BIST 9.584
DOLAR 35,26
EURO 36,79
ALTIN 2.962,91
HABER /  GÜNCEL

MHP'nin oyları düşük gösterildi

Şu anda NTV'de görev yapan Ayşenur Arslan, uzun yıllar görev yaptığı atv televizyonu ile ilgili anılarını anlatırken, MHP ile ilgili yaşanan bir diyaloğu gündeme getirdi.

Abone ol

Şu anda NTV'de görev yapan Ayşenur Arslan, uzun yıllar görev yaptığı atv televizyonu ile ilgili anılarını Radikal gazetesinde yayınlamaya devam ediyor. Şu anda NTV'de görev yapan Ayşenur Arslan, uzun yıllar görev yaptığı atv televizyonu ile ilgili anılarını Radikal gazetesinde yayınlamaya devam ediyor. atv haberin zirvede olduğu yıllarda Ali Kırca'nın sağ kolu olan, hatta başarının mimarı olduğu söylenen Arslan bu haftaki yazısında,''18 Nisan günü geldi çattı. Sandıklar açılmaya başladı. Ali Kırca da, ilk sonuçları vermek üzere kamera karşısına geçti. Ve birkaç dakika sonra kıyamet koptu. Yukarıdan aranıyordum: "Ne yapıyorsunuz siz!" Ne yapıyorduk sahiden! MHP'yi çok yüksek göstermiştik, olacak şey miydi! "Ama" diye itiraz etmeye çalıştım, "Gelen bilgiler böyle." İtirazım dinlenmedi. İlk bilgiler hep yanıltıcı olurdu. Biz de seyirciyi yanıltıyorduk! Peki ne yapmalıydık! Yanıt, şok ediciydi: "Hemen durdurun sonuç vermeyi." diyor. RADİKAL'DEKİ YAZI Öyle tarihler vardır ki, kimi zaman yılını söylemeye bile gerek yoktur. 27 Mayıs dersiniz, yeter. Ya da 12 Eylül, 28 Şubat, 17 Ağustos. Her biri, Türkiye'nin kader yolculuğunda kritik birer dönemeç olmuştur. Ve pek çok kişinin, bazen milyonların hayatını değiştirmiştir. Ama bir haberci için, farklı bir anlam daha taşır o tarihler. "O günü" ekrana taşıyabilmek için yaşadıklarınızı hatırlarsınız. Anılar, haberin "perde arkasıyla" ve unutamayacağınız yüzlerle çıkıp gelir. Anlatmaya, "en unutulmaz" günle başlamalı: 17 Ağustos. Tatilden 16 Ağustos günü dönmüştüm. Ali Kırca izindeydi. Ve ATV Haber Merkezi Oğuz Haksever'e emanetti. Öylesine durgun bir gündem vardı ki, Oğuz'a, "Beni bugün unut" demiştim, "Ben yarın ne yapabiliriz diye düşüneyim. Belki yarının gündeminden, şöyle canlı yayın arabasını gönderip heyecan katabileceğimiz bir şeyler çıkartırım." "Yarının", bırakın heyecanlı, unutulamayacak bir gün olacağını aklımın ucuna bile getirmeden eve gittim. O gece depreme ayakta yakalandım. 45 saniye boyunca yatak odamın kapısına tutunarak ve hiçbir şey düşünemeden o korkunç uğultunun bitmesini bekledim. Bitti. Düşünceler, şu sırayla akmaya başladı: İyi ki Sinan İstanbul'da değildi. Hemen giyinip çıkmalıyım. Aman cep telefonunu ve anahtarı unutmayayım. İstanbul'u saran karanlıkta giyindim. Sokağa fırladım. İlk işim Mete Çubukçu'yu aramak oldu: "Mete, hemen kameramanlardan biriyle temasa geç, Taksim'de falan buluşun. Nereye gitmeniz gerektiğini henüz bilmiyorum ama sonra yeniden konuşuruz." Aradığım ikinci kişi, Oğuz Haksever'di. "Oğuz neredesin?" "Yoldayım ablacığım.. ATV'ye gidiyorum." "Hemen Kandilli'ye git. Bu gece herkesin gözü kulağı orada olacak." "Ben başka bir arkadaşı Kandilli'ye göndermiştim ama." "Hayır, lütfen sen git. Bu deprem belli ki çok büyük. Senin olman lazım orada." O telefon, sanıyorum Oğuz Haksever'in hayatında önemli kilometre taşlarından biri oldu. Hem o gece hem de sonraki