BIST 9.725
DOLAR 35,20
EURO 36,75
ALTIN 2.968,40
HABER /  GÜNCEL

Mustafa Kemal Atatürk'ün son sözü! "Başını sağa çevirip doktora dedi ki..."

Prof Dr. Erhan Afyoncu Mustafa Kemal Atatürk'ün son anlarına dair bilinmeyenleri anlatan bir yazı yazdı. Afyoncu kaleme aldığı yazıda Atatürk'ün son zamanlarının bir hayli sancılı geçtiğini ve ağır bir hastalıkla mücadele ettiğini dile getirdi. İşte 10 Kasım günü saat 09.05'te vefat eden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün son sözleri...

Abone ol

Hayatının son aylarında ağır bir hastalıkla mücadele eden devletimizin kurucusu Atatürk'ün son sözü "Aleykümesselam" oldu. 10 Kasım günü saat 09.05'te de vefat etti. Atatürk hakkında birçok araştırma yapan Ali Güler, "Atatürk'ün Son Sözü, Aleykümesselam" isimli eserinde Atatürk'ün vefatı, cenaze töreni ve Anıtkabir'in inşa sürecini teferruatlı olarak anlatır.

Mustafa Kemal Atatürk'ün son zamanları oldukça sancılı geçti. 7 Kasım 1938'de saat 12.20'de Dr. Mehmet Kamil Berk, karnından üçüncü defa sıvı alma işlemini gerçekleştirdi. İşlemden sonra Atatürk'ün ateşi her ne kadar yükselse de bir nebze rahatladı. 20.00'den sonra belli bir süre rahat uyudu. 8 Kasım 02.00'de unutkanlık başladı ve bu durum 06.00'ya kadar devam etti.

Dr. Akil Muhtar Özden, 7 Kasım 18.00'den sonraki gelişmeleri not defterine kaydetmiştir. Buna göre Atatürk geceyi fena hâlde geçirdi. Gece boyunca "confusion mentale" (zihinsel karışıklık) durumu hâkim olup sabaha karşı biraz toparlamıştı. 18.00'de iki defa kustu. Dr. Özden, gözlem kâğıdından öğrendiğine göre Atatürk'ün 24.00'e kadar sakin olduğunu, daha sonra ise etrafındakileri tanımadığını aktarmaktadır. 02.00'ye kadar uyuduktan sonra Rıdvan'ı çağırarak uyuyamadığından şikâyet etti. Bir sigara isteyip içtiği sırada ikinci sigarayı talep etti, onun da yarısını içti.

Her ne kadar kendisini gezdirmesini istese de kısa süre sonra kendisini sağ tarafına yatırmasını, üzerini örtmesini istedi. Rıdvan yanından ayrılmak istediğinde ise nereye gittiğini sordu ve bir şey olur endişesiyle kendisini kaldırmasını istedi. Bu sırada uyuyakaldı ve 04.40'ta bir şeyler yemek için dışarıya seslendi. Hazırlıklar yapılırken tekrar uyuyakaldı ve 06.00'da uyandı. Kendisine süt içirildi.

Denizden bir motor sesi geldiğini, bunun sebebini sordu. Bu sırada tekrar uyuyakaldı ve 07.40'ta uyanıp Rıdvan'a seslendi. Bir şey isteyecek gibi olsa da ilk aşamada kendini ifade edemedi. Daha sonra çay isteyebildi. Bu sırada lazımlık getirilip idrarını yaptı. Yanındakilerden kendini kaldırmalarını istese de lazımlıktan dolayı kalkamadı. Bir şey söyleyecek gibi olsa da kelimeleri seçmede güçlük çekti.

Atatürk, gözleri açık olsa da dalgındı. Bu sırada ateşi ölçülüp 36.5 olarak kaydedildi. 08.20'de Rıdvan sütlü çay getirse de bunu içmek istemedi. Başka bir şey istese de ne istediğinin adını bulamadı. Kendisine pek çok şey sayıldıktan sonra poriç istediği anlaşıldı. Poriçin 10.00'da verileceği ifade edildi.

