BIST 9.949
DOLAR 35,16
EURO 36,72
ALTIN 2.977,15
HABER /  GÜNCEL

Oktay Ekşi'nin 53 yıllık fobisi

Hüriyet Gazetesi başyazarı Oktay Ekşi, Nuriye Akman'a özel dünyasının kapılarını açtı. Usta yazar 53 yıldan bu yana bir türlü kurtulamadığı korkusunu anlattı...

Abone ol

Adının Cengiz Han’ın oğlu Ogeday’a, soyadının Yavuz Sultan Selim’in komutanlarından Ekşioğlu’na dayandığını yeni öğrendiğim Oktay Ekşi, bana bin yıldır başyazar gibi geliyor. O yüzden, diğer şapkalarını bir yana bırakıp, söyleşiyi “başyazarlık” üzerine kurdum. Ekşi’nin Hürriyet’teki 1974-1983 dönem başyazarlığı, SODEP kurucusu olmak üzere kısa bir dönem kesintiye uğradı.

12 Eylül askeri darbesi SODEP’i seçime sokmayınca 1984’te gazetecilik mesleğine döndü. Güneş gazetesinde 10 buçuk ay başyazarlık yaptı, ardından Milliyet’te bir ay yazı işlerinde görev aldı. Derken Erol Simavi ona tekrar “Hürriyet’e dön” çağrısında bulundu. Ben 1985’te Milliyet’ten Hürriyet’te geçtiğimde birimiz Ankara, diğerimiz İstanbul’da otursak da, çeşitli vesilelerle karşılaştık. Her fikrine katılmasam da, hatta bazen yazdıklarına kızsam da, onu hep bir beyefendi olarak tanıdım. Her zaman sevgi dolu, birtakım sahte pozlar takınmayan, neyse o olan bir centilmendir benim için. Beni kinayeli sorular sormaya kışkırtan babacan tavrı, gülümseyerek meydan okuması, söyleşiyi bir savaş olmaktan çıkardı ve zevkli bir oyuna dönüştürdü. Ne güven duymak için kendi teybini çıkardı masaya, ne konuşmamızı görüntüleme ihtiyacı duydu ne de yazının son halini görmeyi talep etti.

Efendim 31 yıldır başyazarsınız. Başyazar hüviyetinin artık ruhunuza sindiğini, kalın bir kabukla sarılmış olduğunuzu, her şeye bu ayrıcalıklı konumun penceresinden baka baka, saflığınızı yitirdiğinizi düşünüyorum desem, bana “Haklı olabilirsin Nuriye” mi dersiniz, yoksa “saçmalama” mı?

Dediklerine katılmadığımı söyleyebilirim. Ben sadece yazımı yazarken başyazarımdır. Bazı meslektaşlarım var. Yemeği yerken başyazar, tuvaletteyken başyazar, yatağına yattığı zaman başyazar, bir sosyal ortamda bulunduğu zaman başyazar, çevreye baktığı zaman başyazar, pencerenin önüne geldiği zaman başyazar, merdivenden çıkarken başyazar, inerken başyazar... Üç cümleden birinde “Biz başyazarlar öyle değiliz, böyleyizdir” derler. Bunlar benimle alakalı bir şey değil. Yaptığım iş okuyucuya belirli bir sütunda o sütunun ilkelerine uygun bir şekilde hizmet sunmak.

Başyazarlığı bir elbise gibi çıkartabiliyorsunuz öyle mi?

Hiçbir sorunum yoktur. Görevim dışındaki zamanlarımda sadece ve sadece Oktay’dan ibaretim. Hiç öyle üzerimde sıfatlar, yaldızlar, numaralar, başyazarlıklar bilmem ne yazarlıklar taşımam.

Belki de farkında değilsiniz. Güç, bir süre sonra sahibini deforme eder.

