Öyle bir günah düşünün ki, ibadetten daha hayırlı olsun!
Yaratılış sebebiyle her insan sevap ve günah işlemeye açık varlıklardır. Kötü ve iyi arasında ayrım yapabilecek akıllara sahip olan insanlık, bu iki karşıt eylemeleri sürekli yapmaya devam eder. Her ne kadar kötünün kötü olabileceğini bilse dahi yaratılışın vermiş olduğu acziyet ve noksanlıktan dolayı hatalar yaparak günah işlemiş olur. Yaratıcı’nın koyduğu nizami kanunlar inançlı bir Müslüman için hayatın asıl kurallarıdır. Allah Azimuşşân'ın birer kulları olarak, ibadet etmek bizlerin asıl vazifesidir. Çünkü var oluşumuzda ki asıl gaye ancak ibadet etmek ve O’nu tanımaktır.
Gelin bu gün, Günah ve İbadet denkleminde, Tasavvufun bizlere vermiş olduğu en güzel doktrinlerinden birisi üzerinde Hasbihal edelim.
İbn Ataullah el-İskenderi Hazretlerinin kaleme almış olduğu “Hikem” kitabı, Tasavvufun en güzel ve yüce hali olarak nitelendirilmiştir. İbn Ataullah, miladi 1260 yılında Mısır’ın İskenderiyye kentinde dünyaya gelen ve ömrünün tamamını Tasavvufa, hak yola, gönül ehilliğine adamış bir zattır. En büyük eseri olan “Hikem” kitabı Türkçeye “Tasavvuf-i Hikmetler” olarak tercüme edilmilştir. Hikem, Arapça da “Hikmetler” anlamında olduğundan dolayı kitabım muhteviyatı ayrı ayrı Tasavvuf hikmetlerini ele alır. Kitap, dizli olarak Tasavvufun kaidelerini en beliğ ve öz şekliyle sıralar. O kadar değerli bir kitaptır ki, bir çok İslam Alimince; “Eğer namazın içinde Fatihadan sonra, Zammı süre okunulması emir olunmasaydı hepimiz Hikem’i okurduk.” denilecek makama yükselmiştir. Şimdi bu kitapta geçen bir Tasavvuf kaidesini ele alalım.
Şöyle buyurur İbn Ataullah hazretleri;
“Sonunda iftikar ve zillet hissi veren bir ma’siyet, sonunda izzet ve kibir hissi veren ibadetten daha hayırlıdır.”
“İftikar” fakirliğin dışa vurumu ve Allah’a olan muhtaçlığı bilmektir. “Ma’siyet” isyan anlamıyla beraber, Allah’ın yasadıklarına riayet etmemek ve yasaklardan sakınmamaktır. “İbadet” ise Allah’ın emirlerini yerine getirmektir.
Ama eğer isyandan ötürü bir kul, kendi zaafiyetinin ve zilletinin farkına varıp da “Ben bir kulum, benim böylesine Azametli bir Rabbim var” düşüncesine doğru giderse Allah’ın rahmetine daha yakın olur. Hatta işlediği bir günahtan dolayı Marifetullah’a ererse o günah birer sebep olur ve kulun sevabına dönüşür. Dolayısıyla bir günah kula kendini tanıtıyor, Yaratan’ın ululuğunun farkındalığında oluyorsa günah kavramı burada Hakk’ın kendisine bir lütfudur aynı zamanda.
Şayet kul bir ibadetten dolayı, nefsine uyup da ibadet ettim diye kibirlenirse kulluk bilincinden uzaklaşır. Ve böylelikle Yaratan’ın vasıflarını kendinde görmeye başlar. Bu da kulun en alçak konuma düşmesi demektir.
Yüce Allah Ayet-i Kerimede şöyle buyurur;
“İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyat 56)
Bu ayette ki ibadet kavramı, bir çok müfessirlere göre Allah'ı tanımak olarak tefsir ederler. Yani “Ben kullarımı beni tanısınlar diye yarattım.” Şekliyle tefsir edilmiştir.
Böylelikle herhangi bir fiil, seni Rabbini tanıtmaya götürüyorsa akıbeti bakımından en hayırlı işe götürüyordur. Yukarıda beyan ettiğimiz hikmetten kasıtta budur.
Her ne kadar kul başlangıç itibariyle ibadet yaparak en güzel şeye tevessül etse de, nefsani hastalıklarla sonunu kibre götürüyordur. Bu şekliyle de yaratılış gayesinden uzaklaşarak günahtan daha büyük bir günaha yolculuk ediyordur.
Bir kişi, kendini beşeri sıfatlarıyla ortaya çıkarırsa elbette ki Rahman’ın feyzine vasıl olur. Ama mukaddes ilâhlık sıfatlarıyla vasıflanmaya kalkışırsa zillet ve mahrumiyete duçar olur. İnsanın kendi sıfatlarıyla vasıflanmasına sebep olan günah, şüphesiz Cenabı Hakkın sıfatlarıyla vasıflanmaya yol açan ibadetten hayırlıdır. Kibre vesile olan amel her ne olursa kişiyi Cennetten uzaklaştırır. Bir amel ki, kulu hakka yakınlaştırıyorsa, o ameli sevaba dönüşür. Rabbim kendini hakkıyla tanıyan kullarından eylesin.
Selametle...