BIST 10.025
DOLAR 35,21
EURO 36,72
ALTIN 2.960,69
HABER /  GÜNCEL

Mahmut Övür'den bomba açıklamalar! Gülen'in elini öptü mü?

Sabah yazarı Mahmut Övür, internethaber.com sitesinden Hande Aydemir'e Fethullah Gülen ile görüşmesinden Drej Ali'nin düğün görüntülerne kadar pek çok konuda konuştu.

Abone ol

İNTERNETHABER.COM - ÖZEL İÇERİK

Son günlerde ismi Meral Akşener'e yönelik yazdığı yazı yüzünden çok sık gündeme gelen Sabah yazarı Mahmut Övür,  internethaber.com sitesinden Hande Aydemir'e konuştu.

handeaydemirtv@gmail.com
hande.aydemir@internethaber.com
@HandeAydemirTV


Övür, Aydemir'in sorularını bakın nasıl yanıtladı:

30 YIL ÖNCE ÖZGÜR GAZETECİLİK YAPILIYOR MUYDU?

Hande Aydemir: Mahmut Bey çok teşekkürler. 30 yıllık gazetecisiniz, 30 yıl öncesine ve şimdiyi karşılaştırınca, aradaki en büyük farklılık ne? Bazı gazeteciler diyor ki “biz özgür gazetecilik yapamıyoruz...” 30 yıl önce özgür gazetecilik yapılıyor muydu? Yoksa bu bugün mü gündeme geliyor?

Mahmut Övür: Bu tabi çok tartışmalı bir konu, çok partili hayattan beri bu tartışıldı. Çok egemen bir kesim var Türkiye'de, Kemalist, laik bir kesim. Medyayı da etkin bir şekilde onlar kullandı. 80'li yıllarda ben gazeteciliğe başladım. Ne demek bu, darbe dönemi... Darbe dönemini yaşamış bir insanım, oradaki korkuları, kaygıları, sansürleri yaşadık. Ama 70'lere baktığımızda çok farklı değildi. Bir sürü şeyi söyleyebilirsiniz Türkiye'de ama sınırları var.

Ben şimdi ile geçmişi kıyasladığımda şunu görüyorum: Türkiye'de çok temel tabular vardı. Kürt meselesi, komünizm meselesi ve tabii ki irtica. Bunların hepsine baktığımızda bu dönem herşeyi siyaseten konuşabileceğimiz bir dönem. Fakat kavga konuşmak üzerinden yürümüyor. Başka şeyler üzerinden yürüyor. Kavga irtica-laiklik üzerinden, Kürtçülük-Türkçülük üzerinden yürüyor. Değerler üzerinden yürüyor. Böyle olunca sanki hiç bir şey konuşulamıyormuş gibi geliyor. Hayır öyle değil, her şey konuşuluyor medyada. Ama siz iyi gazetecilik yapmıyorsanız, gazetenizin, televizyonunuzun temeli gazetecilik değil tamamen siyaseti maniple etmeniz üzerine kuruluysa, sistemin statükosunu korumak üzere kuruluysa tabi gazeteciliği iyi yapamazsınız.

 

H.A.: İyi gazetecilik yapmayan kimler var peki? Mesela Can Dündar iyi gazeteci miydi değil miydi?

 

M.Ö.: Böyle kişiler üzerinden yürürsek bir yere varamayız. Can Dündar'ı birileri iyi gazeteci olarak da görebilir. Benim şu an onu gördüğüm nokta onun operasyonel gazeteci olduğu. Gazetecilik nedir biliyor musunuz? Toplumun değişimini, toplumun değerlerini, toplumun beğenilerini dile getiren, bu ülkede yaşanan sıkıntıları dile getiren, önünü açan, bir şekilde yaşananları dile getiren bir rol üstlenmesi gerek. Fakat, Can Dündar'ın son dönemde üstelendiği rol, tamamen statükoya yönelik, mevcut iktidarı düşmanlaştıran bir roldü. Muhalif değil, eleştirel değil, bir başka kesime, bir yapıya hizmet eden gazetecilik yaptı. Yoksa tabii ki iktidarı da eleştirebilirsiniz, Cumhurbaşkanını da eleştirebilirsiniz. Ama yaptığınız role bakmak gerekir. Kalkacaksınız TIR operasyonu üzerinden iktidara vurmaya çalışacaksınız. Bu tamamen operasyon gazeteciliğidir. Başka izahı yok bunun. İyi gazetecilik örnekleri geçmişte vermiş midir? Vermiştir. Hepimiz geçmişte iyi örnekler verdik. Ama bugün üstelendiği role bakmak gerekir. Bu rol bence doğru bir rol değil.

CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN TÜRKİYE'NN
GELMİŞ GEÇMİŞ EN HOŞGÖRÜLÜ SİYASETÇİSİ

H.A.: Peki Cumhurbaşkanının gazetecilere olan yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz. Siz yakından da tanıyorsunuz Cumhurbaşkanını.