Atatürk, 8 Kasım'da yorgun olsa da sakindi. Doktorlar mutat olarak sırayla yanına gelip gerekli tedavileri uyguluyorlardı. O gün kendisine 06.00'da 6 kaşık sütlü kahve, 08.30'da 5 kaşık sütlü çay, 11.00'de biraz poriç, 13.00'te 6 kaşık süt, 15.10'da çorba, 17.15'te 4 kaşık elma suyu verilmişti. 8 Kasım 1938 18.00'den sonraki gelişmeler, Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak tarafından aktarılmaktadır.

Soyak, 18.00'de Atatürk'ün yanından ayrılıp odasına indikten 55 dakika sonra telefon geldi. Atatürk'ün fenalaştığını öğrenip telaşla yanına koştu. Odanın kapısında Ali Kılıç duruyordu. Soyak, odaya girdiği sırada Atatürk'ü şu vaziyette görmüştü: "Yatağın ortasında, iki elini yanlarına dayamış, oturuyor ve mütemadiyen öğürerek 'Allah kahretsin' diye söyleniyordu; ara sıra da hizmetçilerin tuttukları tasa koyu kahverengi bir mayi (pıhtılaşmış kan) çıkarıyordu."

Bu sırada nöbetçi Dr. Abrevaya ve Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp, kendisine ilaç vermeye, buz parçaları yutturmaya çalışıyorlardı. Atatürk saate baksa da Hasan Rıza Soyak'a saatin kaç olduğunu sordu. Soyak, 07.00 cevabını verse de aynı soruyu birkaç kez tekrarladı. Biraz sakinleştikten sonra yatağa yatırdılar. Soyak, Atatürk'ün yanına yaklaşarak durumunu sordu ve daha iyi olduğu cevabını aldı. Bu sırada Dr. İrdelp, Atatürk'ten muayene için dilini çıkarmasını rica etti. Dilini yeterince uzatmadığı için doktor tekrar ricada bulundu.

Soyak, bu gelişmelerden sonra Atatürk'ün artık söylenenleri anlayamadığını, dilini tamamen geri çektiğini, başını sağa çevirip Dr. İrdelp'e dikkatle bakarak "Aleykümesselam" dediğini kaydeder. Atatürk'ün son sözü bu oldu. Sonra komaya girip 10 Kasım 09.05'te vefat etti.

Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü başkanlığında, Bakanlar Kurulu 13 Kasım Pazar günü toplanarak Atatürk'ün cenaze programı ve muvakkat kabir meselesini görüştü. Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp'ın geçici kabrin Etnografya Müzesi olması teklifi kabul edildi. Toplantıdan sonra "Ata'nın aziz naaşının Anıtkabir'in inşasına kadar Etnografya Müzesi'nde, fakat aslında Türk milletinin vefakâr kalbinde muhafaza edileceği" duyuruldu.

Atatürk'ün naaşı, tahnit işlemleri bitirildikten sonra tabuta konulup üzerine Türk bayrağı örtülerek Dolmabahçe Sarayı'nın Muayede Salonu'na konuldu. 16 Kasım 1938 sabah saat 10.00'da naaş ziyarete açıldı. Ziyaretlerin gece 24'e kadar sürmesi planlanmıştı. Ancak halkın yoğun ilgisi üzerine ziyaret sabaha kadar uzatıldı.

Dönemin gazeteleri 17 Kasım sabahı dakikada 186 kişi ziyarete gelirken gece yarısı bu sayının 250'yi bulduğunu yazarlar. Ulus Gazetesi durumu "Dolmabahçe yolları nasıl hâlâ çökmedi" diyerek vermişti. İzdiham acı sonuçlara da yol açmış, 11 kişi hayatını kaybetmiş, onlarca kişi de yaralanmıştı.

Muayede Salonu'ndaki Fahrettin Altay, Halis Bıyıktay, Cemil Cahit Toydemir ve Ali Sait Akbaytogan gibi Atatürk'ün silah arkadaşları gözleri yaşlı olarak nöbet tutmuşlardı. Başbakan Celal Bayar, 18 Kasım 1938 günü İstanbul'a gelip cenazenin Ankara'ya nakli için hazırlıkları başlattı. Atatürk'ün cenaze namazının İstanbul veya Ankara'da bir camide kılınması konusunda halkın aşırı ilgisinden dolayı bazı tereddütler vardı.