Bilmem, ettiyse onu başkaları söyleyecek. Bu sıfat beni inandığım şeyleri, inandığım şekilde yazma olanağına kavuşturduğu için, işimi o işin gereğine uygun şekilde yapmaya çalışıyorum. Mutluyum. Çünkü karışanım, herhangi bir şekilde yönlendirmeye çalışanım yok.

Buna ikna olmam zor. Çünkü başyazar olarak sizden kendi fikrinizi değil, gazetenizin politikasını, patronunuzun bakış açısını yazmanız beklenir. Bazen aba altından sopa göstermeniz, bazen sırt sıvazlamanız ve alkışlamanız gerekir. Bu arada siz kaybolursunuz. Çünkü bu kurumsal tavır alışlar sizin doğal davranışınız olur.

Şimdi pek öyle değil, biraz da öyle. Bu işin sütunundan kaynaklanan kurallar var. Eğer bir gazetenin başyazarlığı görevini yerine getiriyorsanız, o gazetenin genel politikasıyla uyumlu olmanız lazım. Uyumlu değilseniz zaten size işverenin o işi vermemesi lazım. O sizin yazdığınızla yüzde 80, yüzde 95 uyum içinde hissediyorsa sizi orada istihdam etmeye devam eder. Erol Simavi döneminde de Aydın Doğan’ın döneminde de benim onların hayata bakışıyla uyumlu olmayan yazılarım çıkmıştır. Ama bunların oranı benim buradaki iş ilişkimi kesecek düzeye gelirse zaten hiç kimse beni burada tutamaz.

Demek ki burada kalabilmek için bu uyumu daima en aşağı yüzde 80’de tutmak zorundasınız.

Belki. Ama benim böyle bir sıkıntım yok. Çünkü inandığımı yazdığımda, benim fikrim onlarla büyük çapta uyumlu oluyor.

Patronla böyle yüksek bir uyum oranı yakalamak, bir gazeteci için övünülecek bir şey mi?

Elbette, çok da güzel bir şanstır. Geçenlerde bir yazı çıktı. Konusunu hatırlamıyorum. Ben 180 derece sağa bakıyorum. Ertuğrul Özkök 180 derece sola bakıyor. Birbirimize taban tabana zıt yazmışız. Sabah gazeteyi aldığım zaman fark ettim bunu. Hatta bazı sütunlara da düştü. Bu ne biçim şey? Bunların birbirlerine karşı acaba itiş kakış mı var? Hiç alakası yok. Biz konuşurken de birbirimize ters düşeriz, yazarken de. Zerre kadar gerilim olmaz. Benimki gazeteyi belirli bir ölçüde bağlayıcı sayıldığı için, ben istediğim her şeyi yazamam. Varsayalım ki, okuyucunun kimi değerleriyle çatışan düşüncelerim var. Diyelim ki Bekir Coşkun’un ya da Emin Çölaşan’ın sütununda olsam pervasızca yazarım bunu. Ama bu sütunda yazamam. Bir sınırım, başyazarlığın bana verdiği bir sorumluluk var.

Bu fevkalade şizofrenik bir durum değil mi?

Hayır. Gayet keyifliyim böyle olmaktan dolayı. Abdi İpekçi’nin öldürülmesi 79’un 1 Şubat’ıdır. 1990 Ocak’ında Muammer Aksoy öldürüldü. 15 seneden beri ben kendi hapishanesiyle birlikte yaşayan insanım. 15 senedir polis koruması altındayım. Çünkü o tarihte yapılmış bir ihbar belirli ölçüde doğru çıktı. Devlet koruma koydu. Eve girdiğim nokta hariç, hayatım boyunca her hali polis ile geçen bir insanım. Bu birçok insanı çok mutsuz ediyor. Benim bir sıkıntım yok.

Kendinizi böylece daha önemli hissediyorsunuz, belki o yüzden.

Hayır hayır, rahat hissediyorum.

Bilinçaltınızda korunmaya değer bir adam olmak fikri yok mu yani?