 

M.Ö.: Ben soldan gelen bir insanım, farklı bir insanım. Cumhurbaşkanını 90'lı yıllardan beri tanırım. Bir biçimde izlemeye çalıştım. Refah Partisi il başkanıyken de... Türkiye'deki gelmiş geçmiş siyasetçiler arasında, bakmayın sert filan diye çok eleştiriliyor ama, hoşgörülü, Türkiye'nin yürüyüşü açısından doğru bir yerde olduğunu düşünüyorum. Tabi gazetecilerle ile ilişkisi sırasında şöyle bir problem yaşanıyor. Belki de Rahmetli Özal'dan sonra en çok saldırılan, üzerine gelinen siyasi aktörlerden birisi. Haksız bir şekilde geliniyor. Kişiliği üzerinden, hakarete varacak kadar saldırılan bir siyasi aktör. O yüzden zaman zaman onun tepkilerinde de sertlikler görülebilir. Beğenmediğimiz hoşlanmadığımız tepkiler çıkabilir.

Ama bunu oluşturan, medyanın Tayyip Erdoğan'a bakışı. Bu bakış sağlıklı değil, hastalıklı bir bakış. Hakarete varan bir yaklaşım sergileniyor. Eleştiri filan değil. En basitini söyleyeyim, “muhtar bile olmazsın” demek... Ailesinden tutun da kendi pozisyonuna kadar hakaret edilen bir yaklaşım var. Bu gazetecilik değil, siyaset bile değil. Uçlarda marjinal bir grubu temsil edersiniz de hakaret edersiniz, orada bile yapılmaz. Gazetecilik tavrını aşan bir hakaret tavrı var. Bu patolojik bir durum. Bugün bile başkanlık sistemi üzerinden bir tartışma var. 2002'den beri de söylüyor “ben başkanlık tartışılsın istiyorum” diye. Fakat karşı taraf “diktatör” diyor “kendi için istiyor” diyor. İsteyebilir. Tartışalım diyor. Ben bunu şuna bağlıyorum. Tayyip Erdoğan 50'lerden beri yaşananları, Menderes'in başına gelenleri, Demirel'in başına gelenleri, Özal'ın başına gelenleri değerlendiriyor ve bir sonuç çıkarmış. Dik durmak gerekiyor. Dikleşmeden dik durmak diye kendisi de sloganlaştırmış. Sistemin azgın azınlıkları arasında dik durada bu noktaya gelmiş. Medyaya boyun eğmedi.

 

H.A.: Türk halkı bunu sevmiş olabilir mi?

 

M.Ö.: Türk halkı işareti zaten 1950'de vermişti. Türk halkı sokağa değil sandığa dökülen bir halk. O kadar otoriterliğe rağmen sandığa gidiyor ve 1950'den sonra üç seçim “ben benim önümü açan siyasetçi istiyorum” diyor. Bunu adam gibi savunur. Türkiye'nin problemi, vesayetçi rejimi değiştirmeye yönelik siyasi aktörlerdeki zaafiyet. Tayyip Erdoğan bunu değiştirdi. Askeri vesayetçi rejim karşısındaki korku duvarını yıktı. Türk halkı zaten bunu arıyordu. Bunu yaptığı için sevmedi, Türk halkı bunu arıyordu zaten. Bunu aradığı için 2002'de “Muhtar olamaz” denilen adama o kadar oy verdi.

 

H.A.: Sizin söylediklerinizden şöyle bir şey çıkar mı? Türkiye Recep Tayyip Erdoğan ile kendini buldu.

 

M.Ö.: Ben bunu siyasette normalleşme diye anıyorum. Zaten arayışı var, Menderes'i, Demirel'i... Bakın 60 darbesi olmuş, o hareketin üç önemli ismi idam ediliyor. 5 yıl sonra % 52 oy ile Demirel'i seçiyor. Meydan okuyor halk, sen darbe de yapsan, sistemini silahlı kuvvetlerle de kursan ben oyumu vereceğim diyor. Meydan okumadır bu. Bunun sol versiyonu da var. Sene 1973. Bülent Ecevit 12 Mart Askeri Muhtırasına karşı çıkıyor. İsmet Paşa'ya meydan okuyor. CHP'nin başına geçiyor. Halk onu birinci parti yaptı. 77'de % 41 destek verdi. Halk şunu diyor beni kıskaca alan, önümü kapatan, sistemi değiştir diyor kime diyor siyasi aktörlere diyor. Ama ne yazık ki Ecevit de dahil bunu değiştirmeyi beceren bir siyasi aktör çıkmadı. Aradığını halk 2002'den sonra Tayyip Erdoğan'da buldu. Tayyip Erdoğan'da kendini buldu, aradığını buldu. O zaman da bir değil, belki 5-6 farklı gücün saldırısı altındaydı. Darbe girişimlerini hatırlayın. 2006 kaos'u hatırlayın, 2007'deki 367 garabetini hatırlayın, 2008'de bu hareketin partisi kapatılmaya kalkıldı. Peki şimdi bir tek Türk vatandaşı ya da aklı selim bir siyasi analizci şunu söyleyebilir mi o kapatılmada inanılmaz haklı gerekçeler vardı diyebilir mi? Yok öyle bir şey. O parti %47 oy almış bir parti. Bunu bugün Erdoğan'a karşı duranlar, liberalinden, solcusundan, merkez medyasına, cemaatçisine kadar, hepsi düşünsünler. Bu neydi diye. Bu bir tezgahtı. Şimdi bu tezgahı toplum görmüyor mu? Türkiye toplumu medyanın da siyasetin de önünde. Ne yapacağını biliyor. Herşeye rağmen Tayyip Erdoğan'a destek veriyor. 14 parti, hatta sonradan iki de sol parti eklendi. 16 parti birleşip Cumhurbaşkanlığı seçiminde ittifak yaptı. İçeriden dışarıdan tüm medyanın desteklediği bir kişi... Ne oldu? Halka rağmen bir iş yapamazsınız. Ne oldu % 52 ile cumhurbaşkanı seçildi.

