BIST 9.640
DOLAR 34,64
EURO 36,63
ALTIN 2.939,04
HABER /  GÜNCEL

Medyanın gizlide kalan sırları

Televizyon haberciliğinin duayeni İnternethaber'e konuştu. Şöhretlerin bilinmeyen yönlerini ve TRT'yi anlattı...

Abone ol

Profesör Doktor Haluk Şahin başarılarını sessiz yaşayan, çok yönlü bir iletişim ustasıdır. Gazeteci, televizyoncu, akademisyen, öğretim üyesi, yazar, şair gibi koltuğuna aynı anda sayısız karpuzu sıkıştırabilen değerli aydınımızdır.

Türkiye gibi en istikrarlı hükümetlerin bile bir seçim dönemini zor tamamladığı ülkede kesintisiz 250’i aşan televizyon programına imza atmış olması da onun sessizce çıktığı medya zirvelerinden birini oluşturdu. Şahin için tantanalı bir kutlama falan yapılmadı. O yüzden de kamuoyu onun “derin başarısını” kavramakta tembel davranıyor. Örneğin televizyonlardaki her hangi bir yarışma programında üç hafta elenmemek büyük başarı olarak takdim edilebiliyor. Çünkü bu “başarı” ana haber bültenlerinde kendine yer bulabiliyor.
Reyting çılgınlığı öylesine baş döndürücü hale geldi ki, televizyonun uzun vadeli işlevselliğine katkı olan yapımlar görmezden gelinebiliyor.
Biz bu hafta Türkiye’nin ağır siyasi havasından uzakta bir iletişim devinin, kavgasız, kafa göz yarmasız, fikirlerin tartışıldığı ülkenin en istikrarlı programcısını gündeme aldık. Şahin bize Türk televizyonculuğunun ilk evrelerinden itibaren herkesin bilmediği ince ayrıntıları, siyasi tarihin detay bilgileriyle süslediği zengin bir anı aktarımı yaptı. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

-Hocam nedir bu 250 programın sırrı?

“Benim farklı adlar altında yaptığım programlarım var. Onları programın uzantıları. İlk önce ‘Derin haber’ ismiyle başladık. Sonra seçim dönemi gelince programın içeriğini değiştirmeden adına ‘Yüksek Siyaset’ dedik.”

-Hiç izlememiş olanlara anlatmamız gerekirse, programlarınız için neler söyleyebilirsiniz?
“Format olarak çok farklı değildi bunlar, genellikle Türkiye’nin güncel siyasi, sosyal sorunlarının ele alındığı, üst düzeyde tartışma programlarıydı. Sonra siyasetin gündemde düştüğü bir dönemde tek bir konukla söyleşi yapmak amacıyla ‘Derin Sohbet’ diye geçti adı. Derin Sohbet’ten bir sonra cumhurbaşkanlığı seçimi, milletvekili seçimi ondan sonra yine yüksek siyaset yaptık. Bunlar hep benim kaptanlığımda, benim hazırladığım aynı ekiple Kaan Kaplan’la birlikte yaptığımız programlar.”

-Kesin olarak sayı ifade etmek gerekirse, kaç program yaptınız?
“Bu programlar bu sene altıncı seneye girdi. Ben tam sayı olarak saymadım, ama yani yılda bunlardan ben iki ay ara veriyorum. 45 tane yapsam 250’den fazla giden sayıda program yaptım. Bu programların temel özelliği Türkiye televizyon piyasasında reyting nedeniyle egemen olan bir takım yozlaşmaların prim vermeyen programlar olmaması… Ben hem işte, bu alandaki deneyimlerimi aktarabiliyorum. Öte yandan da genç arkadaşlarımın işe gösterdikleri saygı dolayısıyla, onlara fırsatlar tanıyorum.”

-Sizin belli bir duruşunuz var. Reytingin gelişme mecrası ise farklı…
“Evet, ciddi programlar yapabiliyorum. Ama kimse bana gelip, ‘çok ciddi olma, sıkıcı olmuş’ denilmiyor. Genç arkadaşlarımın da düşünceleri bu yönde… O yüzden iyi bir birikim çıktığı kanaatindeyim. Türk siyasi hayatında, Türk düşün hayatında önemli rol oynamış birçok insan geldi programlarımıza…”

- Kimler geldi, kimler geçti?
“Aklınıza gelebilecek pek çok tanınmış portre var. Süleyman Demirel’den Orhan Pamuk’a, Mesut Yılmaz’dan Abdullah Gül’e, siyaset dünyasının insanları…. Celal Çapa’dan Engin Cezzar’a sanat dünyasının isimleri… Çok geniş bir yelpaze. Programın adı ‘Derin Sohbet’ olduğu dönemde daha çok kitapları çıkmış olan yazarları davet ediyordum. Çünkü onların kitaplarını okumak ve o programı hazırlamak benim açımdan iyi bir hazırlık dönemi oluyordu.

