BIST 9.550
DOLAR 34,54
EURO 36,01
ALTIN 3.005,46

Rütbeli Selahattin Demirtaş!

Türk toplumunda yaygın bir kanaat hakim. Sanki terör örgütü PKK ile müzakere masasına ilk kez AK Parti iktidarı masaya oturmuş gibi bir algı var.

Yazının başlığına anlam veremediğinizi biliyorum. Nedenini aşağıda anlatacağım. İzin verirsinez önce "Çözüm Süreci" ile ilgili önemli gördüğüm bir iki ayrıntıyı sizinle paylaşmak istiyorum.

Son yıllarda toplumun bazı kesimlerinde yaygın bir kanaat hakim olmaya başladı. Sanki terör örgütü PKK ile müzakere masasına ilk kez AK Parti iktidarı masaya oturmuş gibi bir algı var.

Halbuki durum böyle değil.

Terör örgütü kan döktüğü ilk günden beri görev yapan tüm iktidarlar öyle veya böyle barış adına bazı hamleler yaptı.

Bu görüşmelerin çetelesini 2013 yılında çıkarmıştım, meraklıları için tekrarlayayım.

PKK ile ilk görüşmeler 1993 yılında yapıldı. PKK saldırılarının en yoğun olduğu dönemlerde "İkinci Cumhuriyet" tartışmasını çıkaran dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal diğer yandan da barışın yollarını arama adına masaya oturan lider oldu. O zamanlar Celal Talabani bu görüşmelerde arabulucu sıfatı görüyordu. Belli bir noktaya gelen, hatta ateşkesle noktalanan sürecin sonrasında görüşmeler nasıl olduysa oldu ve bir anda kesildi.

PKK ile ikinci görüşme ise Özal'ın vefatından sonra yaşandı. Hatta çok güçlü kaynaklara göre Özal Öcalan'la her konuda anlaşmıştı ve karar açıklanmak üzereyken Özal'ı ortadan kaldırdılar. Özal öldükten sonra bu kez PKK ile görüşen isim ANAP lideri Mesut Yılmaz oldu.  Ancak askeri kanattan birileri devreye girince, 1995 yılında süresiz ateşkes ilan edilmesine, barış görüşmelerine başlandığı kulaktan kulağa fısıldanmasına rağmen süreç yeniden tıkandı.

Aynı Mesut Yılmaz 1996 yılında bir kez daha harekete geçecek, HADEP'ten Recep Doğaner üzerinden devletin ilişki kurmak istediği haberini PKK'ya ulaştıracaktı. Ancak bu kez sürecin "İsrail-Filistin" benzeri bir yöntemle çözüleceği dahi konuşulmasına rağmen yine bir el devreye girecek ve sağlanan ateşkes süreci ile barış görüşmeleri yeniden tıkanacaktı.

Yılmaz'dan sonra PKK ile temas kuran isim merhum Necmettin Erbakan oldu. Erbakan- Çiller koalisyonu döneminde bir gazeteci Abdullah Öcalan'a barış görüşmelerinin başlamasına start verilmesi amacıyla gönderildi. Bu karar PKK'nın Avrupa yönetimine iletildi ama o çaba da birileri devreye girince başarısızlıkla sonuçlandı.

En ilginç barış görüşmeleri süreci ise aynı yılın 1 Eylül'ünde, yani 'Dünya Barış Günü'nde yeniden başlatıldı. Süreci başlatmak isteyen bu kez kimdi biliyor musunuz?  PKK ile dağ tepe demeden, binlerce şehit veren Mehmetçiğin ta kendisiydi. Yani üst düzey askeri kanat bu taleple APO'ya haber gönderdi. O süreç de aniden tuhaf bir şekilde tıkandı.

Devam edelim...

PKK ile mücadele adına Güneydoğu'yu kan gölüne çeviren, "Her Kürt teröristtir" mantığıyla hareket ettiği için Kürt işadamlarını katlettiren, özel harekatçıları birer cellat edasıyla bölgeye sevkeden Tansu Çiller de PKK ile görüşme masasına oturan isimlerden biriydi. Çiller Başbakanlığı döneminde bir yandan bu katliamları yaparken diğer yandan da Mehmet Ağar'ı yanına katarak PKK'ya görüşme istediğini MOSSAD üzerinden ileten isim oldu.