 

HERKES CHP GENEL BAŞKANI OLABİLİR ÖNEMLİ OLAN
TÜRKİYE'YE LİDER OLABİLMEK

H.A.: Peki Ana muhalefet partisinin bir lidere ihtiyacı var mı sizce yoksa Kemal Kılıçdaroğlu yönetebiliyor mu partiyi?

 

M.Ö.: O konuda şunu söyleyeyim. Cumhuriyet halk partisinin lidere ihtiyacı var tabi ama bir genel başkan problemi yok. Orada herkes genel başkan olabilir. CHP'nin ihtiyacı CHP'yi iktidar yapacak bir aktördür. CHP'nin lidere değil CHP'nin başındayken Türkiye'nin lideri olacak adama ihtiyacı var. Yoksa herkes genel başkan olur. Deniz Baykal'ı 18 yıl yerinden kimse kıpırdatamadı. Her türlü tezgahı çekti, tüzük kurultayları filan. Delege sistemi, parti içi demokrasi... Parti içi demokrasi bir işe yaramıyor ki, başka vasıtalarla değiştiriyorsun. Şimdi Kemal bey'i kimse yerinden oynatamıyor. Çünkü öyle bir sistem kurulmuş ki... 4-5 aday çıktı son kurultayda, hiç birisi 128 imza alamadı.

TÜRKİYE NORMALLEŞEMİYORSA BUNUN SEBEBİ
MUHALEFET SENDROMU YAŞIYOR OLMASI

Böyle bir kısır döngüye dönen bir parti, velev ki bunu aştılar, biri genel başkan oldu. Mesele genel başkan olmak değil ki, Türkiye'ye başbakan olmak, iktidar olmak. 65 yıldır CHP iktidar olamıyor. Bunu değiştirmek lazım. Bunu değiştirecek, sosyal demokrat, ya da demokrat bir siyaset üretebilecek bir CHP'ye ihtiyaç var. İsmi de önemli değil, CHP olmak zorunda da değil. O kanadı temsil ediyorum diyen CHP ama etmiyor. Yine de Türkiye'nin demokrasiyi derinleştirecek, iktidara yol haritası olabilecek bir muhalefete ihtiyacı var. Türkiye bugün normalleşemiyorsa bunun sebebi muhalefet sendromu yaşamasındandır.

Muhalefetin siyaset üretemiyor olmasından dolayı normalleşemiyor. Türkiye'de sıkıntılar yaşıyor. Türkiye'nin çok derin sıkıntıları var. Yanı başında Irak altüst oluyor. Yüzyıl sonra sınırlar değişiyor, ama Türkiye'de muhalefet ile iktidar arasında bir kavga var, ortak bir zemin kurulamıyor. Türkiye en temel meselesini Kürt meselesini çözmeye çalışıyor, muhalefet buna blok halinde karşı çıkıyor. Türkiye dindarlar meselesini çözmeye çalışıyor 411 el kaosa kalktı diye muhalefetin merkez medyası meydan okuyor. Böyle bir ortamdan demokrasi çıkmıyor. Sonra da şikayet ediyorlar. Çözüm üretmek için iktidarı düşmanlaştırmak gerekmiyor. Siz düşmanlaştırıyorsunuz. İktidarın eksiği, hatası mutlaka vardır. Eleştirirsiniz tabi ama onun üzerine bir şey koyarsanız halk sizi tercih eder. Bizim sıkıntımız o. CHP'de bunu yapabilecek bir lider, CHP'yi iktidar yapar işte.

17-25 ARALIK EN SİNSİ EN HAİN DARBEYDİ

H.A.: 17-25 aralık sizce bir darbe miydi?

