Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Parazitoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Zafer Karaer'in yeni yazısı sosyal medyada yankı uyandırdı.
Abone olAkademik hayata başladıktan (1976) tam çeyrek asır sonra; İngilizlerle 1986-2000 yılları arasında ortak yürütülen Avrupa Birliği projesi çalışmaları esnasında; “Bilimsel” ilişkilerin nasıl sömürü aracı haline dönüştürüldüğünü gördüm. Bu noktada görmeye başlama zamanının çok geç olduğu düşünülebilir, değerlendirilebilir; hatta yadırganabilir, daha ileri gidip hakir de görülebilir. Ancak çevremde hayatı boyunca görmeyen akademisyenlerin çoğunlukta olması ile teselli bulduğumu söyleyebilirim.
İşte! Görmeye başladığım 2000 yılından itibaren; önce geçmişime dönerek 25 yıllık akademik yaşamımda, sonra günümüze yani 2014 yılına kadar yabancılarla bilimsel ilişkilerde hafızamda kaydedilmiş neler vardı? Hatırlamaya çalıştım!... Bilinçaltında ilişkiler birbiri ardı sıra bir film şeridi gibi aktı geçti…
…Ve geçmişe yönelik en eski hatırladığım olay Almanlara aitti… Doktora çalışmalarına başladığım 1979 yılında tez konum olan Ankara’da biyo-ekolojisi üzerine çalışacağım bir kene türünün tarifinin, tanımının ve isimlendirilmesinin 1919 yılında bir alman tarafından yapılıp, Alman dergisinde Almanca yayımlanmış olması idi... Bunda şaşılacak bir şey yok diyebilirsiniz; Ammaaa!... Bu kene türünün Almanya’da bulunmadığını, ülkemiz topraklarından toplanan kenelerden olduğunu söylersem şaşırmaz-mı-sı-nız? Ne yalan söyleyeyim bu durum beni çok şaşırttı…
Evet! daha bu şaşkınlığın şokunu atlatmadan yine 1979 yılında doktora konumla ilgili literatür taramalarında hem benim çalışma dönemime en yakın zamanda (1977) ve hem de çalışma merkezlerimi de içine (Ankara ili ve civarı) alan bölgede (Almanya’dan çok uzakta) konumla direk ilgili bir çalışmanın, bir grup alman tarafından yapıldığı ve yine aralarında Türk araştırıcı olmaksızın! Yine Almanca olarak ve yine bir alman dergisinde yayımlandığını gördüm.
Zaman tünelinden ilişkiler kronolojik olarak film şeridi akışını sürdürürken; 1982 yılında bir araştırma projesi ile ilgili 8 aylık süre ile gittiğim Berlin’de bilimsel ilişki ürünü ile karşılaştım … Bu sömürü ürünü Almanya’da görülmeyen, ancak Türkiye’de sığırların önemli kan hastalık etkeni, Theileria annulata ve taşıyıcı kene türü ile ilgiliydi… Bu hastalık etkeni ve taşıyıcı kene türleri 1970’li yıllarda Almanya-Berlin’e bir şekilde gitmiş veya gönderilmiş ve orada T. annulata’ya kimlik kazandırılmış, bugün dünyanın T. annulata-Ankara suşu olarak tanıdığı bu protozoon, ihtiyaç olduğunda ANKARA’dan değil (Türkiye’de halen yok!, 2014)), Berlin’den istenmekte… Deyim yerinde ise; Artık O; Türk asıllı Alman vatandaşları gibi, Türk asıllı Alman hastalık etkeni olmuştu…
Bu arada konumla ilgisi olmasa da; 1982 yılında Berlin’de bulunduğum zaman diliminde bilimsel, kültürel sömürü izine o yılların Doğu Berlin’indeki Pergamon Müzesinde rastladım! Müzelerinde Türkiye’den birçok tarihi eseri barındıran ve Türkiye’de genellikle arkeolojik kazıları yapan başta Amerika, İngiltere ve Fransa olmak üzere, tüm dünya gelişmiş ülkeleri gibi Almanlar bu konuda biraz daha ileri giderek, ebatları itibarı ile koca bir müzeyi ülkelerine taşımışlar bu müze adı ile [Pergamon (Bergama) Müzesi, Bergama