Türk askeriyle birlikte gözaltına alınan Michael Todd'un anlatımları, küstahlığın boyutunu ortaya koydu.
Abone olEvrensel Gazetesi'ne izlenimlerini yazan Michael Todd, bugüne kadar anlatılmayanları kaleme aldı. İşte o anlatımların birinci bölümü. Bu yazı sadece Evrensel ve İnternethaber'de var... Michael Todd Türk Dışişleri’nden nihai onayı aldıktan sonra, 12 Haziran’da otobüse atladım. Ertesi gün Silopi’deydim. Avrupa’dan ülkelerine dönmekte olan iki Iraklı ile tanıştım; Habur’u onlarla geçtim. Türk hükümetinin ilgili faksları Habur’a ulaşmıştı ve sınırda hiç zorluk çekmedik. Türk taksisi, bizi Kuzey Irak’ta bıraktı ve Erbil’e gitmenin bir yolunu aramaya başladım. Kızılhaç’ın merkez bürosu Erbil’deydi çünkü. Hikâyemi onlara anlatıp, kızımı bulmak için yardımlarını isteyecektim. Taksi durağında; iyi İngilizce konuşan bir Iraklıyla tanıştım. Ona derdimi anlattığımda beni evine davet etti; bana yardım etmek istiyordu. Ona güvendim ve yola çıktık. Iraklının misafirperverliği Bana yardım eden Iraklının adı Refik’ti; Süleymaniye’de yaşıyordu. Musul, Kerkük, Erbil üzerinden Süleymaniye’ye geçtik. Olağanüstü bir misafirperverlik gösterdiler ve her ihtiyacımı karşılamaya çalıştılar. Refik’in otomobiliyle bütün Kuzey Irak’ı gezdik; birçok köye gidip kızımı sorduk. Hem Süleymaniye, hem Erbil’deki Kızılhaç bürolarına başvurduk. Yerel radyo ve televizyondan duyuru yapmama dahi izin verildi. Dahası; her gün internet kullanabiliyor, gelişmeleri takip edebiliyordum. Amerikan araçları her yerdeydi; özellikle Kerkük’te. ABD askeri operasyonlarına sık sık denk geldik; Iraklıları yol kenarlarına yatırıp dövdüklerini, tekmelediklerini gördüm. Kuzey Irak’taki Amerikalılar hakkında aklıma gelen tek sözcük, “küstah”tır. ... Ve 4 Temmuz O gün saat 15.00’de; Refik beni her zamanki gibi internet kafeye bırakmıştı. Ona, beni saat 19.00’da alabileceğini söyledim. Bilgisayarın başına oturdum, ama saat 15.20’de sistemler çöktü. Biraz alışveriş yapmaya karar verdim. Refik’lerin evinde bir resim çerçevesini kazayla kırmıştım; yeni bir tane almak istiyordum. Ana caddede ilerlemeye başladım. Solumda, yeşil bir tabela gördüm. Yabancılara yardım eden resmi bir binaya işaret ediyordu. Onları ziyaret etmeye karar verdim. Sola dönüp dümdüz ilerledikten bir süre sonra, bağırışlar ve silah sesleri işittim. Aldırmadım ve yola devam ettim, bir süre sonra sesler kesildi. Bir yol ayrımına geldiğimde kahverengi üniformalı askerler gördüm. Daha sonra, bunların Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) peşmergeleri olduğunu anlayacaktım. Tepeden tırnağa silahlıydılar, çevreyi inceliyorlardı. Çok kaygılıydılar. Devam ettim ve yolun kenarında birikmiş yüzlerce insanla karşılaştım. Yavaşladım, yanlarından geçerken peşmergelere gülümsedim. Korkacak bir şeyim yoktu; her türlü belgem yanımdaydı. Bunlar arasında; Bağdat’taki Koalisyon Geçici Yönetimi’nin başı Paul Bremers’in ofisine, Amerikan