İstanbul'un Samatya semtinde son iki ayda Ermeni kadınlara yönelik saldırıların artması, ve 84 yaşındaki Marissa Küçük'ün hayatını kaybetmesinin ardından düzenlenen protestodan gazeteci Rengin Arslan izlenimlerini aktarıyor.
Abone olBu hafta ikinci kez Samatya'dayım. Günlerden Pazar ve çok soğuk. Kalabalık bir grup Kocamustafapaşa'daki otobüs duraklarında toplanmış. Ellerinde pankartlar var ve sesleri çok gür: "Ermeni komşuma dokunma" diyorlar. "Yaşasın halkların kardeşliği" diye bağırıyorlar.
Kameraları ve fotoğraf makinelerini aşıp kalabalığa yaklaşıyorum. Ben de fotoğraf çekeceğim ama önce pankartın arkasındakileri görüyorum. İHD eski başkanı Akın Birdal, sanatçı Suavi, BDP milletvekilleri Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel; sanatçı Ferhat Tunç ve Hrant Dink'in kardeşi Orhan Dink.
Pankartın arkasındaki kalabalığın sahici bir öfkeyle bir araya gelmesinin nedeni son iki ayda Ermeni kadınlara yönelik saldırılar. Bu saldırılardan biri ölümle sonuçlandı. 84 yaşındaki Marissa Küçük hayatını kaybetti. Bir diğeri öldüresiye dövüldü. Uzun süre yoğun bakımda kaldı.
Geçen hafta ise Sultan Aykar evine girerken saldırıya uğradı. Komşuları yardıma koştu ve bir gözüne aldığı ağır darbeler nedeniyle ameliyat oldu. Ailesi hayatta kalmasını tamamen şansa bağlıyor.
"Hırsızlık değil örgütlü hareket"
Bugün Samatya'da bir araya gelenler Marissa Küçük cinayetinin ve diğer saldırıların hırsızlıkla ilgili olmadığını; hedef olarak da Ermenilerin seçilmesinin tesadüf olmadığını düşünüyor.
Grup hareketleniyor. Samatya meydanına doğru yürüyüş başlıyor dar ara sokaklardan. Pencerelere çıkan mahalleli alkışlarla ve ıslıklarla destek veriyor gruba. Sık sık sloganlar atılıyor. Alkışlar daha da kuvvetleniyor. Belki eylemden haberi bile olmayan mahalle sakinlerinin desteği gruba güç veriyor.
Marmara Caddesi'ne doğru yürüyoruz. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı, üzerinde en eski Ermeni kiliselerinden birinin bulunduğu caddeye doğru. Ben o yöne döneceğimizi sanırken caddeye çıkan sokaklardan birine doğru dümdüz ilerliyor grup.
"Ne istiyorlar bizden?"
Marissa Küçük'ün evinin önündeyiz. Mahalleli pencerelerde yine. Bazıları şaşkınlıkla bakıyor, bazıları el sallıyor, bazıları alkışlıyor. Ama bir pencerede bir kadın var ki o bağırıyor: "Ne istiyorlar bizden?" diyor feryat ederek. Başında tam örtmediği beyaz bir tülbent var. Saçları da bembeyaz. Yüzünün derin çizgileri o kadar belirgin ki artık yaşını tahmin etmek imkansız. Bir kadının daha fazla yaşlanamayacağını düşünüyorum ona bakarken.
Tüm bunlara rağmen sesi genç ve öfkeli. Büyük bir soru var sesinde de sözünde de: "ne istiyorlar bizden?"
Kadına doğru yönelen bakışlar birazdan yere eğiliyor. Marissa Küçük'ün evinin önüne kırmızı karanfiller bırakılıyor. Bu "acı" duraktan sonra yürümeye devam ediyoruz.
Samatya meydanına inerken bir zamanlar daha fazla Ermeninin oturduğu sokaklardan geçiyor kalabalık. Sloganlar hiç durmuyor. Kalabalığa bakıyorum. Bir ikisiyle yürüyüşten önce konuşmuştum. Samatya'dan değiller. Kıyafetleri de ele veriyor aslında. İyi giyimliler. Samatya'dakiler ise daha yoksul genellikle.
Meydanda kalabalık artıyor. Etraftaki lokantaların çalışanları ise kapılardan veya yukarı katlardaki pencerelerden kalabalığı izliyor.
