Sel felaketinden sonra Sabah, iki gündür İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ı karalayan haberler yapıyor. Ertuğrul Özkök ise Topbaşı'ı savunuyor...
Abone olSel Felaketinin ardından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş aleyhinde haberler yapan Sabah Gazetesi, bugün'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a manşetten seslenerek, 'İstanbul'a el koyun' çağrısı yaptı.
Haberde Erdoğan'ın çok sevdiği kent olan İstanbul'u emanet ettiği Kadir Topbaş'ın görevi yürütemediğine dikkat çekerek, belediyeye el konulması isteniyor. Haberde "Halk, sizin kefil olduğunuz yönetime büyük umutlarla oy verdi. Aradan tam altı ay geçti. Bu kısa bir zaman değil... İstanbul için altı ay değil altı dakikanın bile önemi var. Ama ufukta, girmeyi hedeflediğimiz AB standartlarına yakışan, İstanbullu'yu heyecanlandıran, umutlandıran bir çaba, bir proje yok." deniliyor.
'HALK MEMNUN DEĞİL'
Haberde halkın düşüncelerine de yer verildiği belirtilerek, "Halk arasında, siyasi kulislerde, İstanbul'un layığıyla yönetilemediği çok net konuşuluyor.
Sayın Başbakan, İstanbul'un 'sessiz devrim'e ihtiyacı var. Bu şehir medeniyetler beşiğidir. Bu şehrin, Türkiye'nin adım attığı AB değerleriyle buluşması gerekiyor. Bunun için İstanbul'un size ihtiyacı var" deniliyor.
VERGİSİNİ VERMEYEN KONUŞMASIN
Sabah Gazetesi'nin iki gündür manşetten verdiği Topbaş'a destek Hürriyet Gazetesi GenelYayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ten geldi. "Sizi anlıyorum Sayın Başkan" diye başlayan köşe yazısında Özkök şunları yazıyor; "
1993 yılında Güneydoğu’da nevruz olayları patladığında ben Paris’teydim. Böylesine büyük olayların meydana geldiği gün görevinin başında bulunamamanın bir genel yayın yönetmeninin ruhunda ne fırtınalar yarattığını o gün yaşayarak öğrendim.‘Bu olayların meydana gelebileceğini tahmin edip buraya gelmemeliydim’ diye kendime çok da kızdım.
Son yağışlardan sonra bazı televizyon ve gazetelerde, Sao Paulo’da bulunan Kadir Topbaş’a yöneltilen eleştirileri ve daha da ileri gidilerek onunla dalga geçilmesini görünce, kendi başıma gelen bu olayı hatırladım.
Eminim Kadir Topbaş da benim hissettiklerimin daha fazlasını hissetmiştir.
Ama yağmur yağdı ve şehri su bastı diye, o sırada çok önceden programlanmış uluslararası toplantıya katılmış bir belediye başkanına yüklenmek meseleyi çözüyor mu?
Bütün samimiyetimle ifade edeyim ki, bunları, bir mesleki eleştiri çerçevesinde söylemiyorum.
Geçmişte biz de Hürriyet’te benzer bir yaklaşımda bulunmuştuk.
1990’lı yıllarda meşhur 1 Mayıs olaylarının patladığı gün Bursa’daki dişçisine giden İstanbul valisini eleştirmiştik.
Ama orada bir fark vardı.
Bir valinin, o gün olayların meydana gelebileceğini tahmin etmesi gerekirdi
Biz gazetecilerin şöyle yaygın bir görüşü vardır.
İnsanların öfkesinin burnundan geldiği günlerde bir ‘günah keçisi’ bulup onun üzerine yüklenmenin sakinleştirici bir etkisi olur.
Yani bu, okuyucunun hoşuna gider diye düşünürüz.
Bu tutum o tavrı takınan gazeteye veya televizyona prim de getirebiliyor.
GÜNAH KEÇİSİ
O bakımdan bir belediye başkanının da bu tür eleştirilere hazırlıklı olması gerekir.
Ama öfke anı geçip, iş sorunun temeline inmeye geldiği zaman, sorumluluğu bir belediye başkanının sırtına yıkıp işin içinden sıyrılmanın mümkün olmadığını görüyoruz.
İşte bu noktada medyaya büyük bir görev düşüyor.
Öfkeli günlerin sıcaklığı geçtikten sonra, popülist sloganları, günah keçisi dövmeyi bir tarafa bırakıp, bütün sorumluları ve nedenleri bulup çıkarmak gerekiyor.
Hemen bir uyarıda bulunayım.
Bunu yapmak cesaret ister.
Çünkü bazen okuyucunun bir bölümünün tepkisini çekmeyi, bazı rant yuvalarını bozmayı göze almak gerekiyor.
ZAVALLI VATANDAŞ
Şimdi size gözümüzün önünde yaşanan çok önemli bir çelişkiyi ve bir anlamda medya olarak ‘ikiyüzlülüğümüzü’ ortaya koyan bir başka olayı aktarmak istiyorum.
Büyük yağışın başladığı ve yolların tıkandığı gün İstanbul Belediyesi çok önemli bir işe başlıyordu.
Dere yataklarına kurulmuş kaçak yapıları yıkıp, ıslah çalışmalarını başlatacaktı.
Bu olaydan bir gün önce ve aynı gün bazı televizyon kanallarının, evi yıkılacak kişilerle ilgili yayınlarını izlediniz mi?
Görüntü şöyleydi:
‘Belediye zavallı vatandaşın evini yıkıyor...’
Oysa hepimiz biliyoruz ki, o evler yıkılmadıkça her yağışta oralarını sular basacak, birtakım insanlar ve çocukları hançerelerini yırtarcasına ‘Nerede bu devlet’ diye bağıracak.
Hepimiz biliyoruz ki, göreve çağırdıkları o devletin birinci görevinin, o evleri yıkmak olması gerekir.
Evet, bu şehrin altyapısı bir felaket.
Evet, devlet yıllardır bu sorunlara çare bulamadı.
Evet, belediyelerin sorumluluğu var.
Peki biz vatandaşlar?
Bizler, hepimiz olmasa da en azından büyük bir bölümümüz, masum muyuz?
Bu şehrin etrafını eciş bücüş kaçak yapılarla dolduranlar devletten mi emir almıştı?
Altyapısı, yolu, kanalizasyonu olmayan yerlere kaçak inşaatları çıkan, onunla da yetinmeyip ilk seçimde üç beş kat daha eklemek için demir filizlerini nöbetçi bırakan insanların hiç mi suçu yok?
Tek kuruş vergi ödemeyen, kapısının önüyle ilgilenmeyen insanların devleti göreve çağırmaya ne kadar hakkı olabilir?
EVET AMA
Evet devleti, yerel yönetimleri eleştirelim.
Görevlerini yapmaya davet edelim.
Ama bunu yaparken, insaf ölçülerini kaçırmayalım.
Bir de vatandaş olarak kendi sorumluluklarımızı unutmayalım...".