- Okumak, sizi en fazla çeken şey gibi görünüyor.
Ben aslında kalem efendisiyim. Edebiyattan geliyorum. İlk şiir ve yazılarım 14-15 yaşlarındayken Bursa’da Yeni Ant gazetesinin sanat sayfasında, Hakimiyet gazetesinin sanat sayfasında yayınlandı. Hem kitapları çok sevdim, hem kitaplarla çok haşır-neşir oldum. Olduğum yerler televizyonlar değil, kütüphanelerdi. Fakat biraz zamanın ve tesadüflerin sonucu hep kendimi televizyon iç içe buldum. Bu benim tercihimden ziyade hayat öyle gelişti.”

- İlk televizyon deneyimizin nasıl başladı?
“Şimdi ben Amerika’da kitle iletişim üzerine doktora yaptıktan sonra Türkiye’ye geldim, Yıl, 1974’tü.. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde tam hoca olmak üzereyken Yılmaz Dağdeviren, İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olarak atandığını ve yeni insanlar aradığını söyledi. Benim onun aradığı insan profiline uyduğumu ekledi. Tanıştırmak istedi. Gittik ve İsmail Cem’le tanıştım.”

-Önceden tanışıyor muydunuz?
“O zamana kadar tanımıyorum. Cem, Cumhuriyet gazetesinden geliyordu. Ben de daha sonra Cumhuriyet’te çalıştım ama birlikte çalışmamıştık. İsmail Cem’in sendikacılık dönemi sonrasıydı, Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şube Başkanı’ydı. Başbakan Bülent Ecevit tarafından TRT’ye atanmıştı. İsmail Cem’le tanıştık, konuştuk. Cem, ‘bizim program planlamasına ihtiyacımız var. Çünkü yakında İstanbul ve İzmir stüdyolarımız devreye girecek, ondan sonra dış yapıları almak istiyoruz. Bunları yapacak insan ihtiyacımız var, bu da siz olacaksınız Haluk Bey’ dedi. Bende peki dedim. Birdenbire kendimi Türk televizyonunu tek kanalının programlarının planlamasını yaparak buldum… Sene 1974 mayıs ve haziran… Cem geleli 3 ay olmuş. Bülent Ecevit başbakan, işte o zaman Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi ( MSP) ile o ‘tarihi uzlaşma’ denilen koalisyonu kurmuşlar. Henüz Kıbrıs Harekatı yapılmamış.”

-Televizyonun hayatımıza ilk girişiydi…
“Çalışmaya başladık. Bir zaman sonra programlarımız çok ilgi çekti… Zaten Türkiye tek televizyon olması dolayısıyla bir kere televizyona çıkmak şöhret olmak anlamına geliyordu. Türk halkı müthiş bir ilgiyle izliyordu programları. Yayının başlangıcındaki Bayrak törenlerinden, programların bitişindeki ‘Lütfen televizyonlarınızı kapatmayı unutmayın’ yazısına kadar… O yılın sonbaharına doğru Cem ‘kitap programı yapmak zorundayız’ dedi. Evet, dedim kitap çok iyi olur. Biz bu arada Yeşilçam’ın yönetmenleriyle ilişkiler kurmuştuk. Onlara edebiyatın başyapıtlarından bazılarını çektirme projesini de devreye sokuyorduk. Halit Refiğ’le Aşk-ı Memnu için anlaşma yapmıştık. Metin Erksan’a görüşmüştük. Sait Fait’in yapıtlarını… Atıf Yılmaz’a Kiralık Konağı yaptıracaktık. Bu çizgiyi kitap programlarında da sürdürecektik. İşte Cem ‘bunu siz yapacaksınız’ dedi.”

