BIST 9.874
DOLAR 35,07
EURO 36,66
ALTIN 2.954,99
HABER /  GÜNCEL

Nuray Mert, müslüman ama solcu

Toplumsal ve siyasal meselelerde 'kuşatıcı' ve 'çarpıcı' neşterler atan Radikal Gazetesi yazarı Nuray Mert, kendisini tanımladı: Müslüman ama solcuyum...

Abone ol

Basının eleştirel kalemlerinden Nuray Mert, AKŞAM'ın modern-milliyetçi-muhafazakar çizgisi üzerine AKŞAM'ın Yazıişleri Müdürü Emre Yalçın'la konuştu. Toplumun hassasiyetlerinin, sağ politikaları anlamadan anlaşılmayacağını savunan Mert, buradan yola çıkarak solun da zaaflarını eleştirdi.

AKŞAM'ın modern milliyetçi muhafazakar olarak formülleştirilen yeni çizgisinin, fikir ve siyasete nasıl katkıları olacağını düşünüyorsunuz?

Ben bu üç kavramın da yakınında duran biri değilim. Muhafazakarlığın merkez sağ olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yani belki bu terime aşina değiliz ama, siyasi söylemine aşinayız; muhafazakarlığın karşılığı var Türkiye'de. Hep de vardı, ama kendilerine muhafazakar demiyorlardı da, milliyetçi-mukaddesatçı diyorlardı, ya da Türk-İslam sentezcisi. Ben kendimi Müslüman olarak tanımlarım, ama öte yandan da dünyaya siyaseten soldan bakarım. Bu ikisi, 'ben yaptım oldu' deyince bir araya gelmiyor, dolayısıyla da bunu anlatmam kolay olmuyor. Çünkü sol, dinle sorunu olan bir siyasal bakış. Bütün dini gelenekler de, sağ siyasetlerle ittifak içinde oldu. Bense Müslüman'ım, fakat bu beni muhafazakar yapmıyor; yani ben topluma bakışımı sağ siyaset üzerinden kurmuyorum. Ancak bütün bu itirazlarıma rağmen, nedense ben muhafazakar çevrelerin de bir ismiymişim gibi bir hava vardır. Benim Türkiye'deki muhafazakarlığa itirazım, esasen 'muhafazakarlık kasabalılıkla olmaz' tarzında estetik bir itiraz da değil -ki o da doğrudur. Yani, Anglo-Sakson geleneğine kıyasla, bizdeki, taşralı-kasabalı unsurun hakim olduğu bir muhafazakarlıktır. Ama ben böyle bir noktadan değil, siyasi bir noktadan itiraz ediyorum. İtirazım sağın kendisine, sağın dünyaya bakışına, dolayısıyla da muhafazakarlığa. Asıl gerekli olan, Türkiye'ye soldan bakan siyasetlerin tazelenmesi. Ama bu modern-milliyetçi-muhafazakarlık ihtiyacının ortaya çıkmasını da anlıyorum. Statükoyu ve alışkanlıkları temsil ettiği için kitleler sağın arkasındadır. Sağ politikaları anlamadan toplumu anlamak mümkün değil. Solun çok büyük bir zaafı bunları hiç anlamak istememesi, görmezden gelmesi. Oysa en azından sağı tartışma muhatabı alması gerekir; siyaseten böyle olmalı. Sol belki buradan bir şey öğrenmez ama, kitlelerin dünyayı nasıl gördüğünü, hassasiyetlerinin ne olduğunu anlayabilir. Dünya bir ulus devletler sürecinden geçti. Türkiye de bir uluslaşma süreci yaşadı ve bunun üzerinden iki üç nesil geçti. Şimdi bu süreci görmezden gelmek mümkün değil; anlamazdan gelmekse hakkaniyetsizlik. Şimdi mesela, Sevr Sendromu konusunda bu çok bariz; hatta insan hassasiyetlerini fazlasıyla yadsıyan bir durum söz konusu. Bu ülkede yakın tarihte bir sürü trajik şeyler yaşandı. Bir imparatorluk çözüldü. Ona ilişkin bütün sağ okumaları, sol okumaları ve tartışmaları bir tarafa bırakın, şimdi bu ülkede yaşayan herkesin büyükannesi veya büyükbabası bu trajik sürece doğrudan tanık olmuş. Bu, tarihsel perspektif açısından çok yakın bir vade. Toplumsal hafıza açısından, dikkate alınamayacak, "aşalım şunları" denebilecek bir vade değil. Üstelik şimdi hakim çoğunluk denen 'dışlayıcı kültür', 'hakim kültür' zannedildiği kadar da kendine güven biriktirecek, güven duyacak bir arkaplana sahip değil. Aksine, toplumsal hafızadan dolayı, kendisini güvensiz hissetmesi için çok sebep var. Bunu görmezden gelip de, insanları bu hafızaya gönderme yaparak gösterdikleri bir takım reflekslere, "Aaa, bu devirde de bu olur mu?" demek çok ciddi bir empati yoksunluğu. Politik doğruluk adına inanılmaz bir körlük. Hani hafızaya körlük, tarihsel deneyimlere körlük, insanların haleti ruhiyelerine karşı körlük. Tartışmanın da buradan başlaması lazım. Ben Türkiye'de milliyetçilik konusunda öyle ciddi bir sol tartışma olduğunu düşünmüyorum. Olan, politik doğruluk çevresinde gelişen teorik ve hijyenik bir tartışma.