Büyükelçiliği eliyle yollanan elektronik posta mesajının kopyası da vardı. Aynı mesaj; Irak’taki 8 ayrı ABD askeri birimine de gönderilmişti. İrtibat bürosunda Az ileride, yolun 5-6 ABD cipi tarafından kesilmiş olduğunu gördüm. Peşmergeler de vardı; herhalde güvenliği sağlıyorlardı. Amerikalıların gözleri ve silahları, bir binaya yöneltilmişti. Buranın Türk irtibat bürosu olduğunu da sonra öğrenecektim. Durumun pek iyi olmadığını anlamıştım; ama yine de binaya girdim. Dışarıdaki adamlar, ofisin kapalı olduğunu söylediler. Teşekkür edip geri döndüm. Kapıdaki adamlar çok düşmanca davranıyorlardı. İki peşmerge, silahlarını bana doğrultup üzerime koştular. Kollarımı büküp beni sürüklediler. Canım yanıyordu ama soğukkanlılığımı korumaya çalıştım. İngiliz olduğumu, kızımı aradığımı söyledim. Dinlemediler ve sürüklemeye devam ettiler. ABD askerinin ‘huzurunda’ Yerde sürüklenirken bir başka ABD cipi ve askerler gördüm. Silahları bana dönmüştü, yüzlerinde öfke vardı. Peşmergeler beni itip kakarak, 18 yaşında görünen bir ABD askerinin önüne getirdiler. Askerlere, İngiliz olduğumu, belgelerimin yanında olduğumu anlattım. Küfrettiler. Beni aldılar; silahların hepsi bana dönüktü ve artık öldürüleceğimi düşünüyordum. Bir köşeyi dönerek, bir evin arkasına çıktık. Burada daha çok ABD askeri vardı, hepsinin de silahları bana dönüktü. Olanları anlamıyordum. ‘Çuvallı’ Türk askerleri Sonra, bir askeri kamyon gördüm. Kamyonun kasası; başlarına plastik torbalar geçirilmiş, elleri arkadan bağlanmış adamlarla doluydu. Kamyonun etrafı ABD askerleriyle doluydu, askerlerin silahları kasaya yönelmişti. Bazı askerler, başı torbalı olanlara bağırıyordu. Bir asker, onlara tükürdü. Kim olduklarını bilmiyordum ama başları belada olduğu kesindi. Kamyona yaklaştığımızda, başı torbalılardan birini dışarı çekerek yere attılar. Sonra başını tekmelediler. Üç asker gelip karnını tekmeledi. Üzerine tükürdüler ve ona “Bin Ladin’in piçi” dediler. İki ABD askeri kamyona sıçradı ve bir kargaşa oldu. Sanırım kasadaki bir başkasını daha dövdüler. Bir asker havaya ateş etti ve sonra silahını bana doğrulttu. “Kıçına bir Amerikan mermisi yerleştirelim mi?” deyip bir küfür savurdu. Öleceğimi düşündüm Beni küçük bir avluya çektiler. Bir tekmeyle yere devrildim ve sonra bana diz çöktürttüler. Tekmeleyip yumrukladılar. Küfrettiler. Bana “terörist”, “El Kaideci”, “İngiliz SAS timi”, hatta “suikastçı” diyorlardı. O sıcağın ortasında bekletildim, su istedim ama vermediler. Belgelerime bakmalarını istiyordum, ama reddediyorlardı. Ağızlarından çıkan tek laf “Kapa çeneni” ve küfürlerdi. Biri üzerime tükürdü. Ellerimi sıkıca bağladılar, bütün kişisel eşyalarımı aldılar ve acı verecek bir biçimde vücudumu aradılar. Sonra kafama beyaz bir plastik torba geçirip küfretmeye devam ettiler. Biri sırtıma tükürdü; bir diğeri arkama çok sert bir tekme vurdu. Nefes alamıyordum, bayılacağımı düşündüm. Sıcak dayanılmazdı ve torbanın