günler öylesine mükemmel bir yayın yaptı ki, pek çok kişi Oğuz'u deprem uzmanı sandı. Yaklaşık 20 dakika sonra haber merkezindeydim. Tatilde olmayan bütün arkadaşlarım da. Teknik ekip saate değil, saniyeye karşı yarışarak hazırlığı tamamladı. Yayına başladık. Haber masasında, Hakan Aygün vardı. Yeşilköy'deki evi öylesine sarsılmıştı ki, dışarı ayağında boxer donuyla fırlamıştı. Üstüne, giysi odasındaki gömlek, ceketlerden bir şeyler uydurmuştu. Yani, ekranda son derece normal bir görüntü veriyordu. Oysa, masanın altında boxer'ıyla oturuyordu! İlk saatlerde Avcılar'daki hasara kilitlendik. Ardından İzmit'e yöneldik. Ama hâlâ facianın boyutlarını anlamaktan çok uzaktık... Felaketin boyutunu, Ankara'dan yola çıkan ama Bolu yönü tıkalı olduğu için, mecburen Adapazarı üzerinden gelmeye çalışan ekibimiz ortaya çıkarmıştı. Unutmak mümkün mü! Birden link hattımızda Arzu Zengin'i görüvermiştik. Telefonlar kilitlendiği için bizi arayamıyordu. Bu yüzden görüntüyü uyduya verip fark edilmeyi beklemişlerdi.. Arzu, kameraya elindeki kağıdı gösteriyordu: "Beni hemen yayına alın". Arzu'yu hemen yayına aldık ve anlattıklarıyla donup kaldık. "Adapazarı neredeyse yokolmuş" diyordu, "Kentin çok büyük bölümü yerle bir olmuş durumda." Oysa o ana kadar Adapazarı'nın durumuna ilişkin hiçbir haber gelmemişti. Ekibimiz de zaten "mecburen" Adapazarı'na yönelmişti... Muhalif ses gerekiyor Sonraki günler, biz İkitelli'deki ATV binasında aralıksız sallanarak, ekiplerimiz de deprem bölgesinde, bir yanda artçı şoklar bir yanda trajik öykülerle içiçe yaşayarak çalıştık. Sanıyorum 18 Ağustos günü, o telaşın içinde Reha Muhtar dikkatimi çekti. Kurtarma çalışmalarının yetersizliği, yardımların gecikmesi yüzünden veryansın ediyordu hükümete. Doğrusu, o atmosferde milyonların hissine tercüman oluyordu. Bizimse elimiz kolumuz bağlıydı. Ali Kırca yurtdışından dönememişti. ATV Haber'in klasik üslubuyla, spiker arkadaşlarımızın Reha Muhtar'la yarışması da mümkün görünmüyordu. "Biz söyleyemiyorsak, söyleyecek birini bulalım" diye düşündüm. Aklıma Can Ataklı geldi. Aradım. Aklımdakini açık açık söyledim: "Muhalif bir ses gerekiyor. Deprem sarsmadı ama bizim Ankara'yı sallamamız lazım." Can Ataklı yayına geldi ve kısa süre sonra ATV Haber'in telefonları kilitlendi. Can, bu ilk televizyon deneyiminde -o gün tahmin ettiğim, çok sonra yolumuz yeniden kesiştiğinde de pek çok kez gözlediğim gibi- "gaza sonuna kadar basmayı sevdiğini" göstermiş ve söylenmesi gerekenleri fazlasıyla söylemişti. Ali, ancak üçüncü gün gelebildi. Ve iki gün sonra da birlikte yollara düştük. İzmit, Gölcük, Yalova, Adapazarı... Binlerce ayrıntı sığmış, deprem bölgesinde geçirdiğimiz o sekiz güne. Tarifi imkansız bir koku. Tarifi daha da imkansız bir çaresizlik. Gölcük'te, yıkılan evinden geriye sadece balkondaki çamaşırları kalan, ama yakınmak şöyle dursun, -sanki bir şölenin ev sahibiymiş gibi- gönüllülere ve askerlere, yumurta bulabilirse menemen, bulamazsa sıcak domates ezmesi yapıp ikram eden Erkan... İstanbul'dan kalkıp gelmiş, yapacak başka bir iş bulamadığı için çöp toplayan hanımefendi... Ve daha nice, adını bilmediğim ya da hatırlamadığım "iyi insan"... Öte yanda, her