Değil değil. Devlet, sizinle ilgili istihbarat raporlarını altı ayda bir değerlendirir, aldıkları kararı size tebliğ eder. Daha önce, tehditler yoğunken arkamda takip arabası vardı. Bir aşamada dediler ki ‘buna gerek yok.’ Bir aşamada dediler ki ‘evini de koruma altında tutmamız lazım.’ Biz kaldırttık onu. Hürriyet’in kendi koruma düzenini koyduk. Devletin koruma polisi yakın koruma olarak hâlâ sürer. Ben kendi hapishanesini taşıyan insan olmaktan mutluyum.

Duygunuzu ifade ederken seçtiğiniz kelime beni şaşırtıyor. Bunda mutlu olunacak ne var ki?

Ben kendiyle barışık bir insanım. Çevremde polis var, ‘şu kaçamağı yapayım’ ihtiyacı duyan birisi değilim. Gayet rahatım. Bundan dolayı mutluluğumu kaybetmem.

Biraz evvel Özkök ile farklı görüşleri dile getirebildiğinizi söylemiştiniz. Şimdi bazen birinizin sağa, birinizin sola bakıyor olması, gazetelerin ticari müesseseler olduğu hatırlanırsa, bütün kanatları dengede tutabilmek, okurun nabzını tutabilmek için profesyonel bir yaklaşım değil mi?

Yelpazeyi Ertuğrul genişletti. Ben rahmetli Nezih Demirkent ile de çalıştım. O gazetede tek ses çıkmasını isterdi. O tek ses de benim kalemimden çıkardı. Her gün yazı işleri toplantısından sonra Nezih Demirkent’le odasında yarım saat konuşur, yazacağım konuyu tayin ederdik. Anlaşamazsak, yazı işlerine derdim ki, bugün yazı yok. 74’ten, 81’in sonuna kadar böyle oldu. Sonra Çetin Emeç geldi. Ben yazacağım konuyu ona söylerdim. ‘Şunu yazmayı düşünüyorum. Bilgin olsun’ derdim. Çetin karışmazdı başka bir şeye.

Hiç bozuşmaz mıydınız?

Hayır hayır, hiç vaki değil.

Zaten bir başyazarın asıl görevi yönetimi nerede kızdıracağını, nerede kızdırmayacağını önceden bilmek değil midir?

Öyle bir ihtiyaç yok. Senin idrakine bırakılmıştır bunlar. O günkü yazımdan dolayı patron gece yatağında sağdan sola dönerken “bu adamı kovalım” diye düşünürse, ertesi gün benim işim biter. Ben 53 seneyi, ‘ertesi sabah kovulabilirim’ düşüncesiyle yaşadım. Hiçbir zaman bu kapıdan içeriye ben bugün 24 saat burada kalacağım diye girmedim.

Kovulmadığınıza göre rolünüzü iyi oynadınız demektir.

Hayır, bu ne demektir biliyor musun? Korku bu kadar sağlammış ki içimde, her gün kovulmayacak kadar iyi yapmaya çalışmışım işimi.

Tabii nereden baktığınıza bağlı!

(Kahkaha atıyor)

Siz kovulma içgüdüsüyle böyle düşünüyorsunuz. Ben de diyorum ki, vaay kovulmamak için kim bilir ne tavizler vermiştir? Neleri yutmuş, yazamamıştır?

Onu diyenlere saygı duyarım, ‘o da öyle bakıyor’ derim. Benim limitlerim var. Başka sütun yazarları gibi özel hayatımı yazamam.

Gönlünüzün çektiği sanatçının Anıtkabir’e gömülmesini isteyen keyif yazıları yazamadığınız için Özkök’ü kıskanıyor musunuz?

Hiç kıskanmıyorum. O yiğit o yoğurdu öyle yiyor diye bakıyorum. Ben kendi sütunumdan benim görevim bunun böyle yapılmasını gerektiriyor diye bakıyorum.

