mahkûmları görmek için
hapishanedeydi. Şehrin Valisi aslen doğu Türkistanlıydı. Ancak
çocukluğundan bu yana Çinliler tarafından eğitilmişti.
Esirlerin idam edilişlerine Vali de eşlik edecekti. İnfaz öncesi
esirlere son istekleri soruldu. Ali Kâzım kendisi ve arkadaşları
için iki rekât namaz kılma isteğini belirtti. Namaz kılma istekleri
kabul edilen askerler abdestliydiler. Ali Kâzım öne geçip imamlık
yaptı. Diğer mahkûmlar onun arkasında saf tuttular.
Vali, mahkûmların yaptığı hareketleri dikkatle inceliyordu.
Mahkûmların namazı bittiğinde Vali, Ali Kâzım Bey’in yanına geldi.
Gözleri yaşarmıştı. İkisinin duyacağı bir sesle ve aklında kalan
Türkçesiyle:
'Bu işlediğiniz neçedir?' diye sordu...
Ali Kazım Bey; 'Biz Müslümanların ibadetidir' diye cevap
verince
Vali'nin 'Babam da böyle yapardı' sözleri, bir anda Ali
Kazım Bey ve arkadaşlarını şaşırttı.
İdam, Vali tarafından ertelenmişti.
Çünkü Vali’nin içindeki Doğu Türkistan ruhu, yıllar sonra
dirilmişti..
Bir zaman sonra Ali Kâzım ve arkadaşları, İstanbul
yollarındaydılar…..
***
Çok ama çok anlamlı değil mi?
Bugün ‘Rusya’nın ne işi var Ortadoğu’da’ diyemeyen ama ‘Türkiye’nin ne işi var Ortadoğu’da’ diyenlere ithaf olunacak bir duruş Sultan Abdülaziz!
O nedenle kim ne derse desin Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Reis i Cumhuru olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın hem Başbakanlığı hem de Cumhurbaşkanlığı dönemlerinde tarihine, soydaşlarına sırtını dönmemesi, mazlumların gür sesi, kimsesizlerin kimsesi olmaya çalışması, bütün riskleri alarak savaştan kaçan Suriye halkını ülke olarak bağrına basıp kucaklaması bir büyük sorumluluktur.
Bu duruşun siyaseti, seni-beni yoktur..
Güçlü devlet duruşudur.
Tarih bugünleri de yazacaktır.
Sultan Abdülaziz örneği çok şey anlattığı gibi Türkiye’nin soydaşlarına, mazlumların ezilmesine kayıtsız kalmaması gerektiği elinden ne geliyorsa diplomatik olarak ortaya koyması bir görevdir..
Çin'in zulmündeki Doğu Türkistanlılar..
Irak'taki Türkmenler..
Gazze’deki Müslümanlar..
Esad rejimi zulmünden kaçıp ülkemize sığınan Suriyeliler..
Rusya ve Esed ortaklığı ile Suriye’de bombalanan Türkmenler..
Hepsinin umudu Türkiye’dir..
Türkiye’nin bugün Suriye’deki Türkmenlerinin kendi topraklarında ezilmesine, katledilmesine karşı ses çıkarması, adını ne koyarsanız koyun onlara yardım etmesi tarihinin kendisine verdiği sorumluluktur..
Anlamlı bir söz vardır..
Der ki ‘Zulme, ancak paslı vicdanlar razı olur’
Bütün medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu toprakların hiçbir zaman vicdanı paslı olmamıştır..
O nedenle derim ki:
Bu vatanın Reis-i Cumhuru Recep Tayyip Erdoğan’ın vicdanlı dik duruşu, soydaşlarına sahip çıkışı, Ortadoğu’daki mazlumlara yönelik yaşanan katliamlar karşısında bütün dünyaya karşı her defasında yükselen sesi sadece kendi adına değil Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına gurur vericidir...
Ezilenlerin gür sesi ,
Suskun dünyanın hür sesi,
Mazlumlara sırdaş, gariplere yoldaş olmak bu olsa gerek..
Sultan Abdülaziz’ den Reis-i Cumhur Erdoğan’a!..