canlı yayında kameraya el sallayıp gülen, cep telefonlarıyla yakınlarına "ATV'deyim diye haber veren "kötü ruhlar". Ya da canlı aranan bir enkazın yanıbaşındaki sağlam evlerinin önüne sandalyelerini atmış oturan, "geçmiş olsun" dileğime, adeta "7.4 yetmedi mi" diye soran sert bakışlarıyla yanıt aldığım aile. İnsanoğlunun binbir yüzüyle karşılaşmıştık deprem bölgesinde. Elbette trajedinin de binbir biçimiyle. Depremin onuncu gününde bile Adapazarı'nda tam bir can pazarı yaşanıyordu. Yorgunluk ve çaresizlikten ağlayan genç doktorun görüntüsünü hatırlıyor musunuz? Ya da canlı yayınımızda "Çocuğum ileri derecede şeker hastası, eğer hemen insülin bulamazsak komaya girecek" diye feryat eden babayı? Tam bir kaos yaşanıyordu. Haber bültenimizi bitirdikten sonra, ATV Haber'in çadırı önünde kuyruk oluşurdu. Çünkü bulabildikleri tek "resmi merci" bizdik! Bu yüzden, gece geç saatlere kadar insanları dinler, not alır, haber merkezine bazılarını iletir, çözüm bulmalarını isterdik. Unutamayacağım bir başka "resmi merci" de, İstanbullu bir gençti. Bir post-it bulmuş, üzerine "yetkili" yazmış, sonra valiliğe dalıp yazının üzerine eline geçirdiği bir mührü basmıştı. Alnına yapıştırdığı o post-it, onu "koordinasyon yetkilisi" yapmıştı! Stadyuma, askeri birliğin bahçesine, kentin çeşitli yerlerine kurulmuş sahra hastaneleri arasında mekik dokuyor; hangisinde ne eksik var, nereden temin edilebilir, onları saptıyordu. Sonra da elindeki listelere göre koordinasyonu sağlıyordu... Ecevit'in zafer günleri Depremin vurduğu saatlerde "rahatsız olmasın" diye haberdar edilmeyen Başbakan Bülent Ecevit, ertesi gün "her şey kontrol altında" dememiş miydi! Hayır, hiçbir şey kontrol altında değildi. 27 Ağustos gecesi, bastıran sağanak yağmura karşı, Can Dündar'la bir zamanlar Adapazarı olan kentin bir köşesinde yere oturmuş, çaresizce "çaresizliği" izliyor ve bunları konuşuyorduk. Kapkara bir geceydi. Ankara çok uzaktaydı. Ecevit'in zafer günleri de... Oysa daha birkaç ay önce, her şey ne kadar da farklıydı. Aynı yıl, 15 Şubat. Sabah saatlerinde haber merkezlerine bir not aktarılmıştı: "Başbakan Ecevit, kısa süre sonra çok önemli bir açıklama yapacak." Ankara büromuz, açıklamanın Abdullah Öcalan'la ilgili olduğunu öğrenmişti. Nitekim, Ecevit, hazırlanan canlı yayın ekiplerine tarihi açıklamayı yaptı: "Abdullah Öcalan, bu sabah itibariyle Türkiye topraklarındadır." Açıklamayı hep birlikte ATV Haber Merkezi'nin kocaman salonunda, tepedeki küçük monitörlere bakarak izlemiştik. Ayakta, yukarıya bakarak izlemek pek rahat değildi doğrusu. Ama sanırım, tarihe düşülen bu benzersiz notu dinlerken birlikte olmak istemiştik. Yalnızca biz haberciler için değil, Türkiye için heyecan verici bir dönemeçti. Ve Ecevit, bunun rüzgarıyla seçime gidiyordu... Ecevit'in, Abdullah Öcalan kartıyla oylarını artıracağı açıktı. O nedenle -bütün öteki kanallarda olduğu gibi- bizde de seçim haberleri DSP ile başlıyor; her kanalın o günkü tavrına göre ANAP ya da DYP ile devam ediyordu. MHP'yi ise neredeyse hiç görmüyorduk. Bir gün haber toplantısında buna dikkat çektim: "MHP'ye hiç yer vermiyoruz. Ama ben ciddi bir tırmanış gözlüyorum." Ali Kırca itiraz etti: "Efsane lideri Türkeş'le bile Meclis'e giremeyen MHP şimdi hiçbir şey yapamaz. Üstelik, Abdullah Öcalan'ın yakalanmasıyla MHP'nin varlık nedenlerinden en önemlisi ortadan kalktı." Bir yandan bu tartışmalar, bir yandan teknik hazırlıklarla, 18 Nisan yaklaşıyordu. 