İnsanların Oktay Ekşi’nin ne düşündüğünü merak ettikleri için değil de, gazetenin politikasını anlamak için sizi okumaları bir burukluk yaratmıyor mu?

Hiçbir şey yaratmıyor. Ben çok rahat, keyifli bir şekilde gelirim. Bazen geç saatlere kadar süren konu bulma sıkıntım olur sadece.

Hürriyet’e neden bir başyazar lazım?

Bilmem. Belki birden fazla lazım da, onlar bir taneyle sınırlı tutuyorlar.

Dünyanın önemli gazetelerini düşünün. Onlarda başyazarlık müessesesi yok.

Mecbur muyuz New York Times gibi anonim yazmaya? 66 yılında İngiltere’den döndüm. Ankara’da Yeni Gazete’nin Ankara büro şefiydim. Rahmetli Nezih Demirkent yazı işleri müdürü. Benden evvel konulmuş kurala göre, büro şefi imzasız yorum yazıyor. ‘Benim’ dedim, ‘her konuda yorum yapma gibi bir şeyim söz konusu değil. Ben habercilikten yetişmiş bir insanım. Yorum yazma gibi bir iddiam yok. Bu uygulamayı değiştirelim, konunun uzmanına yazdıralım. Ben de o yazıyı edit edeyim.’

Yabancı gazetelerde olduğu gibi, editoryal bir yazı mı?

Orada bir gruba yazdırılıyor. Ama New York Times, London Times gibi gazetelerde yine de başyazar konumunda istihdam edilen gazeteci var. Dışarıdan alınan bilgi var. Pişiren yine onlar. Demirkent’le mutabık kaldık. O dönem akademisyenlerden çok yararlandım. Ne oldu biliyor musun? Hayata birbirlerinden çok farklı bakan insanların aynı noktada çelişen görüşleri yayınlanmaya başladı. Uzmanlık alanları diye yazıyı alıyorsun. Bakıyorsun ki bir kavşakta birbirine ters laflar edilmiş. Baktık ki çok başarılı bir uygulama değil. Şu kanaate ulaştım: Gazetecilik geleneğinde taa Ahmet Mithat efendilerden gelen kurumlaşmış, okuyucuyu alıştırmış ve artık ihtiyaç haline gelmiş başyazarlık diye bir kavram var.

Demode olmadı mı yani artık?

Hayır, hayır. Türkiye’de okuyucu, kime küfretmesi gerektiğini, kimi sevmesi gerektiğini bilmek istiyor. Anonim olduğu zaman sanki karanlıktan sıkılmış gibi oluyor.

Ama bu, okura çocuk muamelesi çekmektir. Ergin insan kime küfredeceğini, kimi öveceğini annesi babası mı söylesin ister?

Hayır, okuduğu zaman, ben bu adamı adam zannettim veya bu adam benim tahmin ettiğimden daha güvenilir, daha muhtevalı birisiymiş demeyi, onunla birebir kendi dünyasında iletişim kurmayı istiyor. Öteki sütunlar için de geçerli bu.

“Biz” demek sizde bir üslup olmuş. Bunu demode bulduğumu söylemek zorundayım.

Özgürsün, istediğini söyle.

“Biz” demek bir büyüklük iddiası taşıyor. Çünkü büyükler; büyüklükleri, küçükleri rahatsız etmesin diye “biz” derler kendilerine.

Bazıları onu bir krallık, bir hanedan üslubu gibi algılıyorlar. Hiç alakası yok. Orada tam tersine kendini geri plana itiyor, daha yumuşak olmaya çalışıyorsun. Biz dediğin zaman, ego geriye çekilmiş oluyor.

Kabul etmiyorum. “Biz” dediğiniz zaman, “ben ve patronum” diyorsunuz.

Bilmem, öyle algılayanlara bir şey demem de, hiç aklımdan geçmedi böyle.