yöresinde yol inşaatını yöneten Alman Mühendis Carl Humann çalışmaları sırasında bu sunak ile ilgili bazı frizlere ve kalıntılara rastlamıştır. Bergama’daki yol çalışmaları dört yıl kadar sürmüş ve ayrıca burada Carl Humann’ın 1878 yılında yaptığı kazılarda ele geçen sunağın frizlerinden Gigantlar savaşına ait 97 panel ve 2000 parça; Telepus frizine ait 35 panel ve 100 parça ile heykel, kitabe ve mimari kalıntılar, yani bunlar bilinenler ya bildirilmeyenler!!!... kimbilir bildirilmeyen nice kıymetli eser Berlin’e taşınmıştır….], içindekilerin tamamı ile bize aitti ve 1930’lardan beri Berlin’de halka, 1999 yılında ise deklare edildiği gibi dünya kültürüne hizmet etmekteydi. Tabii ki...! üzülerek gezdim. Ama ne gam! Türk asıllı Alman işçimiz, Türk asıllı Alman hastalık etkenimizden sonra, Türk asıllı Alman müzemiz de olmuş çok mu!... İşin daha acı tarafı ise; çevremde çoğu kişiye bu durumu anlattığımda, aldığım cevap: “İyi ki! Almanlar almış, götürmüşler, bizde kalsaydı, biz onlar kadar sahiplenemezdik!” gibi sorumsuzluk, duyarsızlık, vatan sevgisinden yoksun olmanın ifadelerini kullanmaları idi…
İşte bütün bu hatırlamalar! Alman araştırıcılar nasıl oluyor da elini-kolunu sallayarak ülkemizde istedikleri her yere gidiyor, istedikleri her şeyi toplayıp götürüyor, istedikleri çalışmayı yapıyor ve yayınlıyorlardı?… Bu ortam nasıl sağlanmıştı? Şeklinde ki soruları da beraberinde getirmişti…
Şimdi, önce “nasıl” sorularının cevaplarına bakalım; Ülkemizde veteriner hekimliği tarihçesinde; kuruluş, işletim, ikili anlaşmalar ve bizden önceki hocaların sohbetleri arasında söylediklerinin satır aralarında nasıl sorularının cevaplarını buldum. Veteriner Hekimliği tarihimizde ilk batılı anlayışta veteriner okulunun temeli İstanbul’da 1842’de bir alman tarafından süvari birliği okulunda bir sınıf olarak atılmış, sonra bu sınıf askeri, daha sonra sivil okula dönüştürülmüş ve nihayet yine almanlar tarafından Ankara’da 1933’de kurulan Yüksek Ziraat Enstitüsü çatısı altına taşınmıştır. Almanlar 2’ci dünya savaşı nedeniyle kısa bir süre bilimsel sömürüye, pardon ilişkiye ara vermişler, ancak savaş yaraları sarıldıktan sonra yarım kalan işlerini tamamlamak veya Türkiye’yi diğer sömürücü, ya da kan emici ülkelere kaptırmamak için 1960’lı, 1970’li, 80’li yıllarda birbirini takip eden ve 2000’li yıllara kadar süren Gissen, Berlin, Hannover Türk- Alman Veteriner Fakülteleri işbirliği anlaşmaları ile ve günümüze kadar da Türk-Alman dostluk günleri, Almanya’da doktora yapanlarla işbirliği günleri gibi farklı şekilde ilişkilerle sürdürmüşlerdir... Bütün bu süreçte, 150 yıldan fazla bir süre veteriner hekimliği eğitim-öğretimine ve bilimsel aktivitelerine almanlar damgasını vurmuştur. İşte! bütün bu anlatılanlar nasıl sorularına verilecek cevapların ana başlıklarını oluşturuyor…
Cevapların açılımında ise; Almanlarla gerek farklı bilimsel ilişkilerde, gerekse farklı zaman aralıklarıyla yapılan anlaşmalarda her ne kadar farklılıklar görülüyorsa da; Almanlarda hedefin tek olduğu, bizim taraf Türklerde ise hedefin çok, ama bilimsellikten uzak olduğu görülmektedir. Özellikle anlaşmalar çerçevesinde; iki tarafın akademisyenleri karşılıklı olarak ülkeler arası gidip-gelmişler. Ancak nedense taraflardan almanlar, minibüsleri ile, mikroskopları ile hatta elbise koyacak dolapları