Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Ergun Özbudun, terör sorununun çözümünde mümkün olan ve olmayan şeyleri tek tek anlattı.
Abone olBilkent Üniversitesi Öğretim ÜyesiErgun Özbudun, terör ve Kürt sorununun çözümünde gelinecek veya gelinmesi muhtemel sonuçları kaleme aldı. Özbudun'un Star Gazetesi'nde yayınlanan makalesi, toplumun pek çok konuda ezberini bozacak satırlarla dolu..
Özbudun'a göre, Kürt sorununun çözümü konusunda atılması ‘mümkün’ ve toplumun oldukça geniş kesimi tarafından desteklenebilecek adımlar, yeni anayasada hayata geçirilmeli."
Peki bu adımlar neler? Bakın Özbudun çözüm yöntemlerini nasıl anlatıyor:
Çocukluğumda okuduğum Sherlock Holmes romanlarından hayal meyal hatırladığıma göre, ünlü dedektif şöyle bir strateji izliyordu: Mümkün olanla olmayanı ayırmak, mümkün olmayanı elemek ve mümkün olanlarla bir sonuca varmaya çalışmak. Bu stratejinin, günümüzde yoğun tartışma konusu olan ve üzerinde çok değişik fikirlerin ortaya atıldığı Kürt sorununda da uygulanabileceğini sanıyorum.
Kürt sorununun, demokratikleşme ve onunla ilişkili olarak yeni anayasa yapımı sürecinde halledilmesi gereken en önemli mesele olduğunda, bir bakıma bu çabanın yumuşak karnını oluşturduğunda kuşku yoktur. İlk bakışta, sorunun demokratik, barışçı ve mâkul şekilde çözüme bağlanması konusunda, oldukça yaygın bir toplumsal talep ve genişçe bir oydaşma olduğu göze çarpmaktadır. Ancak, bazı temel kavramlara tarafların birbirinden çok farklı anlamlar atfetmeleri, çözümün sanıldığı kadar kolay ve sancısız olmayacağını düşündürmektedir.
Devlet içinde devlet olmaz
Her şeyden önce, mümkün olmadıkları için, elimine edilmeleri gereken iki uç çözüm, bir yandan yakın zamanlara kadar süregelmiş olan asimilasyonist, inkârcı ve baskıcı yöntemlere geri dönmek, öte yandan da Türkiye Cumhuriyeti ülkesinin bir bölümü üzerinde ülkenin genel siyasal ve ekonomik rejiminden çok farklı bir “devlet içinde devlet” vücuda getirmektir. Kürt dilinin ve kültürünün, hattâ Kürt etnik aidiyetinin inkârı demek olan asimilasyonist politikaların, bugünkü sorunun temelinde yattığında kuşku yoktur. Bu gerçek, daha önceki dönemlerde bu politikaların uygulayıcısı olmuş yetkili kişiler tarafından da itiraf edilmektedir. Bu konuda atılması “mümkün” ve toplumun oldukça geniş bir kesimi tarafından desteklenebilecek adımlar, yeni anayasada etnik referanslara yer verilmemesi, vatandaşlığın “anayasal vatandaşlık” ya da “anayasal yurtseverlik” (constitutional patriotism) temelinde tanımlanması, devlet okullarında Kürtçe ve diğer anadillerin talep üzerine ve seçimlik olarak öğretilmesinin yolunun açılması, yerel yönetimlerin yetkilerinin belli bir bölgeye münhasır olmamak kaydıyla çağdaş demokratik normlara uygun şekilde genişletilmesi, ifade ve siyasal örgütlenme hürriyetleri üzerindeki aşırı sınırlandırmaların gene evrensel normlar çerçevesinde asgariye indirilmesidir. Bu reformlara, Türk toplumunun en radikal milliyetçi ve ulusalcı kesimlerinin dışında, güçlü bir muhalefet gelmeyeceği tahmin edilebilir.
Öte yandan, PKK/KCK/BDP cephesinin en başta gelen talebi gibi görünen “demokratik özerklik” isteğinin bu reformlarla tatmin olacağı çok şüphelidir. Bu model, ismindeki “demokratik” kelimesine rağmen, özü itibariyle demokratik olmaktan çok uzaktır. İlginçtir ki, geçmişte de, bugün de birçok antidemokratik rejim ve uygulama, isimlerinin önüne “demokratik” kelimesinin eklenmesi suretiyle, meşru gösterilmeye çalışılmıştır: Demokratik Almanya Cumhuriyeti (eski Komünist Doğu Almanya), Demokratik Kore Cumhuriyeti (Kuzey Kore), Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Leninist partilerdeki “demokratik merkeziyetçilik” ilkesi, vb. Bu modelin temelinde, Türkiye’nin Güneydoğu Bölgesi’nde kendi yasama, yürütme ve yargı güçlerine, kendi “öz savunma gücü”ne, sözde halk komitelerine dayanan kendi örgütlenme biçimine, seçilmiş yerel temsilcilere paralel ve onların da üzerinde bir “siyasi komiserlik” teşkilatına dayanan, otoriter hattâ totaliter nitelikte bir “devlet içinde devlet” kurma girişimi yatmaktadır. Söz konusu cephenin, saklamaya pek gerek görmediği bir amacı da, bölgede kendilerinin en ciddî rakibi olan AK Parti’yi, devletin Diyanet İşleri Teşkilatı’nı ve Gülen cemaati gibi İslamî cemaatleri marjinalleştirerek, bölgede mutlak bir tek-parti hâkimiyeti kurmak ve böylece Kürt halkının tek ve meşru temsilcisi rolünü oynamaya çalışmaktır. Üstelik bu yapı, İran, Irak ve Suriye’deki Kürtlerle “konfederal” bir düzen içinde ilişki kuracak, yani bir anlamda kendi dış işlerini de kendisi düzenleyecektir.