buharı zehirli gibi geliyordu. “Ya plastik zehirlenmesinden, ya da Amerikan mermisinden öleceğim” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Zorlu bir yolculuk Beni kamyona, diğerlerinin yanına attılar. Kayarak sağ bacağımın üzerine düştüm, ama aldırmıyorlardı. Süleymaniye’de bir yerde kısa bir süre durakladıktan sonra, Kerkük Hava Üssü’ne götürüldük. Bize, hemen askeri yargıcın önüne çıkacağımız söylendi, ama bu asla olmadı. Süleymaniye’den çıktıktan hemen sonra başımızdaki torbaları çıkardılar. Sokaklardaki, otomobillerdeki insanlar bizi görüyorlardı ve sanırım Amerikalılar da bizi böyle “sergilemek” istiyorlardı. Yerli halktan bazıları bize küfretti, üzerimize birkaç taş yağdı. Amerikalılar memnun olmuştu ve hiç müdahale etmediler. Kamyonun metal zeminine oturuyordum; öyle sıcaktı ki yandım. Adamların çoğunun oturacak yeri vardı; ama 6’mız yerdeydik. Ellerimiz arkadan bağlı olduğu için, kamyon sarsılırken çok acı çekiyorduk. Kelepçenin acısı Adamlar konuşmaya çalıştı; ama Amerikalılar, sürekli, küfürler eşliğinde çenemizi kapamamızı söylüyordu. İki ABD’li asker vardı; ellerindeki M16’lar bize doğrultulmuştu. Bir şey yapmaya kalkarsak vuracaklarını söylediler. Askerlerin dikkatinin dağıldığı bazı anlarda birkaç sözcük konuşabildik; Türk aksanını tanıdım. Amerikalıların Türklere neden böyle davrandığını anlamıyordum. Yolculuk sırasında adamlardan birkaçı; bileklerinin ağrıdığını ve artık ellerini hissetmediklerini söylediler. Beyaz plastik kelepçeler çok acı veriyordu. Türklerden biri acıdan bayılmak üzereydi. Sonra konvoy durdu ve askerlerden biri, bu adamın kelepçelerini çıkarmak için izin aldı. Adam önümdeydi; ellerinin mavileştiğini, kanadığını görüyordum. Onu çözdüler ama, başına bir M16 doğrulttular. Yanlış bir hareketinde ateş edeceklerini söylediler. Sağımdaki Türk; benimle İngilizce konuşmaya başladı. Bir sivil olduğunu, sadece binayı ziyaret ettiğini söyledi. Ben de onunla konuşmaya başladım, askerlerin uyarılarına aldırmıyordum. Onlara; İngiliz vatandaşı olduğumu ve bana böyle davranamayacaklarını söyledim. Yanımdaki Türk’e, Irak’a gelme sebebimi anlattım. Adı Turgay’dı (Türk işadamı Turgay Tahran); yanındaki ise Deniz’di (Epiksan şirketinde çalışan Deniz Türkkan). Böbürlenerek anlatıyorlardı Çamçamal kasabasını geçtik. Buraya, kızım Sacide’yi ararken gelmiştik. Kerkük’e gittiğimizi anlamıştım, bunu Turgay’a da söyledim. O da diğerlerine Türkçe anlattı. Amerikalılar çok kızdı; nereye gittiğimizi bilmemizi istemiyorlardı belli ki. Daha genç olanı; beni öldürmek için yetkisi olduğunu söyledi. Kamyondakiler çok öfkeliydi; özellikle de, Türklerin lideri olduğunu daha sonra öğrendiğim kişi. Hepimiz korkuyorduk ama birbirimizi rahatlatmaya çalışıyorduk. Askerlere yakın olduğumdan, kendi aralarındaki konuşmalarını duyabiliyordum. Baskını anlatıyorlardı; insanları nasıl tekmelediklerini, yumrukladıklarını, nasıl ateş ettiklerini, kapıları nasıl