Türkiye standartlarını gözardı eden bir tartışma yani...

Hayatı, toplumsal duyarlıkları son derece gözardı eden, sırf kitabına uygun bir tartışma. Ama gerçek bir toplumsal-siyasal bir tartışmaya dönüşemiyor. Mesela, dünyaya komplo teorileriyle bakmak, deşifre edilebilecek bir durum. Açıklayamadığımız, karmaşık bir şeyle karşı karşıya geldiğimiz durumda -ki politik ve toplumsal realite fazlasıyla karmaşık- bu insanlara bir düşünce konforu sunuyor. İnsanların siyaseti algılamasında böyle kolaylıklar sunan, kısa devre sistemler sunan pek çok şey var, komplo teorileri de bunlardan biri. Ama bir toplumda herkes de komplo teorilerine saldırmaya başlamışsa, burada da başka bir şey var demektir. Yani bunu sadece insanlar zaten sığ görüşlü, toplum derin görüşlü değil diye açıklayamayız. Hiçbir toplum çok derin görüşlü değildir. Yani çok ilerlemiş, eğitim düzeyi yüksek, demokrasi gelenekleri gelişmiş Batı toplumlarında da böyle şeyler nesilden nesile aktarılmıyor. Sokaklarda Descartes'lar, Kant' lar gezmiyor, sıradan adam geziyor. Sıradan insanın toplumsal-siyasal algısı, aslında içinde yaşadığı kültürel çevre neyse, onun çok da sığlaştırılmış bir halidir. Kendi işittiği şeyi tekrar eder, ona konforlu geldiği sürece. Demek ki bizim toplumuzda insanlar, aydınlarımızın politik doğru olarak gördüğü bir siyasi-toplumsal algıyı rahatlatıcı, ikna edici bulmuyorlar. Neden? Bunu sormak lazım. Bizim insanlarımız daha mı paranoyak psikolojik olarak? Değil. Burada başka bir şey var ve bunu eşelememiz lazım. Bir meseleyi belli bir mesafeden tartışmazsanız, insanlar ya o uçtan ya bu uçtan; ya o kısa devreyle, ya bu kısa devreyle algılama ihtiyacı duyar. Mesela, durup dururken neden bir toplumda misyoner faaliyetleri artar? Bu da bir mevzudur ama bir Allah'ın kulu da çıkıp "Kardeşim bunlar da fuzuli işler, 70 milyonluk koskoca bir nüfusun Hristiyan filan olacağı yok. Ama bunlar da nedir?" diye bir sağduyulu soru sormaz da, 'Bu komplo teorilerine ve milliyetçilere prim vermek olur' diye bundan köşe bucak kaçarsa, bu insanlar ister istemez bir yerlerden bir açıklama bulmak zorunda kalır. Mesela ben Patrikhane tartışmalarını çok önemsedim ve bu konuda yazdım. Orada da çok ciddi bir problem var. Soldan bakan, liberal ve demokrat biri olarak azınlıklara bakışım tabii ki milliyetçilerinki gibi değildir. Yani, "Bunlar bizim egemenliğimiz altında, ne dersek yapmak zorundalar" değil. İnsanların birbirine bu derece hoyratça ve dışlayıcı bakmasını dert edinmeli bir liberal demokrat, bir solcu, hatta kendini abartılı milliyetçi olarak görmeyenler. Ancak Fener Rum Patrikhanesi denen makamın iktidar mücadelesini, sadece bu gerekçeyle, "Madem ki bunlar azınlık" diye gözardı etmek de olmaz. Fener Rum Patrikhanesi bir azınlık sivil toplum kuruluşu filan değil. Tarihsel bir kurum, iktidar iddiası olan bir kurum. Yani toplum perspektifinden bakan insanların, arada sırf o azınlık meselesi var diye, kalkıp da epistemik bir sıçrayışla, aslında iktidar talebiyle hareket eden bir kuruma sonuna kadar sahip çıkması çok ciddi bir savruluş bana sorarsan. Diğer taraftan da bu koyu milliyetçi savrulmalara, komplo teorilerine çok da iyi bir zemin teşkil eden bir bahane oluşturuyor. Patrikhane'nin iktidar mücadelesi, bizim ayrımcılıkla, azınlıklarla ilgili mücadelemizi hiç ilgilendirmemelidir dediğimiz zaman, soldan, demokrat kesimden buna itiraz geliyor. Çünkü öyle bir sakatlık var. Türkiye'de sol ve demokrat çevreler politik doğruluk perspektifine marazi biçimde takılmış durumda. Tabii ki iktidar dilde başladığı için, dilin kullanımı, dilin içinde iktidar mekanizmalarını mümkün mertebe ayırt etmeye çalışmak ve onlara karşı çıkmak önemli şeyler. Ancak dünyada aklınıza gelen her şeyi, abur cuburu politik doğruluğun içine doldurmaya çalışıp olan bitenden iyice kopmanız iyice başka bir şey. Yani, Fener Rum Patrikhanesi'ne karşı bir şey yazmak bence politik doğruluk ilkesine hiç ters bir şey değil, çünkü onun kendisi de bir iktidar merkezi. Ama, haydi diyelim aklınız karıştı. O zaman da biraz daha irdelemeye ihtiyaç olur. Acaba mı, diye sorarsınız.Çünkü azınlık da var, kurumsallık da var, hangisi öncedir diye bir düşünmek vardır. Ama Türkiye'deki söylem bir dakika düşünmüyor, ayrıştırmam gereken bir şey var mı, diye. Bu konforlu bir durum tabi entelektüeller için: İşte doğrular listesi var, yanlışlar listesi var. Nerdeyse ikili mantık sistemine indirgenmiş. Yanlış ve doğrunun dışında ara seçenekler yok. Ara seçeneklerin ötesinde, klişe halinde listelenmiştir..