 

M.Ö.: Geçmişte çok darbeler, askeri müdahaleler gördük. Ama bu kadar sinsi, bu kadar hain bir darbeyi hiç bir ülke yaşamamıştır. Bu belki de küresel çağa uygun bir darbe modeliydi. Bu kadar ağır bir saldırının olduğu bir dönemi ben hiç görmedim. Çok sinsice hazırlanmış bir yapı, ki ben bu yapıyı sadece son dönemde ortaya çıkmış bir yapı olarak görmüyorum. Bu yap 60'larda ortaya çıkmış. O günden bugüne yapılmış bir hazırlık olduğunu düşünüyorum. Cemaat dediğimiz şey sadece dindarlardan oluşan bir topluluk değilmiş. Öyle inandırıldık bir dönem. Ama çok farklı bir siyasi örgütlenmenin Türkiye içindeki uzantısı.

 

H.A.: Aslında Böyle inandırıldık diye söyleyen ilk kişi değilsiniz. Bir çok kişi yanıldığını, kandırıldığını söylüyor. Bu yapılanma aslında uzun süredir olan bir yapılanma. Eğitimde olsun, koruma alanında olsun, bunu nasıl görmüyorsunuz nasıl hissetiyorsunuz? Yanınızdaki kişi cemaatçiyse onun nasıl hareket ettiğini bilemiyor musunuz? Nasıl fark edemedi kimse?

M.Ö.: Cemaat hikayesi biraz Türkiye'ye özgü, dünyada çok da örneği olmayan bir yapı. Pakistan'da buna benzer bir ama zayıf kalan bir yapı var. Bunun dışında dünyada böylesine dindarlıkla tarikat yapısı üzerinden ortaya çıkmış, sonra devleti ele geçirmeye yönelen bir yapı yok. Cemaatler var, Amerika'da Moon tarikatı var. Eğitime filan yöneliyorlar ama onlar daha çok siyaseti dizayn etmek, devleti ele geçirmek gibi bir misyon üstlenmiş değil. Bu bize özgü bir şey. Ben bunun bu bölgeyi, sadece Türkiye'yi değil Türkiye'nin çevresini de dizayn etmenin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Yeşil kuşak dediğimiz, 70'lerde başlayan, ABD eksenli bir projenin parçası olduğunu düşünüyorum. Fakat bizi yanılgıya götüren şey Türkiye'deki vesayetçi sistem. Şimdi herşeyi buraya bağlıyorsun diyeceksiniz ama ister istemez oraya bağlanıyor. Bu yapı şöyle bir şey. Türkiye'yi bazı korkularla korkutarak idare etmeye çalıştı. Bölücülük ile korkutmaya çalıştı mesela. Kürtlerin kimlik haklarını ihlal ederek, Kürtleri aşağılayarak yönetmeye çalıştı. 28 Şubat sürecini düşünün. Bir okuldaki bir olayı, dindarların bir toplantısını bize şeriat geliyor gibi sundu. Şeriatla toplumu korkutmaya ve çatışma üzerinden ülkeyi idare etmeye çalıştılar. Dindar-laik çatışması, Kürt-Türk çatışması. Bu orada mesela dindarlar içindeki farklı örgütlenmeleri görmemizi engelledi. Biz herkesi ötekileştiren bu yapının, Fethullah Gülen hareketini de ötekileştirdiğini düşündüğümüz için ister istemez sahip çıktık. Bunlar kendi dinini yaşamak isteyen insanlar dedik. Ulusalcılar bunu söyledi. Türkiye'de ulusalcılar Gülen'in sinsi bir şekilde devleti ele geçirme planı olduğunu söyledi. Ama inanmadık. Niye? O kadar çok yalan söyledi ki ulusalcılar bu güne kadar. Bize “bu tarikat devleti ele geçimek istiyor” Bunu dediler ama her tarikat için diyorlardı zaten. Biz de buna inanmadık. Halbuki onu doğru söylüyorlarmış. Ama namaz kılanı bile şeriatçı göstermeye çalıştıkları için buna inanmadık. İnanmadığımız için de arka planını görmedik. Dindarlar, eğitimle uğraşan, dünyaya açık... Hatta laik kesim islamda reform bekliyor. Bunu da uygulayacak bir hareket gözüyle baktık. Dinde reform yapacak Kalvinistler diye baktık. Bu hareketin devletin kılcal damarlarına girdiğini, yargının ve polisin içine sızdığını hatta askerin yüzde 15'ini ele geçirdiğini sonradan gördük. Daha önceden görenler vardı ama aşırı yapı bize bunu görmeyi engellemişti. Biz gördüğümüz zaman da iş işten geçmişti. Allahtan yine Tayyip Erdoğan erken farketti diye düşünüyorum.

TAYYİP ERDOĞAN CEMAATİN FAALİYETLERİNİ
ALLAHTAN ERKEN FARKETTİ

 

H.A.: Erken farketti?

 

M.Ö.: Tabiii... Onların, kendi planı başkaydı. Çok daha güçlü hale geldiğinde darbe yapacaklardı.

