İkinci cumhuriyetçilerin Milliyet'i ele geçirme harekatı nasıl önlendi? Hasan Pulur açıkladı.
Abone olHasan Pulur, medya dünyasının en eski isimlerinden. Gazeteciliğe 1954’te başladı ve hâlâ Milliyet’te kendisi ile özdeşleşen “Olaylar ve İnsanlar” köşesini yazıyor. Pulur, 50 yılı aşan bu zaman diliminde Türk medyasında olup bitenlerin en yakın tanıklarından biri. Başta Erol Simavi ve Aydın Doğan olmak üzere patronların yakınında bulundu. Tercüman’ın sahibi Kemal Ilıcak arkadaşıydı.
Erol Simavi bir dönem Hürriyet’in başına onu getirdi. Milliyet’te iken Abdi İpekçi’nin yardımcısıydı. O yüzden; “Olaylar ve İnsanların Peşinde Bir Ömür” ismiyle yayımlanan anıları beklendiği gibi yankı yaptı. Basın dünyasındaki bir neslin son temsilcilerinden biri olan ve kendisini “sapına kadar laik, Kemalist solcu” olarak tanımlayan Pulur, Aksiyon’un sorularını cevaplandırdı.
-Abdi İpekçi’yi Mehmet Ali Ağca’nın öldürdüğü kesin değil diyorsunuz.
Ağca’nın tutarsız davranışları ve eldeki delillerin yeterli olmayışı beni bu kuşkuya sevk etti. Mesela Abdi İpekçi’nin bir defteri var, o ortada yok. Hem telefon defteri, hem not defteriydi. Sekreterinin de telefon defteri yok. Yani iki defter kayıp. Sonra düşünün 1979’da Türkiye’de polisin elinde yaygın bir telsiz bile yok, cep telefonu yok. İpekçi o sırada Cağaloğlu’ndan çıkıyor; Nişantaşı’na gidiyor, evinin sokağına giriyor. Bu nasıl bir haberleşmedir ki, gazeteden çıktığı ve evine geldiği biliniyor? Bu da bana başka kuşkuları veriyor.
-Cinayette kullanılan silah da ortaya çıkmadı.
Tabii silah da ortaya çıkmadı. Ortaya çok şey çıkmadı. Mesela bir tanık vardı. O tanık yok oldu. Cinayeti gördüm diyen bir mimardı. Polis tatbikat yaptırdı ona. Bildiğim kadarıyla hâlâ kim olduğu belli değil.
AHMET ALTAN’IN ATAKÜRT YAZISI
-Genelkurmay istihbarat daire başkanlığı yapmış olan Amiral Sezai Orkunt, Çetin Altan’a şunu söylemiş: “Abdi İpekçi, bazı sivil kişilere Ankara’da kontrgerilla eğitimi verildiğini öğrendi ve bunu Ankara’daki CIA görevlisine sordu. Böylece hedef haline geldi.”
İpekçi’yi Ağca’nın öldürdüğüne ne kadar şüphem varsa; bunları diyenlere de o kadar şüphem var. Bu kamp olayını bilmiyorum. Ama Abdi Bey’in bir kaçakçılık işi ile ilgilendiğini çok iyi biliyorum. Ecevit, 11 Adalet Partiliyi alıp bakan yaptı. Bu bakanların birinden çok şüphelenirdi. Mesela Abdi Bey o gün son konuşmamızda bana pembe bir karton zarf gösterdi. Ya ne oldu bu iş dedi. Anladım ki o zarfın içinde o kaçakçılıkla ilgili birtakım bilgiler var. Bana da bunu çalışmamı söylemişti. Çünkü terörü kaçakçılık besliyor. Silah kaçakçıları terörü besliyorlar. Onu kestirirsem terörü durdururum diyordu. Abdi Bey’in bütün şeyi terörü durdurmaktı. Yazılarında da o vardır.
-Zülfü Livaneli ile aranızda bir ihtilaf oluyor. Ve Livaneli sizi Aydın Doğan’a şikâyet ediyor. O kontrgerilladır, yazılarına son verin diyor. Bu kontrgerilla suçlaması nereden icap etmiş?