Aynı zamanda da, bir problemin içinde diyelim on değişken varsa bunu bire indirgeyerek o problemi çözmeye kalkmak söz konusu, değil mi?

Evet. Bu da bir noktadan itibaren realiteyi algılamamanıza sebebiyet veriyor. O zaman o realiteyi başka birileri birtakım mitlerle, komplolarla açıklıyor. Siz ona da daha çok kızıyorsunuz.

Bu hem sağın hem de solun ortak bir sorunu. Beklentilerinizden biri, buna çözümün soldan gelmesi mi?

Ben soldan bakan biriyim solun bu eksiklerini söylüyorum; sağı da zaten eleştiriyorum. Tabi sağ nedir, sol nedir bu hala üzerinde tam anlaşılmış bir konu değil. Ama kaba bir genelleme yaparak şöyle diyelim ki fonksiyonel olsun. Sağdan bakış, bir şekilde dünyada gücün her zaman hakim olacağını, bundan kaçınmanın mümkün olmadığını, mümkün değilse de güçlüyle birlikte davranmak gerektiği. Bir diğer varsayımsa, hiyerarşilerin her zaman olacağı. Bundan kaçmak gerekir mi, bu istenilen bir şey midir, değil midir konusunda da tartışma olabilir.. Yani istenmez diyen gönülsüz muhafazakarlar da vardır. Yani keşke olmasa, ama kaçınılmazdır diyen de vardır; böyle olmalıdır, dünya böyle daha anlamlıdır, diyen de. Ama hepsinin birleştiği bir şey vardır. O da kaçınılır ya da kaçınılmaz bir şekilde, dünya böyledir ve biz bunu değiştiremeyiz, diye bakar sağ dünyaya. Buna niye karşı çıktığımı anlatıyorum. Ben bunlara böyle bakmıyorum, o yüzden de ben kendimi solda görüyorum, zaten diyorum. Dolayısıyla benim sağa söyleyecek başka bir şeyim yok. Temelde söyleyeceğim her şeyi zaten söylüyorum. Dolayısıyla da bu düzelme soldan başlasın manasında söylemiyorum. Yani soldan onlara tavsiye edeceğiniz şey zaten, "bırakın dünyaya böyle bakmayı"dır. Tabii ki o zaman, solun baktığı perspektifteki arızaların ne olduğuna bakmak lazım. Ben bunu, yetkili bir insan olduğum için değil, sadece benimle aynı yerde durduğunu söyleyenlerde böyle bir arıza olduğunu gördüğüm için söylüyorum. O yüzden de sol eleştirisini öne çıkarıyorum. Zaten sağda duran bir insan da öncelikle sağın sorunlarını tartışmalı. Çünkü zaten bulunduğu yeri sol olarak belirlemişse, sağa eleştiri olarak orada duruyordur.

