Perihan Mağden, son yazısı "Köşe ağrıları"nda Reha Muhtar ve Ahmet Hakan'ı eleştirmiş. Ayrıca Muhtar'a ilginç bir lakap takmış. Mağden şunları demiş:
Abone olPerihan Mağden
Öncelikle nezih bir örnekle başlayalım. Vatan'da salı günkü köşesini şöyle nihayetlendiriyor Asaf Savaş Akat:
"AB'nin Türkiye hakkında kötü niyetli olduğunu az çok biliyordum. Bu kadar kötü niyetli olduğuna doğrusu inanmıyordum. Çuvaldız ve iğne misali, AB'nin terbiyesiz tepkisini, karşı duracak yerde içeride hükümeti yıpratmak için kullanmaya çalışanlara da teessüflerimi ifade ediyorum."
('Teessüflerimi' ve 'kötü niyetli' kelimeleri bold yazılmış. Derin okumasını bold'larını siz yapıverin.)
Ben gerek hayata duruş, gerek konuşuşunun hastası sayılırım Asaf Savaş'ın. Ekonomik deprem günlerimizde, televole ekonomi üçlüsü olarak (Orijinal Üçlü) en kapış kapış zamanlarında (yakındır yine o günler), ne kadar takdirlediğimi kendilerini belirten bir yazı yazmıştım da; şahıs olarak karşılaştığım Mahfi Eğilmez aylardır güldüğünü belirtmişti yazıma.
Demek benim 'Saygılar Bizden' makalemin böyle bir güldürücü etkisi olmuşmuş! Heyhat! 'Maksadını aşan ifade' denilen Genelkurmay arasında, böyle bir şey olsa gerek.
Sonra Sabah'tan Ahmet Hakan köşesinde bildiriyor:
"Bu yüzden 'Durun yahu! Ben en radikal dönemlerimde bile, yani henüz 28 Şubat filan söz konusu değilken, Bach dinlerdim. Üstelik ben yalnız da değildim. Benim gibi düşünen ve yaşayan birçok İslamcı arkadaşım da yüksek sanata meraklıydı. Hep birlikte tiyatroya giderdik, konser biletleri peşinde koşardık' diyerek kendi açımdan 'aşağılayıcı' bulduğum bir savunma gayreti içine girmeyeceğim."
Evet! Bach konserinde kendisini gördüğü için bir 'mesaj gönderen' okuruna 'vermediği', savunma gayreti içine 'girmediği' cevap bu Ahmet Hakan'ın.
Yalnız Ahmet Hakan ziyadesiyle Ayşe Arman tarafından mükemmelleştirilmiş bu 'cevap vermeme', 'muhatap olmama', 'zorunda bırakılmış olmama' tekniğinden yararlanıyor. Kendisiyle ilgili söylenenlere, yazılanlara, mesajlananlara 'cevap vermemeye' o kadar düşkün, o kadar düşkün ki -
İnsanın: "Kardeşim, ısrar muhabbet Teşvikiye'de ikamet etmek yerine, Dolapdere'de filan otursaydın; açardın camlarını, mahalleli sana laf attıkça cevaplarını ha bire yetiştirirdin.
Bu gündelik pratik sayesinde sen de rahatlardın, köşen de."
Ya da:
"Keşke köşenin ismini 'Pygmalion' 'Sen neymişsin ESASINDA' filan koysaydın da, üstte başlığın durdukça, mütemadiyen bu köşe toplarını çevirmek zorunda kalmasaydın" tarzı şeyler yazası geliyor ama, hürmet duyduğumuz bir kardeşimiz olduğu için yazmıyoruz mesela. (Teknik, kapanındır.)
Sonra köşecilikte yeni bir 'internetten ennnn kokoşluklar indirmece çığrı' açan Çığırella Muhtar, Sabah'ın baş sayfasından 'Trajedyalar Zinciri-Sayfa 25'te' diye iftiharla anonslanıyor.
Evet; tragedya ve trajedi kelimelerini karıştırarak bir katır dünyaya getirmiş bulunan Muhtar'ın, 'Mama Problemi' üstüne olan yazısındaki (vallahi kendi lafları: siz şimdi ben dalgalandırıyorum sanırsınız) cümlenin: "Ve o eşlerin bu kez de kendi erkek çocuklarıyla yeniden başlattıkları trajedyalar zinciri..." olduğunu görüyoruz.
Hıncal Uluç tarafından bilgisayar hamallığını bırakması konusunda ciddiyetle uyarılan ve mümtaz bir kültür şahsiyeti olan Uluç'u "Muhtar henüz emzikteyken Voltaire'in Türkçe'de çıkmış tümmm kitaplarını okumuş, bitirmiş olduğunu" ilan etmek zorunda bırakan Muhtar- (Zira bizim bildiğimiz Uluç, malum'un ilanından nefreth eder.)
Evet Türk diplerinin en diplerinden Bu Muhtar, Beşiktaş Kulübü'nde bir yönetici, bir sözcü olarak karanlıklardan karşımıza çıkıyor ve kulübü adına (da) (benim ismini ömrümde ilk kez duyduğum: Vakit gazetesi yazarıymış) Hasan Karakaya'yı Ahmet Necdet Sezer taraftar olduğu için taraftarlığından istifa ettiği Beşiktaş'a davet ediyor. Yalvar yakar.
Ben şahsen Sinan Engin'in varlığından utandığım kadar utanıyorum Reha Muhtar'ın Beşiktaş'taki pozisyonundan. Onu kadrosuna dahil eden Yıldırım Demirören'den hiçbir şey çıkmayacağına da eminim. Kendisini köşeciğimde, İnternet İndirmeciliğinde ve Beşiktaş Sözcülüğünde 'Persona Non Grata' ilan ediyorum. Eminim Eisenhower; Shaw ya da Dorian Gray'den (O, onu bir şahıs filan sanıyordur internetten) bir alıntıyla cevabımı verecektir. Kendisi (trajedya da burada) hem konuşamıyor, hem yazamıyor zira.
Köşeci olmanın en ağır yanı bu: Gazeteleri, takip etmek zorundasınız: Yüzde doksan sekiz onun bunun röportajını/anısını/kitabını 'alıntılamak' ya da promosyon fili olarak tavaf ettiğiniz yerlerin yemeklerini methetmekle dolduruşa getirmeyecekseniz şişenizi, pardon köşenizi.
Bu zaruret de, neresinden baksanız sinir yakıcı. Yaaaaa.
Ne kadar dayanacağız bakalım yani.