Türkiye’de her zaman bir günah keçisi bulunur. En kolay geleni kontrgerilla. Bir zamanlar komünisttir, bir zaman mürtecidir. Türkiye böyle sloganlarla kendini tatmin eder. O yıllarda da kontrgerilla revaçta. Hadise şu: Zülfü Bey, 1994’te belediye başkanı adayı olunca, bir gün Belgrad ormanlarına gitmiş, Belgrad ormanlarının adını değiştireceğiz demiş. O günlerde de Sırplar Boşnakları katlediyorlar. Ben de bir yazı yazdım. İyi de Saddam’a kızıp Bağdat Caddesi’nin adını da mı değiştireceğiz dedim. Yaptığı davranışları tutmadım. Sonra bana Melih Aşık’la Yalçın Doğan söyledi. Seni Aydın Doğan’a şikâyet etmiş dediler. Aydın Doğan da teyit etti, evet söyledi dedi.
-Size kontrgerilla denilmesinde babanızın asker olması ve “ulusalcı” çizgideki yazılarınızın bir etkisi var mı? Binbaşı olan babanız Cemal Gürsel’in sınıf arkadaşı ve Kenan Evren’in de Harbiye’den hocasıymış.
Niçin söylendi bilmiyorum. O günlerin modasıydı. O günlerde kontrgerilla çıktı.
-Ahmet Altan’ın “Atakürt” başlıklı yazısı Milliyet’i karıştırmıştı. O yazının bir provokasyon olduğuna dair bir yorumunuz var.
Öyleydi. Öyle olduğu çıktı meydana. Yani bir meydan okuma vardı orada. Milliyet’e de gider, biz bu yazıyı orada da yazarız kabadayılığı vardı o işte. İkinci cumhuriyetçiler kale düşürüyorlardı ya o zamanlar…
-Ama anlaşılan Milliyet’i düşüremediler. Çünkü Ahmet Altan o yazıdan sonra gazeteden ayrıldı
Çok şükür düşüremediler. Bundan sonra ne olur bilmem. Ufuk Güldemir geldi buraya, bunlar yüzde 45 oy alacak dedi. Bu Yeni Demokrasi Hareketi (Cem Boyner’in partisi), bilmem neler…
OKTAY EKŞİ’Yİ BAŞYAZAR YAPTIM
-Size göre o dönemde Milliyet’in genel yayın yönetmeni olan Ufuk Güldemir de ikinci cumhuriyetçi miydi?
İkinci cumhuriyetçi olmasa bile onlara mekân açıyordu.
-Siz kendinizi Kemalist solcu olarak nitelendiriyorsunuz. Bazıları da ikinci cumhuriyetçi olsa bunun ne mahzuru var?
Hiçbir mahzuru yok, ama aynı sahada top oynamayız.
-Fakat siz onlara “numaracı cumhuriyetçi” diyorsunuz. Bu bir aşağılama değil mi?
Yok canım, niye aşağılama olsun. Numaracı cumhuriyetçiler, Ahmet Taner Kışlalı ile birlikte koyduğumuz isimdir.
-Çünkü zamanında mesela sizin için de benzer şeyler söylenmiş. Peyami Safa sizin komünist olduğunuzu yazmış. Bir gazete komünistler diye sizi manşet yapmış…
Tabii tabii. Ama ben kimseye iftira etmiyorum. Sen ikinci cumhuriyetçisin, bizim cumhuriyet ilkelerine aykırısın diyorum. Sen bir zamanlar Marksist oldun, şimdi döndün liberal oldun, sen döneksin diyorum.
-Başka bir cumhuriyet anlayışını dile getirmek neden cumhuriyet ilkelerine aykırı olsun ki..
Ben söyleme demiyorum, karşı çıkma hakkım var. Bana göre bu cumhuriyet ilkelerine ters. Benim karşı olduğum şu. Adam zamanında kopkoyu bir Marksist, sonra birdenbire liberal olmuş. Rahmetli Uğur Mumcu’nun tabiriyle liboş olmuş. Uğur bunu kabul etmiyordu, ama ben onu da ediyorum. Benim kabul etmediğim, Marksistlere küfretmesi, onları aşağılaması. Hatta hatta ihbar etmesi. Onlar ayıp. Yoksa insanlar her fikri ilanihaye götürecek diye bir kaide yok. Çıkar karşılığı değilse insanlar değişebilir. Efendim onlar alçak. Sen de onların içinden geldin. O zaman ben de sana dönme derim.