-Yaptınız mı?
“Çarşamba geceleri 22.15 ile 23.15 arası bir saat, şimdi ‘prime-time’ dedikleri zamanda Türkiye’nin tek televizyonunda bir kitap programı yaparken buldum kendimi… Bu canlı yayınlanıyordu. Ve o zamanlar televizyonlarda sigara da içilebiliyordu!.. Benim panelim Prof. Dr. Mehmet Kaplan da yer alıyordu Hilmi Yavuz, Cemal Süreyya da… Ve biz bir ayın kitaplarını programda bir yazarı ya da bir kitabı ön plana çıkararak tartışıyorduk. Bunlar kaliteliydi ve halkımızda bunlara ilgi gösteriyordu. İşte hayatıma farklı bir boyut kattı. Daha sonraki yıllarda hep bana program yap, program yap diye teklifler geldi. Ama ben kendimi yaparken buldum. Ama dediğim gibi benim tercihim, bütün hayatımı kontrol altında tutabilseydim herhalde bir yere çekilim güzel kitaplar yazan bir insan olmayı tercih edermişim gibi geliyor. Beklide kendimi kandırıyorum ama böyle bir şey.

TRT'NİN MARKSİST YAZARI

-İsmail Cem’in TRT’si o yıllarda çok tartışma yaratmıştı.
“O dönem TRT’si Türkiye açısında ilginç bir dönemdir. İsmail Cem o

ARENA İLE CUMHURİYET ARASINDA ZORLU SEÇİM
“Cumhuriyet’ten ayrılmasaydım, Arena’da başlamazdım. Bu benim mesleki hayatımda en önemli dönem noktalarından biri oldu. Birkaç açıdan; birisi tanesi, hem etrafımda dolaşan televizyon işini doyasıya yapma olanağını buldum. Yani hem habere çıkan çocukların haberinin denetlenmesi, hem bitmiş programın çeşitli açılardan gözden geçirilmesi ve kendi çektiğim programların, kendi çektiğim bölümün montajıyla fiilen uğraşmaya başladım.
İşte bu dönemde televizyon yapım ve montaj merkezinde Taksim’de geceleri sabahlara kadar montaj yapardık. Türk televizyon bir sürü ünlüsü oraya gelir, giderdi. Bu tarihlerde… Orada çalışarak televizyonunu en iç yerinde çalışma imkanı buldum. Televizyon aynı zamanda ağır emekçilik gerektiren bir iş alanı. Dışarıdan bakanlar, işte ekrana çıkıyorsun, süsleniyorsun püsleniyorsun zannediyorlar. 
raya ‘Marksist bir yazar’ kimliğiyle geldi. Türkiye’de geri kalmışlığın tarihi adlı kitabını henüz yayınlamış. Sendika başında olduğu için işçi mücadelesine inanan ama ondan sonra Osmanlı’nın kendine özgü bir toplusal yapısı olduğuna ve batının modellerinin Türkiye’ye birebir uygulanamayacağını ve o yüzden Türkiye’nin kendisine yeni yollar araması gerektiğine inanmıştı. Türkiye’nin ona bu açıdan sevdiği kaynaklar sunduğunu kabul etmiş, farklı bir solcu arkadaşımızdı. Osmanlı geleneğini çok değer veriyordu, Anadolu’nun İslami kültür kökenlerine çok saygı duyuyordu. İşte Kemal Tahir’i çok seviyordu, Türkiye’nin kilimlerini, müziklerini, klasik Osmanlı müziğini falan… Seviyor veya benimsiyordu. Bu tabi çok farklı bir birleşimdi ve öyle zannediyorum ki Ecevit’in o sıralarda Türkiye’ye getirmek istediği anlayışa uygun düşüyordu. Ecevit’in sadece 33 yaşında genç bir gazeteciyi seçerek, TRT’nin başına geçirmiş olması günümüz ölçüleriyle açıklanabilecek bir şey değil. Yani o gazeteci çok yakından tanıdığı sendikacılığına bakmış, kitaplarına bakmış, Türkiye’nin bu türden bir senteze ihtiyacı olduğunu düşünerek, Cem’i oraya getirmişti.

-Devlet içinde televizyon gazeteciliği, yayıncılık yapmak nasıl bir şeydi?
TRT o zaman da (içine düşenin bir daha çıkamayacağı, cehennemde bulunun) bir gayya kuyusuydu. Kocaman, kalabalık herkesin birbirinin paçasından çekmeye çalıştığı çeşitli sol düşünceli insanların çalıştığı bir yerdi. Henüz sağcılar, milliyetçiler, İslamcılar gelememişti. İsmail Cem, kendi yapılanmasını oluşturdu. Radyonun başına Hıfzı Topuz, Haber Merkezi’ne Mehmet Barlas’ı getirdi. Ondan sonra sinema filmleriyle ilgili olarak benim aracılığımla rahmetli Mustafa Gürsel’i geldi. Beni programların genel planlayıcısı yaptı. TRT içinden de Tercan Güleç gibi, Reha Tezcan gibi Mete Buharalı gibi bir takım TRT’cileri de kendi yakın çevresine aldı ve öylece ekibini oluşturturdu. Cem’in çok başarılı bir yayıncılık dönemi oldu. Çünkü Cem bu televizyon denen yeni tılsımlı kutuda ekranda neyin çıktığını nasıl çıktığını çok iyi bilen biriydi. Bu arada kim müdür olmuş, ondan sonra kim hangi kadrodan kaç para alacakmış falan gibi konularla değil, onu tamamen bürokrasi teknisyenlerine bıraktı, tam tersine ekrana ne çıkartacağız konusunu dert edindi. Haberleri girişindeki hareketli logomuz nasıl oluşacak, bunu nasıl daha güzel hale getirebiliriz. Programları nasıl sıraya koyacağız? Hangi programı hangi geceyle hangi gece arasına koyacağız da etkili olacak? Türk kültürünün bürokratik engellerle içeri sokulmayan kaynaklarına nasıl ulaşacağız? Türkiye’nin bütün yaratıcı kaynaklarını TRT’ye televizyona çekmek yönünde çalışmaları olmaya başladı. Aynı şekilde müzik için de geçerliydi. Faruk Güvenç’i müzikle ile ilgili yayınların genel yönlendiriciliğine getirdi. Ve iyi bir kadro oluştu. Ve halkla gerçekten bütünleşen bir yapı ortaya çıktı. Hakikaten çok önemli yayınlar , habercilik yapıldı. Her türlü zorluğa rağmen Bülent bey (Ecevit) karışmayacağını söylemişti, karışmadı. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekir.”

-Kıbrıs Harekatı’nda da bu tavrı devam etti mi?
“Kıbrıs harekatı, 1974 temmuz ayında yapıldı. Bu harekat Türkiye’nin bütün dengelerini değiştirdi. Programcılık adına omzumuza müthiş ağırlıklar düşmeye başladı. Kıbrıs’la ilgili programlar hazırladık ve yayınladık. İsviçre’de yapılan görüşmeleri aktif, dinamik bir habercilikle birlikte yansıttık. Cem dönemi için ‘Türkiye’nin bütün yaratıcı kaynaklarını televizyona çekmeye çalışan ve belirli kültür sentezini hedefleyen bir yayıncılık dönemi’ denilebilir. Fakat bu dönem istediğimiz kadar uzun sürmedi.

-Neden?
“Bülent Ecevit Koalisyonu bozmaya karar verdi!.. Çünkü Bülent bey o zamanlar çok popülerdi. Tek başına iktidara gelme olasılığı çok fazla görülüyordu. MSP Bülent Ecevit’e büyük güçlükler çıkarmaya başladı. Özellikle 1974 Affı konusunda…. Önce verdiği vaatleri yerine getirmemiş, ondan sonra solcuların affı konusunda MSP rota değiştirerek solcuların hapishanelerde kalması gibi parlamento içi yasa taktiklerine başvurmuştu. Oysa aynı düzenleme ile sağcılar çıkabiliyordu. Sonradan Anayasa Mahkemesi onu düzelti. Eşitlik ilkesine aykırı olduğuna karar verdi, sol siyasi mahkumlar da bu sayede çıktılar. 12 Mart rejiminin mağduru olmuş bilim adamları, aydınlar, yazarlar, tahliye oldular. Ecevit, MSP’den kurtulmak istiyordu. Ama TBMM’den seçim kararı çıkmadı.

-İktidar sağ kanada geçti…
“1. Milliyetçi Cephe oluşturuldu, Süleyman Demirel Başbakan olduğu hükümete parlamentoda tek üyesi olan MHP Alpaslan Türkeş’inde başbakan yardımcısı olarak girdi. AP’nin önderliğindeki Sağ koalisyonda MSP, MHP ve Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) dahil oldu. Milliyetçi Cephe’nin iktidara gelmesiyle biz altından sandalye çekilmiş gibi havada kaldık. Çünkü biz Bülent Ecevit’ten gelecek olan anlayışa ve desteğine güvenerek oraya girmiş insanlardır. Kaldı ki Süleyman Demirel, TRT ile kavgalı bir insandı. Yani 1960’ların son dönemlerinde sürekli özerklik ne demekmiş,devlet içinde devlet olamazmış diyordu. Ona göre TRT isyan yuvası haline dönüşmüş, komünistlerin yuvalandığı yer haline gelmişti.”

-Demirel’in itirazı çalışanları için mi, yoksa yayınlara yönelik miydi?
“Kontrol edememesi ona çok ağır geliyordu. Çünkü Türk idari sisteminde kurumlar geleneği yok. Yani bir kurumun ‘ben özerkim, bir başbakan beni arayıp haberlerin yerini değiştir diyemez’ şeklindeki anlayışı kabul etmiyordu. Oysa TRT de BBC olamaya çalışıyordu. Biz BBC gidip, program düzenlenmesi nasıl oluyor diye dersler aldık. Ondan sonra İsveç’ten ondan sonra başka yerlerden özerk ve bağımsız bir yayın kuruluşu nasıl olur? Ve önümüzde uzunca bir zaman var zannediyorduk. Uzunca zaman olsaydı hakikaten BBC modeline yakın bir şey çıkartabilecektik. Ama Türkiye siyaset müdahale etti: İsmail Cem görevden alındı. Yasalara aykırı bir biçimde görevden aldılar. Cem TRT’deki çalışma dönemini “TRT’de 500 Gün” adıyla kitaplaştırdı. Danıştay’a başvurdu.ondan sonra göreve dönmek istedi, davayı kazandı ama atamasını yapmadılar.”

-Siz Cem’in ekibi olarak dağıldınız mı?
“İstanbul’a geçip birlikte gazete çıkarma projesi vardı. Cem kendisiyle birlikte gelmemi istedi. Biz bir grup insan Ankara’daki görevlerimizden istifa edip, İstanbul’la geçtik 1975 yılının sonbaharında. Mehmet Barlas bizden ayrılıp Günaydın’da köşe yazmaya başladı. Biz de Ercan Arıklı’nın ve Kadri Kayabal’ın sermayesiyle, Kadri Ağabey’e ait Ekonomi-Politika diye bir gazete vardı. Ekonomi’sini atıp Politika gazetesi haline getirdik. Siyah- beyaz gazete olacaktı bu. Türk basınının Le Monde’u olmayı hedefliyorduk, bunda bir miktar yol almıştık.”

-Politika İsmail Cem’in gazetesi olarak takdim edilmişti değil mi?
“İsmail Cem çok büyük şöhret olduğu için, kadınlar arasında çok popülerdi. Etkileyiciydi, güzel yeşil gözleri ve yakışıklığı dikkat çekiyordu. Solcular arasında çok meşhurdu. Geçmişinden dolayı,başarılı olacağına kesin inancı vardı. Benim ise Baba-i ali’ye ilk girişimdi. Politika’nın Genel Yayın Yönetmeni Yardımcısı olsam da durum böyleydi. Daha doğrusu Bab-i Ali’nin çaylağıydım! Milliyet’in başında Abdi İpekçi bey var, Cumhuriyet’tiyse Ecvet Güresin yönetiyordu. Haa az daha unutuyordum: Uğur Dündar da TRT’den istifa edip geldi. Bir sürü insan TRT’deki kariyerlerini yakarak istifa ettiler.”

-Bu gözükaralığın altında ne vardı?
“Milliyetçi Cephe’nin ilk genel seçimlerden gideceğini, Bülent Bey’in (Ecevit) tekrar başbakan olacağından emindik! Oy çoğuyla gelecek ve tekrar bizi TRT’ye davet edecek. Biz o zamana kadar o gazeteyi çıkaracağız!..

-Ama bu hiçbir zaman olamadı, o gelişmelerin içinde biri olarak yaşadıklarınızı anlatır mısınız?
“Beklemeye başladık bu olayın gerçekleşmesini… Fakat olaylar bizim beklediğimiz gibi gelişmedi.Bir taraftan muhalifleri, İsmail Cem’i, Ecevit’te karşı CHP’ye liderlik için kışkırtmaları ortaya çıkmaya başladı! Böyle şeylerden Bülent beyin haberdar olması mümkün değil. O dönemde zannediyorum ki Bülent bey, İsmail Cem’le ilgili düşüncelerinde değişmeler oldu. 1977 seçimlerinde yüzde 42 oranında oy aldı, 13 milletvekili eksik kaldı. Ondan sonra istediği gibi hükümet kuramadı. Sonra Ataköy C Moteli entrikasıyla hükümet kuruldu. Fakat İsmail Cem’i çağırmadı. Kurum içinden Cengiz Taşer’i genel müdür yaptı. O zaman biz anladık ki TRT’ye dönüş yok.”

               EDİTÖRÜN SIRRI YAŞ FARKIYDI

Ben 1941 doğumluyum. Uğur ise 1943 doğumludur. Haluk Şahin, Uğur Dündar’ın yardımcısı olmaz dedi, ve biz sana editör diyelim dedi. Ama bu isim Türkiye’de henüz yaygın değil. Uğur işin biraz gırgırındaydı. Editörümüz bugün falan yerler gitti ve şunları çekti falan derdi. O zaman adımız editör diye çıktı. Bir sürü insan bana bu editör nedir? Ne işe yara yarar diye soru sormaya başladı.

Arena çok popülerdi ve 9 sene devam etti. Ben ‘Editör’ köşesine uzun süre devam ettim. Eğer senede yine senede 360 program yapıyorsan bunların 300’de editörün programı vardı. Bu bir sinemayla da ilgili bir birikim. Ben iyi bir sinema filmi çekebileceğime inanıyorum. Çünkü onun gerektirdiği bütün görüntüsel deneyimi edildim. İşte kameramanla bir yere girdiğimde neyin çekilmesini planlanıp çekilmesi kameramana direktif vermekten, montaj sonunda miksaj yapmaya kadar bütün süreci yüzlerce defa geçirmenin getirdiği bir şey yani bir alışkanlık oluyor, bir müddet sonra. O bakımdan  benim yaptığım editörün köşelerinde  öykülerden oluşuyordu. Yani Uğur Dündar’ın daha haber olan, işte çarpıcı yolsuzluk dosyalarından sonra. Ben ilginç bulduğum bir konuyu, örneğin; köyünde romatizma hastalığı çok, artı içinde bunu sorumlusu olarak köyde güneşin batışının erken oluşu, ileride dağın üstünü kesmeye çalışan bir adamın öyküsünü anlatmıştım.

Her hafta buna benzer bir öykü buluyordum. Ekstransan insanlar dolu Türkiye…. Ya da biz konuyu bulup bir öyküye dönüştürüyorduk. Hiç unutulmayan ve tekrar edilen bölümlerden bir tanesi de, İstanbul’un olimpiyat başvurusu sırasında  bütün İstanbulluların aslında olimpiyata çok hazır olduklarını. Çünkü çok iyi yüksek atladıklarını ve çok iyi koştuklarını İstanbul’da çekilmiş  gerçek görüntülerle anlatan şeydi. Ve çok tuttu, beğenildi. Yani Arena programına yumuşak bir yapı ve aynı zamanda bir felsefi bakış açısını da yansıttı. Ama benim açımdan en önemli tarafı orada görsel medyaların üretim süreçleriyle ile ilgili  bir sürü beceriler elde edildim. Önemli yani çekime çıkmadan önce zihinsel hazırlıktan tutun da çekim bittikten sonra yaptığın bir süreç. Böyle yaptığım ve halen unutulmayan haberde çekme fırsatı buldum.


UĞUR DÜNDAR’LA ASKER ARKADAŞIYIZ

- Sizin Uğur Dündar’la tanışmanız nasıl oldu?
“Benim ilk tanışmam 1965 Tuzla Piyade Okulu’nda yedek subay eğitimi sırasında tanıştık. Uğur Dündar, bizim bölüğün kıdemlisiydi…. Boyu uzun olduğundan, bizi o yürütürdü. Yani Uğur ile asker arkadaşlığımız var. Sonra ben Amerika’ya doktora yapmaya girdim. Döndüm, İstanbul’a TRT’nin Mithat Paşa’daki binasının önünde uzun boylu, sarışın, yakışıklı bir adam duruyor. Aa, bir baktım bizim Uğur! Böylece birleştik ve TRT’de böylece çalıştık. Ve o da ekibe katıldı. Cem ekibine katıldı. Biz ayrıldığımızda, o da ayrıldı. Ondan sonra bir sürü şeyde birlikte çalıştık. Sonra ben işsiz kaldım. Çünkü politika gazetesi battı. El değiştirdi başka ellere geçti. Üniversiteye başvurdum, beni üniversiteye almadılar. İsmail Cem’le solcu ekiple birlikteydi falan filan. Doktora tezimde hükümeti eleştirdiğim yönünde kanaat oluştuğu için…”

-Doktora teziniz neydi?
“Doktora tezim özerk kamusal televizyonculuğun modelli idi. Dışarıdaki televizyon kanaların incelenmesi ve bu araştırmalarının TRT’de uygulanabilirliği falan… Ondan sonra ben, bu arada ilk eşim Amerikalıydı. Bir çocuğum vardı... Kalktık Amerika’ya girdik. Türkiye’den teklifler aldım… Ama iş dünyasından.. Bende hayatımda sapmaya niyetim yok, akademisyenlik hayatına geri dönerim diye düşünüyordum. 1983 yılına kadar Amerika’da kaldım.”