Lider kadrosu ne olacak?
PKK/KCK/BDP cephesinin, bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için, kendileri gibi düşünmeyen bölge halkına karşı, şiddet, tehdit, baskı ve dışlama gibi antidemokratik yöntemlere başvurdukları, kamplarında “ikna” seansları düzenledikleri, kepenk kapatmayan esnafı tehdit ettikleri, bölge halkından vergi, haraç vs. topladıkları, direnenleri bölgeyi terke zorladıkları, medyada sık sık dile getirilmektedir. Hele plan gerçekleştiği takdirde, PKK militanlarının “öz savunma gücü”nü oluşturacağı, dağ kadrosunun liderlerinin de “muzaffer” birer komutan olarak bu yapılanmanın üst kademelerini işgal edecekleri gene saklamaya ihtiyaç hissetmedikleri bir beklentidir. Bir köşe yazarımızın esprili ifadesiyle, Oslo’da tütüncü dükkanı açmak, elbette bu lider kadrosunu tatmin etmeyecektir.
Şu halde “mümkün olmayan”lar arasına, bu senaryoyu da dahil etmek gerekir. Dünyada hiçbir devlet ve elbette Türkiye Cumhuriyeti, kendi ülkesinin bir bölümünde, onun kanunlarına tâbi olmayan, kendi ordusuna ve mahkemelerine sahip bir “devlet içinde devlet” kurulmasına izin veremez. Üstelik devletin, o bölgede yaşayan, fakat bu talepleri benimsemeyen vatandaşlarını şiddete ve zorbalığa karşı koruma konusunda hem hukukî, hem ahlakî bir yükümlülüğü vardır. Bu yükümlülüğü göz ardı etmek, devletin, kendi devlet olma vasfını inkâr etmesiyle eş anlamlıdır.
Kürt siyasi hareketinin sık sık dile getirdiği bu “statü,” demokratik federal veya bölgesel (regional) devletlerin hiçbirinde eşi olmayan bir statüdür ve geçmişte bazı Kürt çevrelerinin ileri sürdükleri federalizm talebinin çok ötesine geçmektedir. Federal bir devlette federe devletler, federal anayasa ve federal kanunlarla bağlıdırlar. Hele kendilerine özgü silahlı kuvvetleri olması, tasavvur bile edilemez. Hattâ böyle bir çözüm, medeni bir boşanmadan da daha sakıncalı bir çözümdür; çünkü boşanmada eşler sonuçta kendi yollarına giderler ve her biri, kendi evini dilediği gibi düzenler. Burada ise, bir devletin resmen ve hukuken kendi ülkesinin bir parçası olan bir bölgede, kendi siyasal sisteminden çok farklı ve demokratik normlardan uzak bir fiilî devlet yapılanmasına göz yumması gibi, hukuken de, ahlâken de savunulması mümkün olmayan bir durum söz konusudur. Dolayısıyla, böyle bir yapının fiilî yollardan ve “devrimci halk savaşı” gibi şiddet tehditleriyle dayatılması girişimini, meşru ve demokratik bir siyasal faaliyet olarak görmek elbette mümkün değildir.”Siyasetin önünü açmak” gibi, iyi niyetli öneri sahiplerinin, bunun ne tür bir “siyaset” olduğunu iyice düşünmelerinde yarar vardır.
Kürt sorununda, mümkün olanlarla olmayanları ayırdığımız ve mümkün olmayanları bir yana bıraktığımıza göre, bundan sonra yapılacak şey, “mümkün olanlar”la ne tür bir çözüme ulaşılabileceğini düşünmektir. Bunu, başka bir yazımda ele almayı ümid ediyorum.
Not: Sayın Hüseyin Gülerce, Zaman gazetesindeki önemli bir yazısında (2.11.2011) KCK dâvası nedeniyle, muhafazakâr demokratlarla liberal demokrat aydınların bir yol ayrımına geldiklerini ifade etmektedir. KCK ve KCK operasyonları hakkında farklı değerlendirme ve düşüncelerin mevcut olması, bir ölçüde normal karşılanabilir. Ancak benim içten temennim, bu görüş farklarının bir yol ayrımına dönüşmemesi, geçici ve bu sorunla sınırlı kalmasıdır. Çünkü şu ana kadarki demokratik gelişmelerimizde muhafazakâr-liberal ittifakının çok büyük rolü olduğu gibi, bundan sonraki gelişmeler bakımından da bu işbirliği hayatî önem taşımaktadır.