kırdıklarını ve dipçikleri insanların suratına nasıl geçirdiklerini. Büyük bir zevkle anlatıyorlardı. Kerkük yolculuğu sırasında, sarsıntılardan dolayı 7 kez düştüm ve ellerim korkunç acıdı. Kamyon sağa döndü ve torbalar tekrar başımıza geçti. Yüzüme bir tekme attılar. Burnumdan akan kanı tadabiliyordum. Kendi torbamda küçük bir delik bularak çevreye göz atmayı başardım. Bir askeri üsteydik. Burası Kerkük Hava Üssü’ydü; etrafta yüzlerce asker vardı. Türklere dipçik Kamyondan aşağı atıldık, bir kapıdan geçtik ve sonra yere itildik. Sessizce bekledik, konuşmamız yasaktı. Bazı adamları tekmelediler. Türklerden birinin yüzüne dipçikle vurdular. Durup dururken sırtıma bir tekme yedim. Sonra bir Amerikalı galiba arkamda işedi; çünkü kötü bir koku belirdi ve oturduğum yer suyla doldu, pantalonum ıslandı. Amerikalılardan biri, hepimizin kafasını koparmak istediğini, böylece başsız tavuklar gibi ortalıkta koşuşturacağımızı söyledi. Bir başkası, kımıldarsak “bıçağı sokacağını” söyledi. Bütün bunlardan midem bulanıyordu; öldürüleceğimize emindim artık. O gün, bize söz verdikleri halde, yargıcın falan karşısına çıkmadık. Torbalarımız çıkarıldığında bizi tutsak alanları inceledik; sigara ve kola içiyor, avdan dönmüş avcılar gibi küstah davranıyorlardı. Tutsak alınanlar arasında Türkler, Türkmenler ve Süleymaniye yerlilerinden bazıları olduğunu öğrendim. İki adam bana; ekmek almak için evden çıktıklarını ve Amerikalıların kendilerini yaka paça götürdüklerini anlattı. Nihayet, çeşme suyu içebildik. Kendi içtikleri sudan vermediler; kirli çeşme suyuydu bu. Özel kuvvet komutanı! Küçük, çok sıcak ve penceresiz hücrelere konulduk. Betonda yatacaktık. Kapı açıktı, ama dışarıda silahlı askerler bekliyordu. Sıcak dayanılmazdı; nefes alamıyordum. Birkaç saat sonra bir asker gelerek, dijital kamerayla fotoğrafımı çekti. Uyumak imkânsızdı; askerler gece boyunca konuşup gülüştüler. Onları duyabiliyordum. Türklerin “özel kuvvet” olduğunu, diğerlerinin ise “El Kaide veya Ensar el İslam” şüphelisi olduğunu söylediler. Benim hakkımda karar verememişlerdi: El Kaide, Ensar el İslam, İngiliz bir suikastçı, paralı asker veya Türk özel kuvvetlerinin komutanı olabilirdim! Askerler sürekli tetik düşürüyor, şarjör değiştiriyorlardı. Bizi böyle korkutmak istiyorlardı. ABD subayıyla konuşma Ertesi gün, 5 Temmuz Cumartesi’ydi. Çok erken bir saatte, teker teker küçük bir büroya götürüldük. İlk kişi bendim ve bir subayın karşısına çıktım. Askerlerden farklıydı; gözaltına alındığım için üzgün olduğunu falan söyledi. Anlattıklarımın doğruluğunu anlamak için ABD Büyükelçiliği’ni arayacağını söyledi, “Doğruysa seni bırakırız” dedi. Ama bunu yapmadılar. Hücreme götürüldüm ve sıcağın altında bekledim. Hücrenin kapısının önüne kadar çıkmamıza izin vardı, ama konuşmak yasaktı. Aynı gün saat 14.00’de, aynı subay hücreme geldi ve beni Bağdat’a götüreceklerini bildirdi. Beni bırakamadığı için üzgün olduğunu, ama