-Erol Simavi, sizi Hürriyet’in başına geçirince Hürriyet’i yönetmeye çok istekli olmamışsınız. Aynı şekilde Hürriyet’e sizi başyazar yapmak istemiş onu da istememişsiniz.
Erol Bey, Hürriyet’te beni hepsinin üstünde yayın koordinatörü yaptı. Yayın yönetmeninin üstünde, her şeye ben bakacaktım. Ben bu işi bıraktım, yoruldum, ama bir süre abilik yapayım bu takıma dedim. İkincisi, benim başyazı yazmamı istedi. Başyazı yazmam dedim. Senin üslubun tam babamınki gibi, senin yazın Sedat Simavi Bey’in üslubuna uygun dedi. Ben yazmam ama size bir başyazar bulurum dedim. Kim dedi, gözleri ışıl ışıl oldu. Bizim Oktay Ekşi dedim. Oktay Ekşi olmasa başyazar ben olacaktım.
-Bazı yazarların malvarlıkları için, bu paralar sadece kalemle ve yazıyla kazanılmaz diyorsunuz
Öyle. Sermaye o parayı vermez kardeşim. Erol Simavi bana bir gün dedi ki, sana beş veriyorsam, öbürüne 25 veriyorsam hak ettiğiniz için alıyorsunuzdur. Ama ben kalkıp ona 125 veriyorsam, belli ki benim ondan bir çıkarım var.
-Yani gazetecilik faaliyeti dışında bir çıkar
Tabii, tabii..
MEDYADAKİ KLANLAR
-Gazetecinin günümüz Türkiye şartlarında zengin olmaya hakkı yok sözü de size ait…
Burhan Felek’in bir sözü var. Gazeteci ayıbı yazar. Ayıbı olan adam ayıbı yazmaz. Ama bu demek değil ki gazeteci sürünecektir. Hayır, gazetecinin iyi yaşamaya hakkı var. Ama yatları, katları olmayacak.
-Size göre Türk medyasında gizli bir klan var…
Yaşam tarzları içinde iç içe giriyorlar. O yaşam tarzlarının birbirine yaklaştırdığı insanlar var. Mesela ben onlardan değilim. Geçen gün ben bir yazı yazdım. Bir hanım kızımızın nasıl gazeteci olduğunu anlattım. Birdenbire belirli çevrelerden saldırı başladı. Diğer bir sürü hanım gazeteciler saldırmadı, ama onlar saldırdı. İşte onlar da bir klan. Değişik değişik klanlar var. Bir de bu klan var. Bunlar da magazin klanı herhalde.
-Bunlar birbirlerini kolluyorlar mı?
Kollarlar.
-Nasıl bir kollama?
Yazılarıyla kollarlar. Herhangi bir şekilde başlarına bir işsizlik sorunu geldiği zaman kollarlar… Türk basınında iktidardan yana olma hevesi var. İşte o klan orada teşekkül eder. İktidardan yana olma hevesi.
-Bunlar “iktidarın gazetecileri” mi?
Yapı olarak iktidardan yanadırlar. Muhalefeti ölçülü yaparlar. İşlerini de bilirler. Kendilerine bayağı çok faydaları vardır. Bunlar ayrı bir yaşam tarzını paylaşan insanlar.
-Sizin de bir klana mensup olduğunuzu söyleyenler var. Mesela Ufuk Güldemir sizin için, “Milliyet’te Abdi İpekçi’nin mirasını yok eden gizli örgütün şefidir.” diye yazdı.
O yazıda Aydın Doğan ile tavla oynadığımı söylüyor, ama ben hayatımda tavla oynamadım. Bilmem çünkü. Tavla bilsem, Aydın Doğan’la da oynarım.
-Peki sizin de bir klanınız yok mu?