Ertuğrul Kürkçü : "Artık yeter"
Halkların Demokratik Kongresi'nden Ahmet Saymadı açıklamayı okuyor. Soğuğa rağmen sesi titremiyor: "Marissa Küçük'ün katilleri aranmamaktadır" diyor. Ermenilere yönelik saldırıların sadece Samatya ile sınırlı olmadığını söylüyor ve askerlik hizmetini yaparken hayatını kaybeden Sevag Şahin Balıkçı'yı hatırlatıyor: "Cinayetin ırkçı yönü yetkililer tarafından 'kaza kurşunu' adı altında gizlenmeye çalışıldı."
Ardından BDP milletvekili Ertuğrul Kürkçü konuşuyor: Bugün burada Ermeni halkıyla, Türkiye'nin baskı altında ezilen halkları, kimlikleri ile dayanışma halinde olduğumuzu söylemek için bulunuyoruz."
Saldırıların birbirleriyle benzer özellikler gösterdiğini söylüyor ve gerekli tedbirlerin alınmadığını ekliyor: "Bu cinayetlerin çözülmesi için İstanbul Emniyeti'nin, İçişleri Bakanlığı'nın gerekenleri yaptığından kuşku duyuyoruz."
Kürkçü, "Ermeniler, Rumlar, Yezidiler, Süryaniler bu ülkenin, bu toprakların en kadim halklarıdır. Biz yokken onlar burada yaşıyorlardı" diyor. Kalabalık güçlü bir şekilde alkışlıyor bu sözleri. "Katil devlet hesap verecek" sloganı atılıyor.
Ertuğrul Kürkçü üç kere "artık yeter" diyor konuşmasında. Öfkesi yüzünde, sözünde, bakışında.
BDP milletvekili Sebahat Tuncel ise Samatya'daki olayların adli olaylar olmadığını söylüyor. Yetkililere ve yeni içişleri bakanı Muammer Güler' e sesleniyor: "Burada Samatya'da Ermeni vatandaşlara yönelik saldırıları açığa çıkaracak mısınız? Hrant Dink cinayeti arkasındaki zihniyeti açığa çıkaracak mısınız?"
Sebahat Tuncel ayrıca halkların arasında bir sorun olmadığını, "tek sorun bu ülkeyi yönetenler ve onların kurduğu dil" olduğunu söylüyor.
Ermenice ve Türkçenin buluştuğu türkü
Samatya meydanında son olarak megafonu Ferhat Tunç alıyor. Sarı Gelin türküsünü Ermenice ve Türkçe söylüyor. Kalabalık hüzünlü bir uğultuyla, sessizce katılıyor türküye. Türkçe kısmına katılan daha çok.
Türkünün üzerine söylenecek pek bir şey kalmıyor. Birkaç sloganın ardından dağılıyor kalabalık. Grubun içinde Samatya'da oturan bir arkadaşımı görüyorum. Samatyalı Ermenilerden eyleme katılan olmadığını söylüyor. Kalabalığın içinde dolaşmış birkaç kere. Ben bir kere daha "bazen görünmez olmanın hayatta kalmanın bir yolu" olduğunu düşünüyorum. Türkiye'deki ve dünyanın pek çok yerindeki "öteki"nin, bu şekilde hayatta kalmayı tercih ettiğini anlatan onlarca hikaye üşüşüyor aklıma.
Banliyö trenine binmek için istasyona yöneliyorum. Sirkeci'ye kadar onlarca yüzlerce fakir evin penceresinin önünden geçiyorum. Eğri kapıları, önlerine havlu konmuş balkon girişleri var. Pencerelerden paslanmış soba boruları çıkıyor. Burası hala kömür kokuyor. Trenin kapıları açılıp kapandıkça içeriye giriyor koku. Eski bir tarihin yorulmuş bekçileri gibi bu binalar.
Yıllar sonraya gidiyorum bir anda. Aynı evlerin yerinde oteller veya AVM'ler veya kentsel dönüşümle yerinden edilen insanların sokaklarını görüyorum. İstanbul'un yıkılan mahallelerine o kadar benziyor ki burası...
İstanbul'un yok edilen, göç ettirilen insanlarına o kadar çok benziyordu ki o penceredeki teyze. Hani beyaz tülbentiyle, beyaz saçlarıyla bağıran teyze: "ne istiyorlar bizden?"