Peki basında, bir gazetenin çıkarak, modern-milliyetçi-muhafazakar görüşün sözcüsü olacağını söylemesi, kendine böyle bir misyon biçmesini bu bağlamda nasıl yorumlarsınız?

Anagörüş (mainstream) basını ben de çok eleştiriyorum. Hep aynı şeyler tekrarlanıyor. Oysa Türkiye'deki anagörüşlü medya içinde de epey bir çeşitlilik var. Ancak bir noktadan itibaren, bu kişisel bir meseleye dönüşüyor. Hareket alanı içerisinde de, insanların yeterince esnek davranmadığını görüyorsunuz. Bu da basının sorunu değil. Yani insanlar, düşünce özgürlüğüne dair şikayetlerini dile getirir; alanını genişletmek için her zaman da şikayet etmeliyiz zaten. Ama Türkiye'de bundan çok daha ciddi bir sorun var. Mevcut sınırlar içerisinde de yeterince esneyerek, özgürlük alanını tam kullanarak gitmiyoruz. Yani ya çok birbirinin benzeri şeyler tekrar ediliyor, ya da uçlardaki fikirler gündeme geliyor. O anagörüş dediğiniz şeyin içindeki alan o kadar da ihmal edilebilir bir alan değil.

Bu alan yeterince kullanılmıyor mu?

Bu alan yeterince değil de, yeterince esneyerek kullanılmıyor. Yani kimse bana mesela, "AB eleştirisi yapamazsın, bizim medya grubumuz AB'den yanadır" demiyor. İnsanların kendilerine koydukları sınırlar, o kadar klişeler üzerinden gidiyor ki, Türkiye'deki insanlara o kadar da sansür uygulamaya gerek yok. Kurumların pek de bir şey yapmasına gerek kalmadan, insanlar zaten kendilerini çok dar bir yere hapsetmiş oluyorlar, oraya gelene kadar. Zaten birbirlerini sansürlüyorlar. Benim AB konusundaki itirazlarıma, esnek düşünen birkaç AB'ci arkadaşım dışında aklı başında pek çok arkadaşım hala, "E canım sen de, bu MHP ile..." diyor; hiç alakası yok oysa. Yani yığınla şey yazıyorum, bunların karşılığının olması lazım, onların konuşulması lazım. Ama olan ne: "Kimdir AB'ciler. MHP'li olmamak için AB'ci olmak lazım" gibi o kadar sığ sularda dolaşıyorlar ki.

Değişkenlerin sayısını teke indirgeme durumu yani...

Evet. Din konusunda da öyle. Ben özel olarak bu konuyla ilgileniyorum, ama İslamcı değilim. Ve ben başından beri, 90'lardan itibaren, Refah yükselişe geçtiğinde İslami kesimin içinde çok tartışma vardı ve laikliği çok önemsediğimi söylerdim. Resmi görüşe uymayan pek çok öneride de bulunuyorum. Hem laikliğin önemli olduğunu düşünüyorum, hem de dinsel özgürlüklerin alanının bu ilkesel çerçeve içerisinde esnetilebileceğini, niye esnetilmesi gerektiğini; bunun niye doğru ve hakkaniyetli olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Hal böyleyken hala gazeteye bana gelen mesajlara bakıyorum. Mesela ben sendika hakkı yazmışım, onlar bana türbansever diye cevap yazıyor. Ne alakası var? Bu klişelerle tasniflerle bir şey tartışmak mümkün değil.

Yani basında da öncelikle bu klişelerden, bir konudaki pek çok değişkeni göz ardı ederek tartışmaları basitleştirmekten kurtulmak mı gerek?

Gerçekten de bu memlekette neler oluyor, kim neden rahatsız, kim hangi konuda neler düşünüyor, diyen pek yok. Kısa devreye bağlıyız. Bu bakımdan da belki gazeteniz, bir ara alan açarak böyle bir ihtiyaca cevap vermek açısından faydalı olabilir. Yani Türkiye'nin daha iyi bir muhafazakarlığa ihtiyacı var, daha rafine bir sağcılığa ihtiyacı meselesi değil de, kategorik red. Alışkanlığı kırma. Belki de en net söyleyebileceği şey o.

Söyleşi: Emre Yalçın
Kaynak: