Mescid'ül Aksa'daki Hasan!..
Biz öyle bir milletiz ki 'Yıktık' çdedikleri an küllerinden hep yeniden doğmuşuz. Tarihimiz bize bu gerçeği öğretti.O halde gelin kim olduğumuzu anlayalım.İyi okuyun.
Biz öyle bir milletiz ki!..
Hani bir söz vardır ya…
’YIKILMAZ ARMADA’ diye..
İşte aynen öyle…
Bu milleti yıkmaya kimsenin gücü yetmedi…
Yeri geldi küllerinden yeniden doğdu…
Bugünde ekonomik bir saldırı altında…
Ama yine başaramadıklarını görünce şaşırıyorlar…
Nasıl şaşırmasınlar ki…
Dedim ya biz öyle bir milletiz ki!..
Bakın Milli mücadele kahramanlarından Konyalı emekli Vali
Cemal Bardakçı’nın oğlu, Türk medyasının en önemli kalemlerinden
biri olarak yıllarca ülkesine hizmet vermiş, ölüm döşeğinde bile
“Son Türk devletine sahip çıkalım” diyen merhum
İlhan Bardakçı’nın anılarında anlattığı 'Yavuz Sultan
Selim'in 12 Bin Şamdanlı Avlu' olayı nasıl bir
millet olduğumuzun dersidir aslında…
Kudüs'te yaşadığı bir hatıra hakikaten ilginç ve bir o kadar da
hüzünlü..
İnsanın gözlerinin dolmaması ve kendimizi vatan, millet,
bayrak ve devlet duygumuzla test etmemiz gereken bir
anı;
***
Mevki: Kudüs.
Mekân: Mescid’ül-Aksa
Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma.
Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail
Dışişleri rehberlerinin yardımıyla bu mübarek makamı dolaşıyoruz.
Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin
ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan
kapı sizi, Mescid’ül-Aksa'nın önüne kavuşturur.
Miraç mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani... Hemen
oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır.
‘12 Bin Şamdanlı Avlu’ derler
oraya.
Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü
henüz devlete katmıştır da ortalık artık
kararmıştır.
Yatsı namazını o avluda kılar.
Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar.
Tam 12 bin şamdan...
O isim oradan kalmadır.
Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes
Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.
Onu o merdivenin başında gördüm.
İki metreye yakın bir boy...
İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi...
Palto?..
Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?..
Değil.
Öyle bir şey işte.
Başındaki kalpak mı, takke mi, fes
mi?
Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da
ürktüm.
Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz
binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı...
Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf
var.
Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.
‘Kim bu adam?’ dedim.
Lâkaydi ile omuz silkti. ‘Bilmem.’ diye cevap
verdi.
"Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada
dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz,
kimseye bakmaz, kimseyi görmez."
Kan mı çekti nedir? Nasıl, neden, niçin hâlâ
bilmiyorum.
Yanına vardım.
‘Selâmünaleyküm baba’ dedim.
Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle
çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o
canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:
- Aleykümüsselâm oğul.
Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...
'Kimsin sen, baba?' dedim.
Anlattı ki, ben de size anlatacağım.
Ama evvelâ biliniz.
O canım devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs'ü 401
yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra
bırakırız.
9 Aralık 1917.
Pazar günüdür.
Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor.
Devlet, zevalin kapısında.
İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye
oraya bir artçı bölük bırakırız.
Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik
ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.
Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.
- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün
buraya bırakılan artçı bölüğünden...
Sustu.
Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler
gibi zımbaladı:
- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur,
8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı
Hasan'ım.
Yarabbi! Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları
üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...
Ellerine bir kere daha uzandım.
Gürler gibi mırıldandı:
- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım.
Emaneti yerine teslim edem mi?
- Elbette, dedim, buyur hele...
Konuştu:
- Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat
Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım
Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul.
Ellerinden benim için bus et (öp)....
- Ona de ki, gönül komasın. Ona de ki, 11. Makineli
Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın
yerde nöbetinin başındadır. ‘Tekmilim tamamdır kumandanım’
dedi dersin.
Sonra yine dineldi.
Taş kesildi.
Bir kez daha baktım.
Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber
Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi.
Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başındaydı.
Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen
devletine küsmemişti.
Hasan Onbaşı bizdendi.
O halde unutulmak kaderiydi.
Öyle de oldu zaten.
O ki göklere baş vermiş bir ulu selvi
idi.
Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza
ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük.
Biz, sadece unuturduk.
Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas
manayı da unutmuştuk.
*
Onbaşı Hasan ve 12 Bin Şamdanlı Avlu çok şey anlatmıyor mu
bize!..
Gelin bu güzel ülkeye sahip çıkalım..
Ülkemiz üzerinde de çeşitli tezgahların döndüğü ve
döndürüldüğü bir süreçte 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırdı
Onbaşı Hasan bir büyük derstir bize…
İşte o ruh bu topraklarda olduğu sürece bu milletti bu devleti ne içeriden nede dışarıdan kimsenin yıkmaya gücü yetmeyecek...
Yakın tarihte gördük ve halen görüyoruz bunu..…
Dünya tarihi Hasan'larımızı iyi tanır...
Peki Trump tanır mı:?
Ataları iyi tanıdı!
Er yada geç o da bu ruhu tanıyacak...