Ekrem Dumanlı, medyanın malezeme sıkıntısından bahsetti. Yaşanan gelişmelere değindi.. Ayrıca Fatih Terim'in uzun süre gündemde olacağının sinyalini verdi.
Abone olYaz ayları medyaya yaramadı. Ekrem Dumanlı konuyla ilgili geçen hafta yazıdıklarına devam etti. Dumanlı, uyarısında bulundu. Tabi medya açısında....
Yazı: Ekrem Dumanlı
Kaynak:
Türk medyası geçmişte hep fırtınanın şiddetine boyun eğmek zorunda kaldı. Kendini hadiselerin bir parçası gibi gördüğü için büyük fotoğrafı da bir türlü yakalayamadı. Fotoğrafın künhüne vakıf olduğunda da çoktan iş işten geçmişti. Belki bu sefer, hadiselere daha yukarıdan, daha kuşatıcı bir perspektiften bakabilir. Bu bakış, hem Türk milletinin çağı ile hesaplaşmasını, gelecek çağlara pervaz etmesini mecburi istikamete dönüştürür; hem de şu ana kadar yaşananlardan ders alındığı gerçeğini ortaya çıkarır.
Geçen hafta yayıncıları tehdit eden yaz rehavetinden bahsetmiş, gündem sıkıntısı çekecek olan yazı işlerinin eften püften konulara balıklama atlayabileceğini ifade etmeye çalışmıştık. İç sayfalarda başlığa çıkamayacak kadar zayıf haberler bile tatil sezonunda birinci sayfa manşeti olabilir. Yaz tatili, bayram tatili, hatta hafta... Hepsinde de böyle risk yaşanır. Bir yandan yaz rehavetinin haber merkezlerine getirdiği yorgunluk, diğer taraftan aktif haber kaynaklarının sezona ara vermesi, manşet krizlerine sebep olur. O yüzden haber merkezleri içi boş, ancak gürültüsü çok polemiklere bel bağlayabilir...
Anlaşılan o ki yanılmışız; bu yaz, gündemin soğuyacağı falan yok. Ne parlamentonun çalışmalarına ara vermesi, ne ekonomideki yaz sükunetinin olması söz konusu bu yaz. ‘Transfer bombaları’yla yaz aylarını rutinleştiren spor medyası bile Milli Takım’ın yeni patronu Fatih Terim ve ekibi üzerinden yeni heyecanlar arayacak...
Bu yaz farklı. Her alanda değişik oluşumların nefesini ensesinde duyuyor, duyacak kamuoyu.
Birkaç gün önce Türkiye’nin en büyük özelleştirmesi (Telekom) gerçekleştirildi; üstelik beklenenden fazlası bir rakamla. Özelleştirmenin yapıldığı günün sabahında bir intihar bombacısı Adalet Bakanlığı binasına girmeye teşebbüs etti. Polis kurşunlarıyla can veren eylemcinin Başbakan Erdoğan’a da iki yıl önce aynı eylemi planladığı ve o günden beri arandığı ortaya çıktı. Eylem başarılı olsaydı, ‘Cumhuriyet tarihinin en büyük özelleştirmesi’ni iptal ettirmek isteyenler Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak zorunda kalmayacaktı belki de...
3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra Meclis’e sadece iki parti girmiş, bu durum ‘halk kavga istemiyor’ şeklinde yorumlanmıştı. Gerçekten de halk kavgacı gördüğü o günkü partilerin hepsini parlamento dışına itmişti. Muhalefet lideri Deniz Baykal o günlerde ‘müspet muhalefet’ kavramı üzerinde durdu. Hatta bu yolda adımlar atarak iktidar partisiyle ortak icraatlarda bulunmaktan da çekinmedi. Zor bir tercihti bu CHP için. Parti içinde huşunetiyle bilinen hizipler vardı. Baykal, akıllı bir politikayla sert demeçler vermeye bayılan bazı vekilleri sürdü cepheye. Arada bir kendisi de eleştiri hudutlarını zorladı; ancak sempatik muhalefet çizgisini genelde korudu. Tam bu ‘müspet’ tavrın meyvelerini toplayacakken Baykal, birbiri ardınca sert demeçler vermeye başladı. Deniz Bey’in üç yıldır kullanmadığı sert üslup adeta üç güne sığdı. Ne olduğunu anlamak mümkün değil...
YÖK başka bir hikâye. Kurumun bir önceki başkanı, adeta milli bütünlüğü bozacak, sosyal barışı tehlikeye atacak kadar kötü bir imajla anılıyordu. Erdoğan Teziç, YÖK’ün başına gelir gelmez makul demeçler verdi. Üniversitelerin kendi platformuna çekileceğine, siyasetten arındırılacağına dair ümitler bile yeşerdi. Geçen haftaki açıklamalara bakın; YÖK Başkanı adeta sokak kavgası yapıyormuşçasına hükümete efelenmekle meşgul. Üniversitelerimizin ilmî mahfillerdeki durumu iç açıcı olsa kimse gam yemez. Ne var ki üniversitelerimiz tel tel dökülüyor; başındaki kişi de aktif siyasetçileri aratmıyor. İşin daha üzücü yanı şu ki kavga çıkaran üst düzey bürokratların Cumhurbaşkanımız Sezer’e yakın olması halk nezdinde Çankaya’yı zor durumda bırakıyor...
