BIST 9.916
DOLAR 35,19
EURO 36,64
ALTIN 2.961,75
HABER /  GÜNCEL

Oyun odasında yaşıyoruz

Oyun ve sanat her zaman birlikte oldu, ama artık ilişkilerinin niteliği değişti.

Abone ol

Oyun, insanın yalnızlıktan kurtulmasının bir aracı değil, tam tersine onu çoğaltmasının bir yolu halini aldı Şu sıralar Paris'te Pompidau Kültür Merkezi'ne gidenler ilginç bir sergi görebilir. Sergi, 'çoklu medya' (multimedia) diyebileceğimiz, farklı üretim araç ve ortamlarının bir arada ele alınmasına olanak veren, 'etkileşimli' (interactive) bir yaratım sürecini kullanan ve işleyen yapıtlardan oluşuyor. Bir anlamda bilgisayarın, bilgisayar temelli tasarımların etkin olduğu bir düzenleme bu. Gerçekten de bilgisayar ortamı işin özünü meydana getiriyor. Ama onunla sınırlı değil tabii... Yanı sıra ses ve görüntü tekniklerinin devreye sokulması da söz konusu. Kısacası, akla gelebilecek her şeyden yararlanarak ortaya bir 'şey' çıkarılıyor. Bir örnek vermek gerekirse sergide yer alan bir 'işi' anlatayım. Bir oyun bu. (Zaten sergide yer alan yapıtların çoğu 'oyun/cak' özelliği taşıyor...) İki kişi karşılıklı oturuyor. Aralarında pinpon masasına benzeyen bir masa var. Üstünde bir top yer alıyor. Kişiler başlarına bir bant bağlıyor. Bu bant beyin dalgalarını ölçüyor. Oyunculardan 'rahatlamaları' isteniyor. Siz rahatladıkça topu karşıya itiyorsunuz. Bu rakip için de geçerli. Kısacası, kim daha sakin davranırsa onun topu karşıya doğru daha çok yol alıyor. Nihayet topa rakibinin sınır çizgisini aşırtan oyunu kazanıyor. Bu arada beyin dalgalarının görüntüsünü bir ekrandan izlemek olanağı da var. Su üstünde pingpong Bir başka masada iki kişi bu defa bilinen biçimde pingpong oynuyor. Ne var ki, masa bir su birikintisi niteliği taşıyor. Top masaya çarptığında su dalgalanıyor, balıklar kaçışıyor. Belki bir şeye yaramayan ama son derece hoş bir görüntü ve ortam. Ben, büyük dostum heykelci Erdağ Aksel'le 'beyin dalgası' oyununu oynadık ve o kazandı. (Zaten birisinin Erdağ'ı yenmesi öyle olacak iş değildir.) Dışarıda soğuk bir Paris gecesi vardı. Sağa sola bakınarak yürürken, Erdağ, bir mağazayı işaret etti. Benim dikkatimi çeken o yerin eskiden her Beaubourg'a gittiğimde oturduğum bir kahve olmasıydı. Mağaza kapanmak üzereydi. Biz de girecek değildik. Her şeyi görüp algılayan Erdağ sadece kapıya yakın bir yerde duran bazı nesneleri göstermek istiyordu. Bu nesneler, son derece renkli, pırıl pırıl parlayan, çok desenli şeylerdi. Çaydanlıklar, masa saatleri, bardaklar, vs. Erdağ, bunları 'oyunsu (ludic) nesneler' olarak tanımlıyordu. İstanbul'da da arkadaşımız Füsun'un bunlardan ithal edip sattığını söyleyince, onun bana armağan ettiği, zamanında Bedri Rahmi'nin boyadığı türden, şişman, çok renkli bir balık şeklindeki çakmağı anımsadım. Ne var ki, Bedri Rahmi'nin renkçiliği dışında elbette bu balık 1960'larda gerçekleştirilmiş pop sanata daha yakın duruyordu. Onun da biraz karikatürü gibiydi. Ben de, Erdağ'ın 'ludic' tanımına karşılık 'pop sanatın intikamı' deyiverdim. Sonra da bunun üstünde düşünmeye koyuldum. Gerçekten de 1960'larda ortaya çıkmış pop sanatı bir oyun duygusunun uzantısı olarak görmek mümkün. Kendisine göre bir mantığı da var bunun. Her şeyden önce Pop (Brit Pop diye ayrı ve İngiltere'de doğmuş bir dalı olsa bile) özünde Amerikalı bir şey. O toplumun özellikle 1945 sonrasında giderek artan refahla birlikte içine girdiği yeni kültür hayatın büyük bir 'espiri' olarak tanımlanmasına yol açıyordu. Ne var ki, bu 'espri' mesela Fransızların anladığı anlamdan epey farklıydı. Onlar, daha katmanlı, daha karmaşık, daha yoğun ve daha hedonist ve kabul etmek gerekir ki, haddinden fazla ciddi ve 'ergin' bir espriyi vurgularken Amerikalılar basbayağı oyun ve çocukluğa dayalı bir espriyi