Sen yokken ben...
Yoksun.
Varsın da yoksun.
Gelemiyorum, dokunamıyorum, sarılamıyorum, koklayamıyorum...
Yasaksın bana.
Deliler gibi görmeyi istediğim anlarda kiminle nerede olduğunu düşünmek, isyandan bir önceki durak.
Yüksek bir uçurumdan savruluyor gibiyim.
Hiçliğin orta yerine saplanıp kalıyorum sen yokken.
Derin ve delici bakışlarına kavuşmak, güzel gözlerinde gördüğüm ufuk kadar uzak şimdi.
Sensizlik her defasında mağlup ediyor beni.
Seni, sensizlikte düşünmek içimi acıtıyor; hele üstümde solgun yapraklar, tepemde yağmur yüklü bulutlar dolaşıyorken…
Sen yokken, kendimi hırpaladım hergün; incittim kendimi, kırdım.
Zayıf olmakla, tutarsız olmakla suçladılar beni. Oysa hepsinden güçlüydüm ben. Ama bunu hiç belli etmedim onlara.
Sen yokken hocalar tanıdım ben; kendinden kaçan ve başkalarına bilmedikleri dersleri anlatan hocalar. Hepsini dinledim ve hepsine acıdım.
Sen yokken sayıları, günleri, ayları unuttum ben; son görüştüğümüzden bu yana geçen günleri sayarken üstelik.
Sen yokken “oldum” ben. Yanarak, düşerek, biterek, tükenerek sende yok oldum.
Sen yokken korktum; ölmekten korkum ilk defa…
Umut, hayatın kaynağıymış meğer.
Sen yokken deliydim ben. Her güne akıllı başladım fakat her geceyi delirerek tükettim.
Sen yokken yalan söylemeyi de öğrendim. Nasılsın diye soranlara öyle bir “İyiyim” dedim ki görsen sen bile inanırdın.
Ve bir de sen yokken öldüm ben.
Meğer “ölüler gerçekten yaşarmış.”
Üzülme...
Söz üzmeyeceğim, acıtmayacağım artık seni.
Kendini kötü hissetmeyeceksin.
Aynı şehirin içinde çok uzaklarda olacağım senin için…
Biliyorum aşk bu değil.
Biliyorum senden kaçmak seni üzmemek değil.
Ama gülüm…
Aşk acıya da mecbur değil.