-Ülkeye kesin dönüşten sonra ne yaptınız?
“Türkiye’ye geldiğimde Uğur Dündar’a rastladım… Uğur, ‘Show TV’de Arena adında bir program yapacağım, gel beraber yapalım’ dedi. O sırada yazdığım Cumhuriyet’ten ayrılmamış olsaydım kesinlikle ‘hayır’ derdim. Tamam dedim. Böylece Arena serüveni başlamış oldu. Tam 9 sene devam etti.”

-Siz Arena’da özel bölümle ekrana geliyordunuz değil mi?
“Evet, Editör diye bir bölüm yapmıştık, programın genel havasından farklı bir bölümdü o… Arena bir milli maç kadar izleniyordu ve çok popüler olmuştu. 25-26-27’lik reytingler yapıyorduk. Özal, sonrası pisliklerin ortaya çıkarılması, yolsuzlukların çıkarılmasını için çok önemli işlevler üstlendi. Susurluk öncesi ve sonrası hakikaten çok önemli işler yapıldı. Fakat bir zaman sonra taklitleri çıktı.”

-Taklidiniz kimlerdi?
“İşte Fatma Girit öyle program yapmaya başlamadı… Kadir İnanır, ‘Böyle gitmez’ diye bir program yapmaya başladı. Hülya Koçyiğit öyle bir program yapmaya başladı. İşler gazetecilik açısından çok yanlış yerlere gitti. Bu sefer ben Uğur’la, Tuncay Özkan’la haber yöneticiliği yaptım ve haber koordinatörüydüm. 3,5 yıl süreyle günlük haberciliğinde yapmış olduk. Derken Uğur Dündar Star’a girmeye karar verdi. Ben kararsızdım, akademik kariyer mi yapayım, habercilik mi yapayım derken, TV’8’in Genel yayın Yönetmeni sevgili dostum Turan Yavuz ‘Haluk gel bize şey yap’ dedi. Böylece 250 programlık serüven başlamış oldu!..

EN ZOR BULUNAN ŞEY İYİ FİKİRDİR

Çok iyi bütçesi olan bir programdık. Bir haftada üç kişiyi Amerika’ya gönderebiliyorduk. Kameramanlarımız alıp gidiyorduk. Ve gidince de en iyi otellerde kalıyorduk. Pansiyon bulsak mı derdinde değildik. Batılı televizyoncuların yaptığı gibi televizyon programcılığı yaptık, bununda karşılığını aldık. Ben televizyon yöneticiliği yaptığım zamanda hep şunu savunmuşumdur. En zor bulunan şeyler iyi fikirlerdir. Ama iyi bir fikir bulduysan, sakın bunu berbat etmek. Çünkü televizyonda en çok yapılan hatalardan biri kırk yılda bulunan parlak fikirleri aman bunu ucuza çıkaralım. Aman iki kamera değil de tek kamera kullanalım. Aman bunu Doğu Beyazıt’a değil de İzmir’in bir köyünde çekelim, diyerek berbat ediyorlar. Öyle yapılırsa yapılan eser kötü olur, hem de daha önemlisi o fikir bir daha yapılmamak üzere bir daha yapılmaz. Bir başkası o yapıldı diyerek.. O yüzden bence televizyonculuk en temel kurallardan birisi iyi fikir peşinde koşacaksın. Az gelir, ama yakaladığın zaman hakkını vereceksin. Onun hakkını verilse karşılığını yüzde yüz alırsın. Erol Aksoy bunu biliyordu, bankacı olduğu için, patron olduğu için. Mesela, Uğur Dündar’ın Çeçen gemisine helikopterle ile atladığı gece ben sundum. Çünkü o gece o yok. Cep telefonuyla bağladım. 27.5 reyting yaptık. Bu nedir biliyor musunuz? Türkiye’de o akşam televizyon karşısında olan her yüz kişiden altmış sekizi izliyor demek. Arena’nın en doruk zamanıydı. Televizyonlarda bu genişleme, bozulma başlamadan önce mümkündü. Bu benim açımdan bir gazeteci olarak da para kazanmamı sağladı, belimi doğrultmamı da sağladı. Ek iş yapmadan belirli bir seviyede, batılı meslektaşlarım nasıl yaşıyorsa, o
 UĞUR DÜNDAR “GAZ” İDİ BEN “FREN”!..
Uğur Dündar’la birlikte çok iyi çalıştık, biz. Şundan dolayı çok iyi çalıştık. Çünkü çok eski arkadaşlığımız var yani. Biz onla askerde beraberdir, TRT’de beraberdir, Politika gazetesinde beraberdir, Hürriyet gazetesinde beraberdir. Bu işe beşinci kez çalışmamız oluyordu. Ve eğer doğru yaklaşılırsa Uğur, danışma alabilen bir insandır. Çünkü yöneticinin kendisinin de danışma alabilmesi de bir marifettir. Etraflarını bir sürü insanla doldururlar, ama o insandan gelen doğru gelen bilgiden yararlanma yoluna gitmezler. Onlar diyecekler ki benim bilmediğimi zannedecekler yahu. Ya da benimle yarışıyor, beni geçecek diye bir şeyler olabilir. Uğur’da öyle şey hiç olmadığından ben sürekli olarak bir danışman olarak, hem bir yönlendirici olarak hem de fren olarak… O daha çok gaz, ben ise frendim. Hem etik anlamda, hem siyasal anlamda hem diğer anlamlarda ben ona daha neyi yapmamamız gerektiğini söylüyordum. O ise yapma enerjisi çok kuvvetli olduğundan belli bir kombinasyon ortaya çıkmıştı ortaya. Bu açından da Bab-i Ali de pek ender görünen iş birliklerinden birisidir bizimki. Yani ikimiz çok farklı insanlar olduğumuz için arkamızda hiçbir zaman rekabet olmadı. Doğrusunu söylemek gerekirse. Bir şeyler birleşti, ortaya hakikaten de iyi bir birliktelik çıktı.
na yakın bir düzeni tutulmak açısından da ben Arena dönemine önem veriyorum. Gazeteci için önemli şeyler…Gazeteci neden sefil olsun ki? Gazetecinin elbette bir eli yağda bir eli balda dünyanın gerçeklerinden kopuk yaşaması da yanlış. O plaza gazeteciliği dediğimiz en üsten odalara saklanıp bütün dünyayı… Efendim üst odadaki yönetim yeri, zırhlı araba ve beş yıldızlı otelin lobisini görmek ne kadar yanlışa, onu dumanı tüten sobalı, ahşap evde oturup geceleri üşüyüp, ondan sonra delik ayakkabıyla işe girmekte o kadar yanlış. İkisi de gerçek ama tekamül de değil. O açıdan Arena benim hayatımda önemli bir noktadır.