Örnekler çoğaltılabilir ve rahatlıkla denebilir ki bu yaz gazeteciler için bir gündem sıkıntısı yaşanmayacak. Doğrudur. Şu anki veriler ve gelişmeler, bazı mihrakların yazın boş durmayacağını, olumsuz şartları değerlendirmek isteyeceğini, huzursuzluk çıkarmak için elinden geleni yapacağını ortaya koyuyor. Uluslararası şebekelerin taşeronluğunu yapan PKK’nın son aylardaki saldırıları bile boşuna değil. Pusu kurmak, asker öldürmek, trenlere saldırmak... Hangisinin yöre halkına zerre miktar faydası var? Maalesef hadise karışık, kimin, kimi, hangi maksatla kullandığı tam bilinemiyor...
Medya istikrarsızlığa çanak tutmamalı
İşte gazetecilik böyle günlerde daha bir anlam kazanır. Türkiye’yi karanlık bir geleceğe taşımak isteyen güruh, her kavramı istismar edebilir, her olayı değerlendirmek isteyebilir. Sabıkasında derin cinayetler olan taşeron örgütlerin kime hizmet ettiklerini kestirmek zordur zira. Böyle dönemlerde ‘sağcı’ sandığınız ‘solcu’, ‘dindar’ sandığınız ‘dinsiz’ çıkabilir perde arkasından.
Gözü dönmüş zümrelerin ‘Aman Türkiye yeni bir istikrarsızlık yaşamasın, yazık olur’ feryadına kulak vermesi düşünülemez. Onun gözünde asıl istikrar, istikrarsızlığın mütemadiyen sürüp gitmesidir. Kargaşa ortamı sürmeli ki statükonun onlara lütfettiği menfaat dikkat çekmemeli. Kaos ortamı oluşturmak için her yolu dener bu küçük ama etkili zümreler. Millî vicdanı tahrik edici senaryolar yazarlar, dinî hissiyatı galeyana getirici olaylar tertip ederler, rejim endişesi hasıl edecek kurgular bulurlar...
Türk medyası, 2001 krizi sonrası daha duyarlı, daha soğukkanlı, daha mantıklı ve sorumlu bir rota çizdi kendine. Her tahrike boyun eğmedi, her tertibe çanak tutmadı... Doğrusu da buydu. Ajanların pervasızca fink attığı bir ülkede medya soğukkanlı olmak, uyanık kalmak zorunda.
3 Ekim’de Avrupa Birliği müzakereleri başlıyor. AB’nin referandumlar sonrası yaşadığı deprem herkesin malumu. Türkiye’nin AB’ye üye olması, en azından bu yolda adım atıyor olması bazılarını endişeye, hatta korkuya sevk ediyor. Halkın ezici bir çoğunluğu AB üyeliğine hâlâ ‘evet’ diyor. Buna rağmen, birileri istiyor ki bu süreç sürpriz bir kararla Türkiye’nin önünü tıkasın. Oysa Türkiye, AB’li ya da AB’siz kendi reform sürecini hayata geçirmek istiyor. Müzakere tarihi yaklaştıkça Türkiye, AB’deki Türkiye karşıtları ile Türkiye’deki AB karşıtları arasına sıkışacak. Çünkü her iki cephede de Türkiye’nin üyeliğinden derin endişe duyanlar var. Üstelik bu topluluklar arasında fikrî bir akrabalık da söz konusu.
Potansiyel gerilim kuşağı, yakın gelecekte hangi senaryo ile Türkiye’nin karşısına çıkar; bu hâlâ bilinmiyor. Bilinen tek şey, kapalı kapılar arkasında küresel ısınmayı çağrıştıran senaryoların montaj safhasında olduğudur...
Türk medyası geçmişte hep fırtınanın şiddetine boyun eğmek zorunda kaldı. Kendini hadiselerin bir parçası gibi gördüğü için büyük fotoğrafı da bir türlü yakalayamadı. Fotoğrafın künhüne vakıf olduğunda da çoktan iş işten geçmişti. Belki bu sefer, hadiselere daha yukarıdan, daha kuşatıcı bir perspektiften bakabilir. Bu bakış, hem Türk milletinin çağı ile hesaplaşmasını, gelecek çağlara pervaz etmesini mecburi istikamete dönüştürür; hem de şu ana kadar yaşananlardan ders alındığı gerçeğini ortaya çıkarır.
Tabii bütün bunların yapılabilmesi, yayıncıların gazetecilik aşkını tatil rehavetine mahkûm etmemesiyle başlar. Çünkü gazeteci uyusa da düşman uyumuyor...