ile yani tam teçhizatlı ve bir ekip ruhuyla ya bağımsız araştırma yapmak, ya da bizimle ortak çalışmalar yapmak üzere gelmişler ve her ekip elemanı kaldığı sürede (genellikle 1 yıldan fazla) planlanmış bir araştırmanın tamamlayıcı parçası olarak çalışmış; Anadolu’da (Almanya’dan çok uzakta) istedikleri her yere gitmişler, istedikleri her konuda materyal toplamışlar (nasıl bir materyal...!) ve istedikleri gibi yazıp, yayımlamışlar... Bütün bunları yaparken anlaşılan o ki; hiç kimse veya kurum onlara planlarını, projelerini sormamış, ne yapıyorsunuz? Dememiş! … Ancak inkâr etmeyelim, bize de anlaşma sonunda getirdikleri, kullandıkları teçhizatları bırakmışlar (Hocalarımdan çok duydum: Şu mikroskop, şu minibüs, şu dolaplar, şu preparatlar... Almanlardan kaldı diye bir kazanç (!) olarak her fırsatta söylerlerdi…Ama ya kaybedilenler??? Bugüne kadar kaybedilenlerle ilgili ne bir çalışma bulunmakta! ve ne de kaybedilenler bilinmektedir!) ve böylece bizlerin çok takdirini (!) kazanmışlar… Tabii bu arada güya tespit ettikleri hastalıklarla ilgili veya çoğu zaman ilgisiz tonlarca teşhis malzemeleri ve tedavi için ilaçlar göndermişler(!). Pardon! SATMIŞLAR! Ayrıca çok kadirşinas olduğumuz için yine takdirlerimizi ve de tabii ki bol bol paralarını kazanmışlar!... Böylece nasıl sorularının niçin soruna bağlandığı kesişme noktası da belirlenmiş oluyor…
Peki! Bizim taraftan, yani Türkiye’den Almanya’ya gidenler ne yapmışlar; onlar maalesef ekip ruhu ile değil, fert olarak, tek başlarına, 1 Türk dünyaya bedel(!) anlayışıyla; genellikle çok kısa süreli ve planlanmış ve de bizzat kendilerinin yapması gereken bir araştırmanın parçası olarak değil, Almanların yaptığı çalışmaları çok, ama çok dikkatli (!) olarak gözleri ile takip etmişlerdir… Zaten esas amaç bilgi ve görgü arttırmak (!) olduğu için; Almanların kendi ifadelerine göre; o yıllarda Türkiye’de büyük alış-veriş merkezleri olmadığından, Almanya’da çok fazla olan bu tür merkezler bilgi ve görgünün genellikle arttırıldığı merkezler olarak itibar görmüştü... Oradaki ortak çalışmalara katılmak isterlerse, sadece onların yapmış oldukları programa göre katılımlarına izin verilmiştir. Yoksa! Onların Türkiye’de yaptıkları gibi, Türk akademisyenler de Almanya’da ellerini kollarını sallayarak istedikleri her yerde, istedikleri bağımsız araştırmayı yapmaları, materyal toplamaları mümkün mü, hadlerine mi düşmüş! Bununla birlikte özellikle belirtilmesi gereken bir husus ise; yalnızca büyük alış-veriş merkezleri (AVM) serbest çalışma alanları imiş!... Bizimkilerde bu alanlarda yaptıkları çalışma ürünlerini ülkeye en rahat ve serbest dolaşım yaptıkları alanlar Bilhassa son yılları içine alan Hannover anlaşmasına göre; ayrıca az sayıda genç asistanlar da doktora amacıyla gitmişler...
Akademisyen değişimi dışında diğer bir değişim durumu ise; Alman araştırıcıların yağmur gibi ekipler halinde akıllarını ortaya koyarak Anadolu’ya geldiği 60’lı, bilhassa 70’li yıllarda, bizden de yağmur gibi ekipler halinde bedensel güçlerini ortaya koyan kahraman işçi kardeşlerimiz Almanya’ya gitmişler ve “Almancı işçiler” ülkedeki tüm savaş izlerini bedenlerini, canlarını ortaya koyarak silmişler, Almanya’yı mamur etmişler ve bugün büyük bir çoğunluğu Türk asıllı alman vatandaşı sıfatını şerefleri ile almaya hak kazanmışlar!