Öcalan yakalandıktan sonra ne oldu peki? Onu da anlatayım..

Ecevit döneminde de barışın sağlanması adına Öcalan'la masaya oturuldu. O dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, askeri yetkililerden oluşan bir komisyon kurdu ve Ecevit'i de bu sürece kattı. Başbakan Bülent Ecevit adına o günlerde MİT Müsteşarı Emre Taner görüşmeleri tam yetkiyle sürdüren isimdi.

O dönemde Hüseyin Kıvrıkoğlu çekilme süreci konuşulurken, "PKK'lıların tamamı çekilmesin. 500 kişilik bir grup kalsın. Çünkü PKK'nın boşaltacağı alanlara diğer terör örgütleri sızabilir. Bu boşluğu PKK doldursun" diye bir öneri bile götürdü. Bu görüşmeler 2001 yılının Eylül ayına kadar sürdü ve sonuç alınamadı.

Sonrasını zaten biliyoruz. AK Parti ve görüşme süreci başladı. AK Parti'nin diğer partilerden farkı, süreci tam gizlilik içinde değil de yarı şeffaf yürütmesi oldu. Hal böyle olunca "Vatan elden gidiyor" diyenlere de fırsat doğdu.

Şimdi gelelim günümüze...

Beni okuyan herkes şahitlik edecektir ki hiç bir dönemde AK Parti'nin süreci yüzde yüz doğru yönettiğini söylemedim. Televizyon ekranlarında ve yazılarımda yapılan hataları tekrarlamaktan hiç vazgeçmedim.

Şimdilerde birileri yeni bir algı operasyonu ile "Çözüm Süreci"ni AK Parti'nin bitirdiğini yazıp çiziyor. İddia o ki Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti'nin düşen oylarını artırmak için savaş emri vermiş!

Açıklanan bütün kamuoyu anketleri böyle bir ortamda AK Parti oylarında ciddi bir yükselme olmadığını, aksine gelen şehit tabutlarının oy kaybına neden olduğunu gösteriyor.

Peki buna rağmen devlet neden savaşma yolunu seçiyor?

Bu sorunun cevabını geçtiğimiz günlerde Jandarma Genel Komutanlığı verdi. Sadece jandarmanın mıntıkasında bulunan bölgelerde 2012 yılında PKK bin 689 terör olayı gerçekleştirmiş. 2013'te bu rakam 658 olmuş. 2014'te bin 255 terör olayı yaşanırken, 2015 yılının ilk 7 ayında 832 terör olayı meydana gelmiş.

Buna karşılık Türkiye ise 160 küsur kanun maddesi çıkararak Kürt sorununu çözme yolunda adımlar atmış.

Henüz 7 Haziran seçimlerine aylar varken terör örgütü Doğu ve Güneydoğu'da barajların ve otoyolların yapımını bahane ederek saldırılarını zirveye çıkarmış. 6-7-8 Ekim'de Kobani bahane edilerek 51 masum insan barbarca katledilmiş, devlet buna rağmen barış söyleminden geri adım atmamış.

Son olarak Suruç'ta yaşanan patlama sonrası PKK Ceylanpınar'da iki palisi uyurken şehit etmiş, sokakta bulduğu her askeri vurma emri vermiş. Yüzlerce araç yakılmış, bölgelerde "Özerklik ilanı" yapılmış. Devlet de sahnelenmek istenen bu yeni ayaklanma üzerine 3 yıl sonra silaha silahla karşılık vermiş.

Ortada bu veriler varken "AK Parti seçimi kazanmak için savaş başlattı" demek onurlu ve namuslu insanların yapacağı iş değildir.

Yazının başlığını neden "Üniformalı Selahattin Demirtaş" koyduğum sorusuna gelince...