-Haluk Şahin ismiyle ‘derin’ hiç uyuşmuyor…
“Evet… Bir zaman sonra belki anlıyorlardı, belki o merakla bakıyorlardı. Bu Kurtlar Vadisi’nden çok daha önce olan şeyler. Onu bir sene ‘Yüksek Siyaset’ olarak götürdük. Sonra bir daha ‘Derin Haber’ yaptık. Şimdi Yüksek Siyaset olarak devam ediyoruz. Ben geçen günkü sohbetimizde söylemiştim. Bizim mesleğimizde üretimden kopmamanın çok önemli olduğuna öteden beri inanırım. Yani bizim gibi mesleğin dişli çarklarından geçmiş insanların çeşitli beceriler elde edilmiş, çeşitli birikimler elde edilmiş insanların bunları israf etmemesi gerektiği kanaatindeyim. Bazen hayatımızda bunu iyi kullanamadığımız yapısal koşullar oluşabilir. İşsiz kalabiliyoruz, çalıştığım müessese batabiliyor, veya genel yayın yönetmeni bizden hoşlanmıyor olabilir vs. Böyle zamanların hep kısa sürmesini ve kısa sürede üretime dönmeyi gerektiğine inanmışımdır. Ve bütün işsizlik dönemlerimde kitap yazmışımdır. 14 tane kitabım var, 14 kere işsiz kalmadım tabi. 14 kere işsiz kalmadım, ama Nokta’dan Hürriyet’e geçerken kitaplaştırdım. ‘Türk olmak kolay değil’.
(Türk olmak hala kolay değil), diye hazırlıyorum, bunu yazacağız…. Ondan sonra şunu düşünmüyorum. Bu işler biterse herhalde internet’te bir blog kurarım diyorum. Ondan sonra İngilizce’de bir blok kurarım. İşte yabancılara derdimizi anlatmak açısından… Böylece ben de üretimden kopmam. Şimdi üretimin en büyük safhası zihin aşaması. Bende bir kitap okumuştum. Hoş bir şey… Kemancılık gibidir, habercilik diye düşünüyorum. Dünyanın en ünlü kemancılarından birisi demiş ki: ‘Eğer keman çalışmada bir gün atlamışsam onu ben fark ederim. İki gün atlamışsam onu karım fark eder.Üç gün atlamışsam onu bütün dünya fark eder.
Bizim mesleğimiz de öyle….