emrin “yukarıdan” geldiğini söyledi. Ona, Türklerin neden tutuklandığını sordum. Bana “Bunu bilmek istemezsin. Durum çok ciddi ve onların neler yaptığını bilsen korkarsın. Onlardan sakın, onlar muhtemelen tehlikeli teröristler” dedi. Ama ben bunlara inanmıyordum. Guantanamo usulü Bir saat sonra adamlar teker teker küçük bir odaya götürüldü. Odanın dışındaki askerler, silahlarını yine üzerimize doğrultmuştu. Türkler dışarı çıktıklarında, Guantanamo Kampı’ndakilerin giydiği o turuncu şeyleri giyiyorlardı. Başlarında plastik torba vardı, elleri yine kelepçelenmişti. İçlerinde giysilerinin bulunduğu büyük plastik torbaları taşımakta güçlük çekiyorlardı. Onlar götürülürken kimse tek kelime etmedi, ölümcül bir sessizlik vardı. Sonra sıra bana geldi. Çırılçıplak soyuldum ve o turuncu şeyi giydirdiler. Ellerimi bağladılar ve o insanlık dışı plastik torba kafama geçirildi. Bir başka kamyona atıldım. Yanımda biri olduğunu hissediyordum ve konuştuklarını duyduğumda, yine Türklerle olduğumu anladım. Çoğu su istiyordu; çünkü bu kamyonun üstü açıktı ve sıcak dayanılmazdı. Av hatırası Plastiğin içindeki koku berbattı, ama yola çıkmadan önce 30 dakika boyunca öylece tutulduk. Gecikmenin sebebi şuydu: Askerler, fotoğraflarımızı çekmek için fotoğraf makinelerini arıyorlardı. Birkaç flaş patladı. Askerler, yanımızda poz veriyorlardı. Torbamdaki küçük delikten, bir askerin M16’sını Türklerden birinin başına doğrulttuğunu gördüm. Poz veriyordu. Benim bildiğim, böyle fotoğraflar çekmek Cenevre Konvansiyonu’na aykırıdır. Askerlerin buna aldırdığı yoktu; bunun çok heyecanlı bir görev olduğunu, “terörist ...lere gardiyanlık yapacaklarını” falan söylüyorlardı birbirlerine. Helikopter yolculuğu Turgay’ın sesini duydum ve ona nereye gittiğimizi anlattım. Bir helikoptere bindirildik. Aletin gürültüsü korkunçtu, kulaklarım sızlıyordu. Ellerimizle kulaklarımızı kapatmamıza izin yoktu. Kulak tıkacı da vermediler. Bunun yüzünden, şu anda kulaklarımda sorun var. Ama Amerikalılarda kulak tıkaçları vardı. Uçuş bir kâbustu; bazılarımızın midesi, ani dalışlar ve dönüşler nedeniyle altüst oldu. Bağdat Havaalanı’na geldiğimizde çok yorgun ve kötüydük, yol boyunca torbalar kafamızdan çıkmamıştı. Türklerden biri yere düştü; sanırım bayılmıştı. Ben de yere yatıverdim; bayılacak gibiydim. Sol ayağım, sağ dizimin üzerinde duruyordu. Askerlerden biri ayağımı tekmeledi. Parmağım kırıldı, ama tedavi etmediler. Ayağa kalkarak bize köpek gibi davranmaya hakları olmadığını söyledim. Küfredip “çenemi kapamamı” söyledi, sonra yürüyüp gitti. Saatlerce büyük, pis bir depoda bekledikten sonra Türklerin liderini çağırarak, “adamlarını göstermesini” istediler. Bir grup ayağa kalktı ve dışarı götürüldüler. 6 kişi kalmıştık. Bunlar arasında Turgay ve Deniz de vardı. Silahlı muhafızlar eşliğinde, üzerinde PW (Savaş Esiri) yazılı küçük bir sivil otobüse bindirildik. Şimdi de, savaş esiri olmuştum! S Ü R E C E K