Hayır, ben çok yalnız bir adamımdır. Hiç peşimde adam sürüklemedim. Milliyet’ten giderken veya Milliyet satıldıktan sonra, yapılan direnişlerde, kimseye ey ahali takılın peşime demedim. Sonuncusunda; Milliyet’in Korkmaz Yiğit’e satışında arkadaşlar geldiler, beni bu işe ittiler, kıdemden dolayı.
-Ama genelde bütün patronlarla çok yakın ilişkileriniz olmuş ve hiç işsiz kalmamışsınız.
Doğru, işsiz kalmadım. Çok şükür hiç işsiz kalmadım. Ama ben Milliyet’ten Hürriyet’e geçerken, Milliyet’in sahibi Ercüment Karacan dedi ki şimdi açarım telefonu Erol Simavi’ye seni Babıali’de yaşatmam. Yaparsınız, ben de daktilomu alır, gider adliyenin kapısında arzuhalcilik yaparım dedim.
ANKARA BÜROLARI ÖLDÜ
-Önemli bir gözleminiz var. Artık gazetelerin Ankara büroları kalmadı, haber değil yorum yazıyorlar diyorsunuz…
Eskiden Ankara büroları haber verirdi. Şimdi Ankara bürolarına iş kalmadı. Köşe yazarları onların işini yapıyor. Turgut Özal zamanında başladı bu iş. Evvelden Ankara büroları gazetelerin manşetlerini çıkarırdı. Özal köşe yazarlarını tavlamasını bildi. Siyasi yazarları çok iyi tavladı. Mesela yarın şu yasayı Meclis’ten çıkarmak istiyorum ne dersin diye onlara sorardı. O sırada yasa Meclis’te zaten. Bizim arkadaşlar gece yarısı bu tüyoyu alınca, bana başbakan dedi ki diye başlardı yazmaya. Şimdi daha çok köşe yazarları Ankara’ya hâkim. Ankara büroları böylece öldü.
-28 Şubat sürecinde Ankara büroları çağrıldı, haberler yaptırıldı diyorsunuz…
Ben söylemiyorum, koskoca basın patronu söylüyor. Dinç Bilgin, Nazlı Ilıcak ile yaptığı söyleşide bunu söyledi. Ankara büroları maniple edildi, ona göre biz haberler yazdık dedi.
-Sadece Özal gibi siyasetçiler değil; Türkiye’de asker ve Emniyetin medyayı kullanmayı çok iyi bildiğini belirtiyorsunuz…
Tabii çok iyi biliyorlar.
-Anılarınızda ilginç bir konu var. 1980 öncesinde üniversite öğrencilerini kışkırtan ve devlet görevlisi oldukları anlaşılan bazı üniversite öğretim üyeleri ortaya çıkmış…
Doğru. O çocukları kışkırtanlar vardı. Bir nesil boşuna güme gitmedi.
-Bu hocalar gözaltına alındıktan sonra serbest bırakılıyorlarmış. Bunlar gizli görevli miydi?
Tabii canım. Çocuklar kışkırtılıyordu. Bunlar benim özel bilgilerim. Bir komiser muavini geldi bana dedi ki, yürüyüş yaparken yakaladım onu, sabah şubeye geliyorum adam yok. Nerede diyorum, karışma sen bu işe diyorlar. Ve çok örnekleri oldu. Her hareketin içinde, kendine göre bir mecra bulursa provokatör yerleşir. Devlet görevlisi olur, yarı devlet görevlisi olur. Hiç devlet görevlisi olmayabilir de. Bir de muhbir-i sadıklar vardır. Adam gördüğünü ihbar eder. Adamın içinde ihbar ruhu var. Mesela diyelim ki Milliyet’e Dev-Sol’dan bir bildiri gelmiş. Bildiriyi özetleriz, oraya koyarız. Bakıyoruz bildiri kaybolmuş. Nerede? Gelmiş, almış onu polise haber veriyor. Dev-Sol’dan bildiri geldi diye. Muhbir gazetenin içinde, ama kim? Bilemezsin. Mesela Ağca’nın mektubunun Milliyet’e gelmesi öyle. Yandaki çöp tenekesine koymuşlar, sonra içeriden birisine haber vermişler. O gidip almış. İçeriden temasta oldukları var.
-Evinde askerlerle toplantı yapan gazeteciler varmış...