Dolmabahçe'de Atatürk'ün naaşını halkın ziyareti sırasındaki izdihamlarda 11 kişinin ölmesi ve 40'a yakın kişinin yaralanmasından dolayı cenaze namazında toplanacak kalabalıktan ve nümayişten endişe ediliyordu. Fahrettin Altay Paşa ve kız kardeşi Makbule Hanım'ın ısrarları üzerine, Diyanet İşleri'nin de uygun görmesiyle Atatürk'ün cenaze namazı Şerafeddin Yaltkaya'nın imametinde Dolmabahçe Sarayı'nın Muayede Salonu'nda kılındı.

Fahrettin Altay Paşa, Atatürk'ün cenaze namazının nasıl kılındığını 10 Kasım 1967 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde Tahsin Öztin'e verdiği röportajda şöyle anlatır: "Cenaze Alay Kumandanlığı'nı bana vermişlerdi. Cemil Cahit Paşa da bana yardım edecekti. Vazifeyi üstüme alınca ilk iş olarak Ankara'yı aradım. 'Cenaze namazı İstanbul'da mı yoksa Ankara'da mı kılınacak?' dedim. Akşama kadar bekledim, cevap yoktu. Merak etmiştim; bu sefer Mareşal Çakmak'ı aradım ve sordum. Aldığım cevap şöyle idi: 'Yarın Başvekil Celal Bayar İstanbul'a geliyor, onunla konuşunuz.'

Hayret etmiştim. Bir namaz meselesi için Başvekil ile konuşmak, İstanbul veya Ankara'da kılınması için Başvekilin karar vermesine ne lüzum vardı? Celal Bayar gelmişti. Hükümet çekiniyordu. Cenaze namazını bir nümayiş haline getirmek istemiyordu. Atatürk, hepimizden çok Allah'ına, Peygamber'ine inanmış bir insandı. Zamanımızın Müslümanlığının hakiki Müslümanlık olmadığına kâni idi. 'Birçok hurafeler, şekillerle Müslümanlık aslından uzaklaştırılmış' derdi.

Bunun ileri görüşlü, aydın, zamanımızın icaplarını bilir din adamlarının yetiştirilmesi ile telafi edileceğine inanırdı. 'Müslümanlık büyük din' derdi. Ancak günümüzün din adamları zamanımızın durumuna adapte olmamış insanlar, onların kabahati yok eksik ve yanlış yetiştirilmişler. Büyük Türkiye'ye, büyük ve değerli din adamları ister. Ne yazık! Bir ideali idi; aydın, lisan bilir, ileri görüşlü din adamları yetiştirmek isterdi. Dinin de bir mektep olduğuna kâni idi. Ama iyi hocalar elinde. Sarayda toplanmıştık. Cemil Cahit Paşa, Hasan Rıza Bey ve daha birkaç kişi vardı. Cenaze namazının İstanbul veya Ankara'da bir camide kılınmasından hükümet çekinilebilir, ama cenaze namazından sarfınazar edilemezdi. Bu bir zaruretti.

Efkar-ı umumiyede çok fena tesir yapardı. Celal Bayar'a dönerek ilave ettim: 'Cenaze namazı kılınmazsa, ben, cenaze merasim kumandanlığını deruhte edemem' dedim. Celal Bayar çaresiz kalmıştı, dalgındı, düşünüyordu. Yine ben konuşmaya başladım: Cenaze namazını mutlaka bir camide kılmaya mecburiyet yok. İslam dini müsait, sarayda da kılarız.'

Celal Bayar geniş bir nefes almış, rahatlamıştı. Şerafeddin Yaltkaya'yı çağırdık ve Dolmabahçe'nin büyük salonunda hem de birkaç kişiyle değil, birkaç saf halinde paşalar, subaylar, vazifeliler, saray mensubu ve Atatürk'ün yakınlarından birkaç kişi olduğu hâlde kalabalık bir cenaze namazı kıldık."

Kaynak: Sabah