tercih ediyordu. Çizgi romanlardan çiklet çiğnemeye, lastik pabuç ve şortla dolaşmaya, hayatı basitleştirip sadeleştirmeye, apaçık bir biçimde oyun oynamaya dayalı bir hayattı onlarınki. (Buna mukabil Fransızların çok renkliliğe dayalı olmakla birlikte şıklık, 'süs', aksesuaar tutkusu ne kadar farklı bir noktada.) Pop sanatın ardılları Başlangıçtaki pop sanat bu gerçeğin üstüne oturdu. Onunla, o yıllarda at başı giden minimalizmin, hemen ondan önce ortaya çıkmış olan Amerikan Soyut Dışavurumculuğunun, onun 'Varoluşçu' ve çok daha zor bir kolu olan Rothko, Reinhardt, Newman, Louis, Noland gibi isimlerin oluşturduğu soyutlamacılığın yarattığı 'iticiliğin' de bu oluşumda rol oynadığını anımsamak gerekir. Pop sanat bir ferahlamaydı kısacası insanlar için. Bugün de buna benzer bir ortamdan geçiyoruz. Dünya üretilmiş ve gerek görsel gerekse genel bilincimize büyük katkılarda bulunmuş ama her şeye rağmen daha zor olan kavram sanatının yarattığı sıkıntıyı aşmak istiyor. Öte yandan, üç hafta önceki yazımda değindiğim Minimalizmin yarattığı kısıtlamaları da aşmaya çalışıyor görsellik dünyası. O vakit, oyunun renkli dünyası ansızın hayatımıza giriveriyor. Onun getirdiği rahatlamanın içinden dünyaya bakmaya çalışıyor insanlar. Fakat bunun bir başka yanı, yüzü daha var. O oyunsuluk, hayatın büsbütün Amerikanlaşmasının bir uzantısı. Dünyanın bir 'Amerikan icadı' olarak ve o anlamıyla 'Poplaşması' demek bu. O poplaşma da ister istemez kolaycılığı, fakat daha önemlisi ve tedirgin edicisi, sıradanlığı tahrik ediyor. İkincisi, modernizmin bugüne kadar oluşturduğu 'soğuk yüz'ün de aşılması bu yoldan sağlanıyor. Artık ciddiyetin ve 'usun' güdümünde, katı, aşılması zor, kıvrılıp bükülmesi neredeyse olanaksız, tartışmacı ve hatta dışlayıcı, küçümseyici bir sanat ve bir hayat bu dünya ve ortamda yeteri kadar yer bulamıyor. Üçüncüsü ise doğrudan oyun kavramının kendisi. Gerçekten de dünyada herhalde en çok oyun oynanan bir dönemden geçiyoruz. Ortaçağı ortaçağ yapan şey hayatın bir oyun olması, oyunun hayatın içinde bulunmasıydı. Bugün kimi düşünürlere göre içinde yaşadığımız çağ yeni bir ortaçağ. O anlamda veya değil ama bilgisayarlar ve özellikle de internet artık dünyayı bir oyun odası haline getirmiş durumda. Üniversiteden biliyorum. Her öğrenciye bir bilgisayar veriyoruz ve çocukların hemen tümü o araçları aynı zamanda oyun oynamak için kullanıyor. Hatta oyun nedeniyle yolunu şaşıranlar da var içlerinde. Üstelik bu oyun denilen şey oyuncak düşüncesiyle birlikte geliyor. Herkesin artık çok oyuncağı var. DVD'ler, CD'ler, bunları kullanmaya olanak veren aygıtlar ve daha sayısız elektronik tabanlı araç gereç insana boş zaman bırakmıyor. Oyunun bir parçasıyız İşin bütün bunlarla birlikte daha ilginç yanı ise bilgisayar ortamının oyunları artık gerçekten dünyanın bir parçası haline getirmesi. 'Etkileşim' denilen ortamın özelliği de o. Üç boyutlu görüntüden ses etkilerine kadar her şey sizi de oyun dünyasının bir parçası yapıyor. Sadece dışarıdan müdahale ettiğiniz bir şey değil artık oyun. Simülasyonlar aracılığıyla katıldığınız, parçası olduğunuz bir şey oyun. Bu yanıyla da oyun, bütün o etkileşimine karşın, kavramın klasik anlamında bir üretim içeriyor mu, doğrusu emin değilim. Gene aynı şekilde oyun oynamanın insanlar arası boyutu da bu durumda ortadan çekiliyor. Oyun, artık, sanal bir dünyanın belki de daha sanallaşması demek. Gene aynı şekilde oyun insanın yalnızlığından kurtulmasının bir aracı değil, tam tersine onu daha da çoğaltmasının bir yolu. Oyun ve sanat: her zaman birlikteydiler. Hâlâ beraberler ama ilişkileri nitelik değiştiriyor artık. Hayatla olan ilişkilerine gelince onu kolaylaştırıyorlar mı, zorlaştırıyorlar mı, doğrusu bunu hiç bilmiyorum. Kaynak : Radikal