Şeriattan liberalizme nasıl vardım?
Sık sık, “kardeşim sen de Müslüman mısın, liberal misin bir karar ver” tipi tepkiler alıyorum sosyal medyada.
Yıllar önce bir TV programının kulisinde enteresan bir soruyla muhatap olmuştum. “Sizin tutumunuzu İslami mi yoksa liberal mi olarak görmeliyiz” diye sordu programın editörü. Ben de “her ikisi birden” dedim, ama karşılığında bol soru işaretli bir bakış aldım. Belli İslam ile liberalizm iki zıt kavramdı soruyu soran beyefendinin zihninde.
Türkiye’deki çoğu insan böyle düşünüyor olmalı. O yüzden sık sık, “kardeşim sen de Müslüman mısın, liberal misin bir karar ver” tipi tepkiler alıyorum sosyal medyada. Hatta geçen Temmuz ayında Ahmet Demirhan imzasıyla Yeni Şafak’ta yayınlanan “?” başlıklı yazı da beni bu açıdan yeriyor, bir taraftan şeriattan bahsedip bir taraftan “liberal cambazlık” yapmakla suçluyordu.
Bu yazıyı bu soru işaretleri ve tepkilere karşı not düşmek için yazıyorum. Anlatacaklarımın tafsilatı “” adlı kitabımda bulunabilir. Burada çok kısa bir özet yapacağım.
Şeriatın maksatları
Önce şunla başlayayım: Ben bir şeriatçıyım.
Bunu duyunca aklınıza hemen IŞİD, Taliban, Suudi Arabistan veya İran gelebilir. Ama gelmesin. O anlamda şeriatçı değilim. “Hukuk felsefesi” anlamında şeriatçıyım.
“Hukukun” (yani “haklar”ın) ilahi bir kaynaktan geldiğine ve her türlü dünyevi otoritenin üzerinde olduğuna inanmak anlamında şeriatçıyım.
Meseleyi izah etmek için, İslam tarihinde şeriatın bir “lafzi” yorumu, bir “gayi” yorumu olduğunu hatırlatmak gerekir. Birincisinden IŞİD, Taliban, Suudi veya İran rejimleri çıkar. İkincisinden başka bir şey.
Bu ikinci yorumun en önemli tarihsel öncüsü, bizde nedense pek az bilinen İmam Şâtıbi’dir. 14. Asırda Endülüs’te yaşayan bu büyük alimin İslam literatürüne kazandırdığı en önemli kavram ise “Makasıd-ı Şeria”dır. Yani “şeriatın maksatları.”
Tüm şer’i hükümleri inceleyip sınıflandıran İmam Şâtıbi, bunların tümünün aslında beş temel maksada hizmet için var olduğu sonucuna varır:
Dinin, canın, malın, aklın ve neslin korunması.
İşte bu maksatlar Şeriat’ın varlık sebebidir. İlahi bir kaynaktan geldikleri için de, dünyevi otoritelerin keyfine tabi değildirler. Örneğin bizim yaşama hakkımız, herhangi bir devletin veya toplumun lütfu değil, doğrudan Allah’tan gelen bir haktır. Dünyevi otoriteler, örneğin devletler, bu haklara saygı gösterdikleri ölçüde meşruiyet kazanır veya kaybederler.
Peki ama nasıl hayata geçecektir bu maksatlar?
Şeriat’ın “lafzi” hükümleri bu soruyla ilgilidir. Ama bu lafzi hükümler, fıkhın teşkil ettiği pre-modern dünyanın şartlarını yansıtmaktadırlar. Bugün içinde bulunduğumuz modern dünyada yeniden yorumlanmaları gerekir.
Örneğin şeriatın beş temel maksadından biri olan “aklın korunması” hedefini ele alalım. Geleneksel fakihler bunu hep “sarhoşluk veren maddelerin yasaklanması” olarak yorumlamışlardır. Ancak 20. yüzyıl tarihi bize gösteriyor ki, “aklın korunması” için muazzam “propaganda” ve “eğitim” araçlarına sahip olan modern devletin totaliter niteliğine karşı da mücadele gerekir.