Çok. Albay bilmem kimle buluştum diye yazdılar da…
MÜSLÜMAN GÖMÜLMEK İSTERİM
-Kendinizi tanımlarken diyorsunuz ki “Sapına kadar laikim. Kemalist solcuyum, ama Müslüman’ım. Müslümanlığım babamdan kalan bir hediye, bir armağan. Müslüman olarak gömülmek isterim.”
Evet, çok şükür Müslümanım. Benim babam Müslümandı, dedem de Müslümandı, annem de… Teolojik bilgilerle Müslüman olmadık. Aileden gelen Müslümanlık. Sonra okuduk tabii. Ömer Nasuhi Bilmen’i okudum. Okuyabildiğim kadarıyla Müslümanlık bana ters bir şey gibi gelmedi. Ben Müslümanım, ama dinin siyasete alet edilmesine çok karşıyım. Laiklerin yüzde doksanı, doksanbeşi namaz kılmıyor. Ama hepsi Müslüman gibi defnediliyor. Hatırladığım kadarıyla Aziz Nesin dışında Müslüman gibi defnedilmeyen yok. Bir Aziz Nesin istemedi. Müslümanım demekten hiç gocunmam. Her yerde ben Müslümanım derim.
-Sizin dindar insanlara karşı tavrınız genelde ılımlı olmuş. Örneğin 1950’lerde Kabataş Lisesi’nde öğrenciyken merdiven altlarında gizlice namaz kılan arkadaşlarınıza oda tahsis edilmesini sağlamışsınız…
Tabii. Bu arkadaşların merdiven altlarında, şurada burada namaz kılmaları beni çok rahatsız ediyor dedim. Berberin yanında bir oda tahsis ettiler.
-Akşam gazetesinde çalıştığınız dönemde de bazı kişiler ezan sesinden rahatsız olduklarını söylüyorlar. “Ezan sesinden rahatsız oluyorsanız o zaman Aya Tiridya’nın (Rum kilisesi) çanları da sussun” diye itiraz ediyorsunuz.
Ezan sesinden rahatsız olduğunu söyleyen Müşerref Hekimoğlu’ydu. Sabah ezan sesi duymuşlar. Bir de hacca gidenler çarşaf giymişler. Ben de çarşafa şekil olarak karşıyım onu belirteyim. Gazetede patırtı çıktı. Kardeşim ezana karşıysanız Aya Tiridya’daki çanı da çaldırmayın dedim. Eğer bu kadar fanatik olursan çanı da çaldırma. Çana müsaade ediyorsun da niye ezana şey yapıyorsun?
-1980’de din derslerinin Anayasaya girmesini isteyenlerden biri de sizsiniz.
Çocuklara din dersi öğretilsin dedim ama, sıranın üzerine çıkarılıp namaz kılmalarını söylemedim. Dini öğretsinler.
LAİKLERİN MİNİ ETEK KORKUSU
-1980 öncesindeki vatan cephesi, milliyetçi cephe gibi bölünmeleri yaşamış biri olarak, şu anda Türkiye’deki en büyük tehlikenin laik-antilaik çekişmesi olduğunu belirtiyorsunuz.
Rektörler türbanlı kızlara el pençe divan duracak dediğin zaman bu ayrılığı önleyemezsin. Depremden sonra kızları 7,4 yetmedi mi diye bağırtırsan önleyemezsin. Rektörler el pençe divan duracak denmeden önce toplum olarak türbanın serbest kalmasını yedirebilirdik. Laikler bunu hazmedebilirdi. Rektörler selam duracak denilince korktuk. Laikler çok korktu. Korkumuz şu: Bir ara şu denirdi. Sen minini giy, ben de başörtümü örterim. Burada bir anlaşma var. Ama bu öyle bir hale geliyor ki sen mini giyemezsin. Ben mini etekten hiç hoşlanmam onu söyleyeyim. Ama eğer özgürlüğü o çerçeveden alıyorsan, sen mini eteği giy, ben de başörtümü takarım. Ama ötekisi ben başörtümü takarım, sen mini eteği giyme.
-O zaman korku başörtüsünün gelmesi değil, başörtüsü gelince mini eteğin gitmesi.