Dün kardeşini şehit vermiş bir yarbayın isyanını izledim televizyon ekranlarından. Terörle mücadele edeceğine yemin etmesine rağmen, terörle mücadele eden devletine saydırıyordu. "Buradaki vatan evladı daha 32 yaşında. Vatanına, sevdiklerine doyamadı. Bunun katili kim? Bunun sebebi kim? Düne kadar çözüm diyenler ne oldu da sonradan savaş diyor. Saraylarda 30 tane korumayla gezip, zırhlı arabalara binip ’Şehit olmak istiyorum’ diye bir şey yok. Git o zaman oraya git" diye bağırırken şehit kardeşinin tabutunu yumrukluyordu.

Haber ilk yayınladığında "acısı var, bırakın yaşasın" dedim. Ama iş propagandaya dönüp, yarbay gördüğü her mikrofona, her kameraya koşmaya başlayınca meselenin bundan ibaret olmadığını anladım. Bir ara Selahattin Demirtaş askeri üniforma giymiş, propaganda yapıyor sandım!

Biliyorum...

Sanal medya fareleri yazdıklarımdan sonra, "Senin kardeşin öldürülseydi başka şeyler yazardın" diyerek beni eleştirecek. Onun için peşinen söyleyeyim. Allah bana veya çocuklarıma bu ülke için şehit olmayı nasip etsin inşallah!

Kimse ucuz numaralarla yarbayı savunma yoluna başvurmasın. Acısı varsa öldürene laf söyler, terörle mücadele eden devletine değil...

"Bu yarbay ileride genelkurmay başkanı olsa ne olurdu?" sorusu tam da şimdi sorulmalıdır. Ya da "Bundan sonra bu yarbayla beraber savaşa giden askerler ona güvenir mi?" diye düşünmenin zamanıdır.

Yarbay'ın söylediklerine gelince...

Şehit kardeşine yakışmamış yarbayım! Yakışmamış çünkü, Cumhuriyet tarihinde ilk kez PKK bir komutanın sözlerini propaganda malzemesi olarak kullanıyor. Aynı PKK yine cumhuriyet tarihinde ilk kez bir komutanı savunuyor. Dik durup paşa olacağına, nefretine kurban olup PKK'ya maşa olma yolunu seçti.

Allah hiç bir askere bu utancı yaşatmasın!

Yarbay, "Düne kadar çözüm sürecini savunanlar neden şimdi savaşı savunuyor" diyor. Aslında cevabı çok basit bir soru. S
en bu acıyı çok önceden yaşama diye, hatta hiç acı yaşanmasın umuduyla çözüm istediler. Şimdiki savaşın sebebi ise sana bu acıyı yaşatmak isteyenlerin, sana ve senden sonrakilere aynı acıyı yaşatana kadar asla vazgeçmeyecek olmasıdır yarbay!

30 yıldır bu ülkede 40 bin insan hayatını kaybetti. Siz bu dönemde milletin türbanına, şalvarına, saç eteğine takılmasaydınız bu durumda olmazdık. O dönemde şehit düşenlerin suçlusu da Erdoğan mı?

Yıllarca mecburi askerlik yapan erleri, "Vatan sana canım feda" diyerek bağırtıp durdunuz. Onları bu gazla cepheye sürünce sıkıntı olmadı da acı sizi bulunca mı isyan ediverdiniz.

"Saraylarda 30 tane korumayla gezip zırhlı araçlara binenler" diyerek Erdoğan'ı eleştireceksiniz öyle mi? Daha düne onlarca mehmetçik ordu evlerinde sizin ve eşlerinizin çocuklarınızın emrine amadeydi. Alışveriş poşetlerinizi taşıtıyor, çöplerinizi bile onlara toplattırıyordunuz. Keyfiniz bozulunca mı bunları söylemeye başladınız.

Bilmiyorsanız öğrenin yarbay!

Cumhurbaşkanının korumalarının çok olması, bu ülkede Cumhurbaşkanı'nın canını almaya çalışan şerefsiz vatan hainlerinin çok olmasından dolayıdır.

Kardeşin şehit oldu, sen de gönüllerde öldün! Şehit binbaşının eşi kadar asker olamadın.

Sana bundan sonra düşen, "Ben bu kirli savaşta olmam" diyerek üniformanı çıkarmak ve istifa etmektir.

Eminim ki kendine yakışanı yapar, erken seçimde barış güvercini olan HDP'lilerle aynı safta yer alarak devletten kardeşinin intikamını alırsın!