Bu mücadelenin yolu, beşeri tecrübeyle, “fikir ve ifade özgürlüğü”nden bulunmuştur. Çünkü ancak o sayede gücün (devletin ve diğer güç merkezlerinin) akla hakim olmasının önüne geçilebilir. Ve Namık Kemal’in dediği gibi, “barika-i hakikat müsademe-i efkardan çıkar.” (Yani,"gerçeğin ışığı fikirlerin çarpışmasından çıkar".)
Dolayısıyla bugün benim için “ifade özgürlüğü” yahut “basın özgürlüğü” denen değerler, aynı zamanda şer’i değerlerdir. (Malezya İslam üniversitesinde İslam ekonomisi dersleri veren Murat Çızakça hoca da 2012’de Star gazetesinde yayınlanan aynı görüşü savunarak şöyle demişti: “Fikirlerinden ötürü hapishanelerde çürüyen yazarların özgürlüklerine kavuşturulması aslında Şeriat’ın Hıfs al-akl amacı gereğidir.”)
Peki liberalizmle ne alakası vardır bu görüşlerin?
Liberalizm ne ola ki?
Çok alakası vardır, çünkü liberalizm aynı hukuk felsefesinin Batı’da gelişmiş halinden başka bir şey değildir.
Bizdeki İslamcı yazarların ezberlerinin aksine, liberalizm Batı’da “Tanrı’ya isyan” fikriyle doğmamıştır. Bilakis “Tanrı’nın verdiği çiğnenemez haklar” adına otoriter devleti sınırlama fikriyle doğmuştur.
Siyasi liberalizmin en büyük öncüsü olan John Locke’in yazılarında sürekli bu tema işlenir. Öyle ki, Locke’a göre, “İtaat, önce Tanrı'ya, sonra kanunlaradır.”
Zaten bilhassa Anglo-Sakson liberalizminin kökeninde “doğal hukuk” felsefesi vardır ki, bu da, aynı Şeriat gibi, “hakların siyasetten bağımsız ve onun üstünde olduğunu” varsayar. (Hatta, bu fikrin Batı’ya İslam medeniyetinden geçtiğini, şeriat kökenli olduğunu savunan akademik bir tez dahi vardır. .)
Akademisyen ve yazar Mücahit Bilici, bu paralelliğe işaret ederek, “liberalizm, şeriatın gayrı-Müslimler tarafından geliştirilmiş halidir” demişti ki, haklıydı.
Bugüne dersler
Peki tüm bu “felsefe”den bugünün Türkiye’sine dair ne çıkar?
Şu çıkar:
Benim gibi bir “şeriatçı/liberal”, bir siyasi sistem olan “demokrasiyi” kabul eder, ona saygı duyar. Ama “demokrasi”yi ya da “milli irade”yi “haklar”ın üzerine çıkarmak gibi bir yanılgıya kapılmaz.
Aksine, demokratik siyasete, ancak “haklar”a musallat olmadığı ve bunlarla sınırlandığı sürece saygı duyar. (Bu yüzden de, toplumun kendisinden başka bir değer kaynağı tanımayan, yani “evrensel”i reddeden seküler veya muhafazakâr “demokratlar”dan ayrılır.)
Yürüyen güncel siyasi tartışmalarımızın ve ayrışmalarımızın altında aslında bu gibi felsefi farklılar da ortaya çıkıyor.
Ve kendilerini “İslami” sayan kimi zihinler, aslında tam da seküler oldukları için “evrensel değerler”i reddedenlerle buluşurken, giderek “şeriat”tan koptuklarını, hatta Mücahit Bilici’nin ifadesiyle “siyasetten put yaptıklarını” görmüyor.
Fikir tarihine bir not olarak kayda geçirelim.