Örnek olarak söyledim. Sembol bunlar yani. Şimdi bakın herkes söylüyor. Eşi başörtülü olanlar daha iyi kadrolara geliyor, daha iyi yerler alıyorlar. Böyle deniyor.
Başka bir iktidar gelir bu sefer başörtülüler gider. Bir de iki tarafa uyanlar vardır. Başörtüsü varsa, başörtüyü takar. Başörtüsü gitmişse mini eteği giyer. Türk toplumunda böyle şeyler var.
-Hâlâ bir uzlaşma mümkün değil mi?
Mümkündü. Giderek çok sertleşti. 28 Şubat’tan itibaren uçlar çok sertleşti. Erbakan devletin başbakanı. Hoca aslında devletten de korkar. Erbakan, Tayyip Erdoğan’a göre devlete karşı daha sadıktır. Sen bu şartlar içinde iken kalkıp tarikat şeyhlerini niye Başbakanlık Konutu’na çağırıyorsun? Ankara’da bir lüks otelde oğlunun düğününü yaptığın gibi onlara da iftar verebilirsin. Hayır, insanların hep üstüne üstüne gidiyorsun. Erbakan devletle başının derde girmesini hiç istemez. Maalesef garibim girdi.
-Bir gün herkesin oruç tutmasını isteyebilirler diyorsunuz. Gerçekten böyle bir endişe taşıyor musunuz?
Şimdi kardeşim bunu nasıl isteyebilirler? Ramazanda devlet dairelerinde yemekhaneleri onarıma sokuyorlar. Buna bir şey diyemezsin değil mi? Ama maksat ne acaba? Zamanında Osmanlıda bile bu yapılamamış. Osmanlıda halîfe-i rûy-i zemîn var. O bile herkese oruç tutturamamış.
-Osmanlı’nın bile yapamadığını şimdi kim yapabilir?
Osmanlının çok laik tarafları vardır. Mecelleyi kabul ederek Osmanlı laikliğini göstermiştir. Mecelle şeriata aykırı bir düzenlemedir… Türkiye’de bu irtica işi, bazı şeylerin nerede, ne zaman patlayacağı belli olmuyor. Bunlar sosyal olaylar. Bazı şeyler ispata muhtaç değil, patlıyor…
AYİN VAR DİYE EVİM BASILDI
-Ama irticanın ne olduğu konusunda kafalar karışık. Nitekim siz de “Geçmişte evinde tesbih çeken adamlar alındı.” diyorsunuz.
Ben ona çok karşıyım. Olur mu hiç öyle şey, adam namaza gidiyor, alınıyor.
-Dua ederken “Hu çektiler” diye alınanlar oldu.
Ben kendim yaşadım kardeşim. Benim kayınpederim 15 Eylül 1980 günü öldü. İhtilalden üç gün sonra. Sıcak bir yaz günüydü. Evde hatim indiriyoruz. Çok sıcak. Karşıdaki dairenin kapıları açıldı. Helva filan yapılıyor. Bir ara kapıcı geldi. Abi, komiser muavini geldi dedi. İndik aşağı, bir ihbar var, siz burada ayin yapıyormuşsunuz dedi. Yahu ayin mayin yapmıyoruz. Kayınpeder vefat etti. Dinî vecibeleri yerine getiriyoruz. Beş, altı tane hoca var okuyorlar. Böyle muhbirler vardır.
-Bu olay da gösteriyor ki, irticanın ne anlama geldiği biraz karışık.
Karışık. Ama ben inanıyorum ki Türk toplumu bir denge kuracak. Bakın bu ramazanda çok büyük bir hadise olmadı. Her ramazanda korkuyorduk. İnşallah bu dengeyi kuracağız. Herkesin dini kendisinin. Ama İsmailağa cemaatindeki olaylar gibi şeyler insanları korkutuyor. Camide adam öldürülüyor… İnançlarımıza mahalle anlayışı içinde saygı göstersek pek çok sorun çözülür. Biz mahallemizde Ermeni’siyle Rumu’yla hep iç içe olduk. Belki su, çamaşır asma için kavga edildi. Ama birisinin yortusu, ötekinin bayramı için hiç kavga edilmedi.
Röportaj: Faruk Mercan
Kaynak: www.aksiyon.com.tr