Ama dünde, bugünde ve hatta yarın da sadece Almanlar değil, dünya barışı (!) için çalışan başta Amerika olmak üzere İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkelerin de bu tür ilişkilerde, Almanya’dan geri kalmadıkları gerçektir.. Ben daha yakından tanıma fırsatı bulduğum için Almanya örneğini verdim.
Gelin! Yine kendi çalışma alanım ile ilgili Almanlara göre daha az tanıma fırsatı bulduğum İngilizlerle girdiğimiz bir bilimsel ilişkiye bakalım; Bizzat benim de içinde olduğum ve metnin ilk paragrafında bahsettiğim, ayrıca yaklaşık 25 sene sonra görmemi sağlayan Avrupa birliği destekli projede İngiltere ile birlikte, onların ülkesinde görülmeyen (!), buna karşılık Türkiye için çok önemli bir hastalıkla ilgili yaklaşık 14 yıl (1986-2000) çalıştık; Sonuçta İngilizler sadece bilimin ve ilmin evrenselliği adına(!), insanlık adına(!); Başka hiçbir art düşünce (!) taşımadan, ülkemizde problem bir hastalıkla ilgili bizimle birlikte çalışarak, yardımseverliklerini göstermişlerdi... Bu durum araştırma için dikte ettirdikleri antlaşma protokolünde ki çalışma takviminde de açık ve seçik olarak görülmekte idi...
Bu protokol esaslarına göre; taraf olarak biz, sahadan hastalık etkeni izolasyonu, vektörlerin tespiti gibi bazı epidemiyolojik bilgilere yönelik çalışmalar yapacağız ve ayrıca istekleri doğrultusunda sahadan elde edilen materyali (kan, kene, serum gibi) İngiltere’ye göndereceğiz; İngiltere tarafı ise; Türkiye’den gönderilen materyalin hücre kültüründe ve moleküler düzeyde incelemelerini yapacaktı…
Evet! Sonuçta öyle de oldu; biz bazı epidemiyolojik bilgiler edinerek ve sahadan ortaklarımıza materyal toplayarak, yani hamallık yaparak görevimizi tamamladık. Onlar ise hastalıkla ilgili etkeninin moleküler düzeyde kendisine ve bazı bilgilerine sahip olduklarını raporlarda okuduk, fakat moleküler düzeyde hangi konularda ayrıntılı çalıştıklarını ve gerçek hedeflerine yönelik neler elde ettiklerini öğrenemedik!...
Ancak 14 yılda elde edilenlerin yeterli olmadığını; çeşitli bahanelerle taraf olarak bizimle ilişkiyi kesip, hemen Türkiye’den farklı bir şehirden başka bir grupla (yabancılar karşısında Türk araştırıcıların tutumu...!), aynı konu üzerinde AB projesi hazırlayarak yürütmeye başlamaları ile anladık. Halen devam eden (2014) bu projenin amacı herhalde daha önce yürütülen projedeki eksikleri tamamlamak veya yeni bir İl’de, yeni ortaklarla yollarına devam etmek, ya da en doğrusu ülkedeki bilimsel kontrolü sürdürmek! Sanırım ve de korkarım ki; bu tür ilişkiler bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da hep böyle sürüp gidecek.
Bütün bu hatırladıklarımla 1969-70 lerde öğrencilik yıllarında gördüklerim ve hocalarımdan 1950 lerde yaşananları dinlediklerimi birleştirince tamamlanan tabloda farklı bir bilimsel sömürünün çarpıcı manzarası çıkıyordu... Nasıl mı? Şöyle ki; 1969’da fakülteye başladığımda, hocalarımıza ait arabaların tamamına yakını Amerikan markası ford, chevrolet, buick ve hatta ulusal önemli bir o zamanlar sol bir gazetede Amerikan karşıtı köşe yazılarıyla da tanınan bir hocamızın arabası da “Oldsmobil” marka idi, onu hiç unutmuyorum…Bu manzara ikinci dünya savaşı sonrası tüm dünya ile birlikte Türkiye’de de her alanda var olan Avrupa hegemanyosunun Amerika Birleşik Devletleri tarafından yıkılışının görüntüsü idi…
Bunun için Amerika 1950 ler de tüm dünyada tüm alanlarda sömürü düzeninin temelini atarken Türkiye’yi de unutmamış (Marshall yardımları; Tüm bilim alanları ile birlikte veteriner eğitim alanında da bilimsel sömürünün ilk ayağı olarak fakültede görevli asistanlara burs vererek Amerika’ya gitmeleri sağlanmış; ancak önce o zamanın yaygın yabancı dilleri Fransızca ve Almancaya sahip olan asistanların bu dilleri terk etmesi gerektiğinden, 1957’de açılışı kimin tarafından desteklendiği bilinen, ancak tartışılan ODTÜ’de İngilizce öğrenmişler, daha sonra Amerika’da en az 1 yıl kalmışlar, bazıları bu süreyi uzatmışlar, orada çok çalışmışlar. Bütün bunları derslerde sadece hoş bir seda olarak kalan “Ben Amerikadaykenle…” başlayan cümlelerle ifade etmişler. Ancak bilim adına, bilimsellik adına gözle görülen elle tutulan teknoloji transfer edememişler, sadece ve sadece yukarıda sözü edilen otomobil transferi, dolayısı ile otomobil için asfalt ve yine otomobil için benzine bağımlılık gerçekleştirmişler…
Ancak “nasıl” sorularının cevapları, bunları “niçin” yapıyor? sorusunun cevabında aranmalıdır!…Evet! gelişmiş ülkeler; Avrupalılar, Amerikalılar; niçin bizimle bilimsel çalışmalarda ortak oluyor?, Niçin bizi ülkelerine davet ediyorlar? …Ve niçin bizim gibi ülkeleri çalışma alanı olarak seçiyorlar? Tüm bu soruların cevabı, topu topu 3 kelimedir: Kazanımları olduğu içindir!… Peki! Bu kazanımlar nelerdir? Bunları 3 ana başlık altında toplayabiliriz; birincisi ülkeyi bilim alanları itibarı ile kontrol altında tutmak, yönlendirmek (özellikle gerçek hedefleri engellemek), sahte gündem oluşturmak ve bu arada kendi istediği bilgileri, belgeleri serbestçe edinmektir. İkincisi ülkeyi kendi ürünlerinin (hekimlikte teşhis ve tedavi cihazları, teşhiste kitler, tedavide çeşitli kimyasallar gibi) Pazarı olarak hazırlamak; üçüncüsü ise bence diğer ikisinden de daha önemli, ülkenin bilim insanlarını, düşünen insanlarını kontrolleri altında tutmak ve düşüncelerini sınırlandırmak! (Bkz: İlim, ilim bilmektir; İlim, kendin bilmektir…)
Bu durumda ne yapabiliriz, çözüme nereden ve nasıl başlamamız gerekir noktasında; Bunun sırrı büyük Türk düşünürü Hz. Mevlana’nın “ İnsanın Gözü Neyi Görüyorsa, Değeri O Kadardır!...” sözünde saklıdır. İnsan olarak, ülke olarak değerimizi arttırmanın yolu görmekten geçmektedir. Elbette meslekle ilgili veya ülke ile ilgili sorunların çözümünde ikili, üçlü uluslararası bilimsel işbirlikleri kurulabilir, kurulmalıdır! Çalışmalar yapılabilir, yapılmalıdır! Ancak ülke olarak, kişi olarak değer kazanabilmemiz için görme noktasında; görüş alanımız ve anlayışımız geniş ve de derin olmalıdır! Asla; yukarıda ifade edilen ilişkilerde ki gibi dar ve sığ olmamalıdır!
Demek ki; dış ilişkilerde derinlemesine ve geniş bir açıdan karşılıklı kazanımları görmeliyiz! Kurtuluşta ise yine “İlim, ilim bilmektir; İlim, kendin bilmektir…” başlıklı makalemde belirtildiği gibi önce kendimiz olmalıyız, kendimizi ve memleketimizi tanımalıyız, her milimetresine sahip çıkmalıyız, vatanımızı, bayrağımızı sevmeliyiz; Tüm bunları lafla değil yaptığımız her işte ülkemize katma değer sağlayan çalışmalarla ispatlamalıyız…
Tüm okuyuculara saygılarımla...(2006)
NOT: Bu yazıyı 2006’da yazdım, bazı ilavelerle güncelledim. Maalesef bugün de görme ve kendimiz olma, noktasında, 1842, 1933, 1950, 1960-70-80-90’lardan farklı yerde değiliz!!! Hatta vatanı ve bayrağı tanıma, sahiplenme ve sevme noktasında bilhassa 1980’den sonra daha aşağı yerlerde olduğumuzu iddia edebilirim!...