18 Nisan'da genel ve yerel seçimler birarada yapılacaktı. Ve biz, çifte seçime, ATV Haber'e çok yakışan bir iddiayla hazırlanıyorduk. ATV, seçimler için bir "sanal stüdyo" ekipmanı kiralamıştı. Yani, stüdyomuzda, örneğin DSP'den söz ederken sanal güvercinler uçurabilecektik. Ya da seçim barajını anlatırken, yerden sanal alevler yükselebilecek ve biz bu efektle, hangi partilerin o ateş hattının altında kaldığını gösterebilecektik. Seçim günü için özel ekipler kurmuştuk. Her ekip, seçimin ayrı bir bölümünden sorumluydu... Şok edici sonuçlar Derken, 18 Nisan günü geldi çattı. Sandıklar açılmaya başladı. Ali Kırca da, ilk sonuçları vermek üzere kamera karşısına geçti. Ve birkaç dakika sonra kıyamet koptu. Yukarıdan aranıyordum: "Ne yapıyorsunuz siz!" Ne yapıyorduk sahiden! MHP'yi çok yüksek göstermiştik, olacak şey miydi! "Ama" diye itiraz etmeye çalıştım, "Gelen bilgiler böyle." İtirazım dinlenmedi. İlk bilgiler hep yanıltıcı olurdu. Biz de seyirciyi yanıltıyorduk! Peki ne yapmalıydık! Yanıt, şok ediciydi: "Hemen durdurun sonuç vermeyi." Arkadaşlarıma talimatı aktardım. Ali Kırca'nın kulaklığına da, "Konuşmaya devam etsin, bir süre sonuç veremiyoruz" mesajını ilettim. Ali Kırca, neler olup bittiğini anlayamadan yaklaşık 45 dakika konuştu. Ben de o arada arkadaşlarımla "ne yapacağımızı" tartıştım. Tarihi bir skandalla burun burunaydık. TRT'den aldığımız verilerle yayını sürdüremeyeceğimiz açıktı. Yukarısını ikna edemeyeceğimiz de! Önümüzde iki seçenek vardı: Ya sonuçlar patronajın hoşuna gidecek hale gelinceye kadar Ali Kırca boşu boşuna konuşmayı sürdürecekti, ya da medya tarihine geçecek bir tuhaflığı deneyecektik. Sonunda kararımızı verdik, bir reklam molasında durumu Ali Kırca'ya da anlattık. Ve o seçeneği uygulamaya başladık. TRT'den gelen sonuçları alıyor, MHP'den 3-4 puan düşürüyor, düşürdüklerimizi öteki partilere bölüştürüyor ve "uygun sonucu" ekrana veriyorduk. Bu aslında hem meslek ahlakımızı yerle bir ediyordu, hem de hazırlıklarımızı çöpe atıyordu. Çünkü, sanal stüdyomuz, otomatik veri akışına göre düzenlenmişti. Bizim "deforme" edilmiş verilerimizse otomatik olamıyordu. Yani, sanal stüdyo, sanal sonuçlar yüzünden devre dışı kalmıştı. Bu saçmalık, gece 22.00 gibi sona erdi. MHP'nin oylarını artırdığı artık apaçık ortadaydı. Bizim anlatamadığımızı sonuçlar anlatmıştı. Sonunda otomatik sisteme döndük. Ve çok geç de olsa stüdyomuzda güvercinleri uçurabildik. 18 Nisan, DSP ve MHP'nin zaferiyle, bizimse mesleği bırakıp bir yerlerde pansiyon işletme hayallerimizle sona ermişti. Biz mesleği bırakmadık. Sonrasında kimse bizden özür dilemedi. Tanışmak için can atılan Devlet Bahçeli de bir süre sonra, Başbakan Yardımcısı sıfatıyla ATV'yi ziyaret etti. O da, yukarısı da pek memnundu. Çok değil, bir yıl sonra her birinin bir tarafa savrulacağını, hem ATV'nin, hem hükümetin çökeceğini, kısacası "ayrılık vaktinin" geleceğini kimse aklının ucuna bile getirmiyordu.