ERDOĞAN'I YENEBİLİRSİNİZ AMA CEMAATİ YENEMEZSİNİZ  

H.A.: Terör örgütü derken bizim aklımıza hep PKK geliyordu. Biz de 30 yıldır PKK ile mücadele ediyorduk. Sizce Cemaat bir terör örgütü müdür?

 

M.Ö.: Burada tabi milli güvenlik konsepti açısından baktığınızda tanımı böyle. Klasik anlamda şiddet uygulayan, bomba koyan filan örgüt terör örgütü. Ama bu çok daha tehlikeli bir yapı. Terörden daha tehlikeli bir yapı. Sizi içeriden tahrip ediyor. Kılık değiştirerek yapıyor. Terör örgütü hiç olmazsa açıkça, mertçe ortaya çıkıyor. Bir yerlere bomba atıyor. Ama bu bizim zihnimizi bombalıyor. Ruhumuzu kirletiyor. Toplumun hafızasını yok ediyor. Biz henüz bunun da farkında değiliz bence. Ne Ak Parti farkında bence ne ülkeyi yönetenlerin önemli bir kısmı farkında. Cumhurbaşkanı Erdoğan olmasa var ya, bu mücadele inanılmaz zaafa uğrar. AK Parti dışındaki güçlerin hepsi de CHP başta, vesayetçi yapının oluşturduğu ortam nedeniyle... Bakın herşey ortaya çıkmış, ona rağmen bu yapıyla kirli ilişkiler kuruyorlar. Bundan daha vahim bir şey olamaz. Cumhuriyet gazetesi diyelim... Bu kadar insanları dinleyen, siyasete giren, CHP'de genel başkanı deviren, MHP'de 12 siyasi aktörü saf dışı bırakan, kirli yollar kullanan, 10 binlerce insanı dinleyen bir yapı... Nasıl bununla ilişki kurarsın? Niye? AK parti ve Erdoğan düşmanlığından. Siz kalkacaksınız, siyasetle gelen AK Partiye karşı bunu yapıyorsunuz. Ak Partiyi yenersiniz, sandıkla geldi çünkü, Cemaati yenemezsiniz. Cemaat sizi mahveder. Yargıya girmiş. Bir canlı bomba ne yapıyor? Bombayı üzerine alıyor patlatıyor kendini. Bir hakim ne yapıyor. Hukuku patlatıyor. İnanılmaz bir şey. 2 hakim çıktı, hiç bir hukuku dinlemeden, 75 kişiyi yetkisi olmadığı halde salıvermeye kalktı. Bu canlı bomba işte. Daha tehlikeli. Aynısını poliste yapıyor. Bu ülkeye ihanetten başka bir şey değil.

 

GÜLEN CEMAATİ CIA TARAFINDAN ÖRGÜTLENMİŞ BİR YAPI

H.A.: Türkiye'ye bir yara açmış olabilir mi Hükümet ve Cemaat kavgası?

 

M.Ö.: Halen açıyor. Türkiye'nin dünyadaki prestijini zedeliyor. Her Türk vatandaşı, CHP'lisi, solcusu şunu düşünmelidir: Bu yapı, Türkiye'ye düşman. Sadece AK partinin imajını sarsmıyor, Türkiye'nin imajını sarsıyor. Bugün ABD'de düne kadar emperyalizme karşı çıkanların bugün ABD'nin AK Parti karşıtlığı üzerinden tavrına onay vermeleri bir utanç belgesidir. Ona da yol açan Cemaattir. Bir ABD örgütlenmesidir Cemaat.

Gülen 1971 yılında Vehbi Koç ile birlikte Vehbi Koç'un villasında yemek yiyor. Nerede? İstanbul'da. Sene kaç? 1971. Kimle? MİT Müsteşarı Fuat Doğu ile. Yemeği ayarlayan bu. O zamanın MİT'i nedir? Fuat Doğu kim? Asker. Peki o dönem durum ne CIA ile ilişkili. Çok açık, Türkiye'de CIA cirit atıyor. Gülen'in ne işi var Vehbi Koç ve Fuat Doğu ile? Çok enteresan. Gülen Komünizm ile Mücadele Derneği başkanı, ya da yönetim kurulu üyesi. Erzurum'da. Bu enteresan bir ilişki. Böyle bir ilişkiyi ben... Bu ilişki bana şunu gösteriyor. Gülen Hareketi seçilmiş bir hareket. Daha 60'lı yıllardan itibaren örgütlendi ve CIA örgütledi diye düşünüyorum. Benim görüşüm bu. Bunun temeli de o yemekte atıldı.

KORU, CEMAATİ GÜNAHSIZ HALE GETİRİYOR
BU İNANILMAZ BİR ŞEY

H.A.: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Fehmi Koru'u Gülen'in yanına elçi olarak yolladı o da bir mektupla döndü. Ama dönerken, zaten Gülen yapacağını yapmıştı. Koru kandırıldığını düşünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

 

M.Ö.: Koru'nun kitabını da okudum, tabi Koru belki de iyi niyetle dindarların “kol kırılır yen içinde kalır” mantığının yansıması bu... Neredeyse Cemaati günahsız hale getiriyor. Birileri yönetiyor cemaati ama onlar bile bunun farkında değiller noktasında. Bu inanılmaz bir şey. Ne cemaat için ne Gülen için geçerli bu. Hatta şunu bile söylüyorlar. Gülen'e danışmanları yanlış bilgi veriyor diyorlar. Hayır. Hikayenin özü Fethullah Gülen. Ben iki kez görüştüm Gülen ile.

GÜLEN İLE 2013'DE GÖRÜŞTÜM! DÖNÜNCE
DOSTLARIMA DURUM İYİ DEĞİL DEDİM

H.A.: En son ne zaman görüştünüz ?

 

M.Ö.: 2009'da da görüştüm. En son 2013'de görüştüm. Hatta döndükten sonra da durum iyi değil, tehlikeye gidiyoruz dedim. Haa ne var, off-the-record diye o konuşmaları fazla vermedik. Aslında biliniyordu, benim vermeme gerek kalmadı çünkü daha fazlası da çıktı ortaya. Tüm hikayenin ana kahramanı zaten Gülen. Danışmanlar filan değil. Başlatan da geliştiren de stratejiyi çizen de ne olup bittiğini biçimlendiren de Gülen. Gülen'i de birileri yönetiyor, istemeden oluyor. Hayır. Gönüllü olabilir. Tamam olabilir. Birileri dayatarak hiç kimseye hiç bir şey yaptıramaz. Kendinizin istemesi lazım. O istemeden ne ABD ne de başkası bir şey yaptırabilir. O örgüt kendi isteğiyle yapıyor.

 

FETHULLAH GÜLEN İLE KONUŞMAMIZ
"OFF-THE-RECORD" OLDUĞU İÇİN YAZAMADIM

H.A.: Siz en son gidip gördüğünüzde farketmişsiniz zaten. Ama olayı nasıl okudunuz ve nasıl lanse ettiniz?

 

M.Ö.: Lanse edemedim. Off-the-record bir konuşmaydı. 4-5 gazeteci vardı. Ben şu duyguyu yaşadım. Durum tehlikeli, açık savaşa doğru gidiyor. Bunu da ilettim kendi dostlarıma. Ülkenin buna hazırlanması gerektiğini düşündüm ve dostlarımı uyardım. Ama bir gazeteci olarak şöyle bir handikapla karşı karşıyayız. Her zaman yaşarız bunu, bir haber kaynağınızla ilişki kurduğunuzda bir söz vermiş oluyorsunuz. Off-the-record denilen bir gelenek var, yapacak bir şey yok.

 

H.A.: Gazeteci off-the-record denildiğinde gerçekten yazmaz mı?

 

M.Ö.: Yazarsanız gazeteci olamazsınız. Güven üzerine kurulu bir sistem gazetecilik. Bu Türkiye'de bilinmiyor. Güven veren gazeteci var mı yok? Problem o zaten. Türkiye'de gazeteci yalan yazar. Asparagas yapar. Bu toplumda da böyle. Ben Nokta'ya girdiğim zaman vatandaş şunu söylüyordu, haftalık bir dergi olan Nokta'yı okumayan kesim üstelik, Noktacı sen bu tarafa geç diyordu. Ona inanıyor diğer gazetelerden ayırıyordu. Bizim zaten problemimiz güven meselesi, gazeteci insandan beslenir, eğer güven vermezseniz bir daha beslenemezsiniz. Gazetecilere zaten güven duymuyor toplum. Okuma yazma bilmiyor da ondan... Hayır. Sen güven yaratacak bir gazete yapmıyorsun. Sen halkın duygu dünyası ile örtüşen bir gazetecilik yapmıyorsun, sen ona tepeden bakıyorsun, güven vermemişsin, ona yön vermeye çalışıyorsun, o da gazeteyi okumuyor. Tamam eğitim meselesinde sıkıntımız var ama bu kadar da değil. 79 milyonluk ülkede 300 bin satan gazeteler var. Böyle bir şey olur mu? Komedi bu. Biraz da kendimize bakmamız lazım. Ben onu şuna bağlıyorum.

Biz hep devlet beslemesi bir gazetecilikten geliyoruz. Vesayetçi bir rejimden geldiğimiz için, sınırları aşamazsın, hassas mevzulara dokunamazsın. Kürt meselesine Kürt diyemezdik düne kadar. Kürt meselesinde gazetecilik yapmış bir gazete mi var? Yok! Gazeteci toplumunun meselelerine parmak basmalı. Biz Kürt meselesine duyarlılık gösteren bir gazetecilik gördük mü? Görmedik! Gazeteciliği yaparken kurallara uyarak yapmak lazım. Off-the-record da verilen sözün tutulacağına sadık kalmaktır.

GÜLEN'DEN ÖZÜR DİLEDİ, ELİNİ ÖPTÜ DİYE YAZDILAR
NEDEN ÖZÜR DİLEYEYİM

M.Ö.: Gülen'den özür diledi diye bir şey yazdılar mesela. 2009'da gidip görüştüğümde, Mahmut Övür, 99'da Gülen kasedini yayımladığı için Gülen'den özür dilemeye gitti, elini öptü diye yazdılar. Tamamen yalan. Ben kendi yaşadığımı biliyorum. Ne özür dileyeceğim. Yayını ben yapmadım. 99'da yayını yapan Ali Kırca. Gülen devleti ele geçirmek için talimatlar veriyor. Oradan geldikten sonra böyle yazılar çıktı. Özür dilemeye gitmedim ben, inanılmaz da saygı gördüm. Hiç de öyle el öpme filan yok. Özür dileme yok, yayını ben yapmadım ki. Ayşenur Arslan o zaman haber koordinatörüydü o da çıkıp bir kere söylemedi, Mahmut Övür'ün alakası yok demediler.

H.A.: Siz söylemediniz mi peki, arayıp Ayşenur söyle demediniz mi?

M.Ö.: Ben yazı yazdım köşemde. Ali Kırca çık açıkla diye. Niye özür dileyeyim, niye el öpeyim diye. Ben gazeteciyim soru sormaya gittim, hatta bir kısım cemaatçi de rahatsız oldu benim sorularımdan. Ayşenur Arslan'a gelince insan çıkar söyler. Benim hakkımda bunları yazan, kim bilir siyasetçiler için neler yazar, sıradan insan için neler yazar. Bunun neresine güvensin halk. Bu medyanın değişmesi lazım.

MEDYA TÜRKİYE'DE SİYASETÇİYİ İTİBARSIZLAŞTIRIYOR

H.A.: Medyadaki oluşumdan bahsedelim. Merkez medyası ve havuz medyası diye ikiye ayrıldı. Ve baktık ki önceden söylenirdi bu, Emin Çölaşanlaşma diye bir kalıp vardır. Sert kalem, tetikçi... Bu konuyla ilgili ne söyleyebilirsiniz?

 

M.Ö.: Türkiye'de medya doğal olarak siyasetin açtığı alana göre şekilleniyor. Medya öncülük yapsın diye bir şey yok. Medya bazı şeyleri gösterir. Oradan sonuç çıkaracak olan siyasettir. Bizim medyamız da aydınımız da buna inanmıyor. Bizim medya siyaseti itibarsızlaştırıyor, siyasetçilere karşı da en saldırgan olan medyadır. Güç sahiplerine, orduya, ülkeyi yönetenlere sesi çıkmaz ama siyasetçiye meydan okur. Böyle bir yapıda medyamız var. Havuz medyası, merkez medya... Bence iki medya var. Biri dönüşüme açık, diğeri statükocu medya. Kavga buradan kaynaklanıyor. Bir kesim medya diyor ki biz dönüşüme açığız, bu dönüşüme ayak uyduracağız, eksiğimiz gediğimiz var, gazetecilik yapmakta sıkıntılarımız var, kimi hükümete yakındır, kimi daha yakındır... Bunlar farketmez. Değişimci ve dönüşümcü medya... Öteki tarafta diyorki bu sistem değişmez. Hele bu sistemi Tayyip Erdoğan değiştiremez. Ben değiştirsem olurdu ama Tayyip Erdoğan değiştiremez. Böyle bir kavga var. Bu kavgayı da kişiselleştirecek boyuta getirmişler. Neredeyse Aydın Doğan medyası... Böyle bir iş adamı olur mu? Siyasetle kavga ediyor. Eleştirebilirsin. Eleştiri getirme, öneri getirme, bir partiyi tutma hakkınız var. CHP'yi de destekleyebilirsin. Ama eleştiriyi yaparken düşmanlık yapmazsın. Bunun olmaması lazım.

ÖZKÖK O KADAR İSTİYORSA AYDIN DOĞAN'A GİTSİN
BİZ NİYE SİYASETLE KAVGA EDİYORUZ DESİN

H.A.: Aydın Doğan ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan iki saat karşılıklı otursalar halledemeyecekleri bir konu yok dedi Ertuğrul Özkök. Buna katılır mısınız?

 

M.Ö.: Özkök bunu yapsın o zaman, o kadar zor bir şey değil ki, patronu ile gitsin konuşsun. Niye biz siyasetle kavga ediyoruz desin. Bu yeni değil ki dün de yaptılar. Tansu Çiller'i, Mesut Yılmaz'ı... Bu kavgaları hatırlamıyor değiliz ki. TÜSİAD'çı, statükocu bir siyaset var. Bu çıkar çatışması. Hiçbir şey görüldüğü gibi değil. Bir çıkar meselesi. Güç meselesi, ülkeyi yönetme meselesi. Özkök ile Erdoğan tartışıyor değil bu. Bu Özkök'ün temsil ettiği güç ile Erdoğan'ın temsil ettiği gücün çatışması. Bu dindarlar meselesinde de böyle. İslamofobi de böyle. Bu bir çıkar kavgası. Sen islamofobi dersin ama bir marksistin sözü vardı. Eğer bu petrol bölgesinde budistler olsaydı budizmfobi olurdu. Türkiye'deki Aydın Doğan'ın temsil ettiği yapı siyasete yön vermek istiyor ama veremiyor. Kavga bundan çıkıyor. Bu kavgada durdukları yer, sınırları çizilmiş, kapalı, dünyaya açılmayan bir Türkiye, eski Türkiye. Onun kavgasını veriyorlar. Tayyip Erdoğan da tam tersine Türkiye'nin bütün renklerinin ortaya çıkmasını, Kürdünün Kürt olarak, dindarların dindar, laiklerin laik olarak çıkasından yana. Laiklik konusundaki son açıklaması çok net olduğu halde hiç oralı olmuyorlar. Habire laiklik üzerinden kavga çıkarmaya çalışıyorlar. 78 milyonluk bir toplumda... Ak Parti bir kitle partisi 28 milyon oy aldı. İçindekilerin bir kısmı farklı düşünebilir. Ama oradan cımbızla birini yakalayıp hemen bir anti laik propaganda geliştirmeye çalışıyorlar. Bu ülkeye zarar. Buradan devşiremediklerini görmeleri gerekiyor. Doğan'ın da Özkök'ün de görmesi gereken, 11 seçimdir hep kaybettiler. Yeter artık. Siyasete saygı göstereceksiniz, siyasete itibar kazandıracaksınız, siyasetle gelip gidecekler. Onu katılımcı bir demokrasiye dönüştürmek sonraki iş. Siz siyasetin itibar kazanmasına inanacaksınız, sonra katılımcı demokrasiyi geliştireceksiniz.

Türkiye toplumu artık eskisi gibi değil, her konuda söz söyleyen bir toplum. Bu kavgalar yüzünden katılım geri plana düşüyor. Türkiye temel meseleleriyle köklü dönüşüm sağlayacak meselelerini siyasi dar tartışmalar yüzünden erteliyor. Biz inovasyon alanında hiç bir şey konuşamıyorduk, bürokrasinin aldığı hali konuşamıyorduk, eğitimde neden derin reformlar yapamıyorduk? Kısır döngüden çıkamıyorduk. Niye, dön baba dön, laiklik, antilaiklik... Bunu bilinçli yaptılar. Buradan çıkmamız istenmedi

DAVUTOĞLU İLE AK PARTİ BİR DENEME YAPTI AMA TUTMADI

H.A.: Ahmet Davutoğlu neden gitti peki? Başarısız mı oldu?

 

M.Ö.: Erdoğan Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi siyasetçisi. Siyasetin gidişatını iyi gören, ona uygun davranabilen bir siyasetçi. AK Parti bir deneme yaşadı. Cumhurbaşkanını halk seçti, sistem ucube bir hale geldi. Parlamenter midir, yarı başkanlık mıdır, belli değil. Bu değişmeliydi, ki aslında değişti. 2007'deki 367 garabeti bunu değiştirdi. Tayyip Erdoğan filan değil. Kendileri tezgah kurdular, o tezgaha kendileri düştüler. Cumhurbaşkanı'nı halk seçiyor. Buna uygun bir siyasi sistem oluşmak zorunda. Burada Davutoğlu ile Tayyip Erdoğan bu yeni sistemin denemesini yaptılar. Olmadı. Olmayabilir, illa olacak diye bir kural yok. Ne denediler? Siyasetin merkezi artık cumhurbaşkanı. Başbakan değil. Ama siz merkez başbakanlık gibi davranırsanız bu iş yürümez. Niye Cumhurbaşkanı? Çünkü Türkiye bu noktaya geldi. İşler gecikir uygun davranılmazsa. Bir sürü atama bekleniliyor. Müsteşarlar atanamamış, valiler atanamamış... Daha derin siyasi kırılmalara da yol açabilir. Davutoğlu ayrıldı. Gönüllü ya da gönülsüz. Kendisi de rıza ile gitmediğini söylüyor. Ama sonuçta gitti ve siyaset tarihinde ilk defa sorunsuz bir şekilde halledildi. İlçe başkanlıklarının değişiminin bile kavgayla olduğu bir ülkede bir başbakan değişimi sessiz sedasız halledildi. Bu demokrasiye aykırıdır deniliyor. Hayır, demokrasiye aykırıysa muhattap olanlar cevap verir. Size ne oluyor. Mesele şu bunu sessiz sedasız halletmek siyasetin başarısıdır. Bu önemli bir başarı. Arkasında halk desteği olan siyasi aktörün karşısında kimse konuşamaz.

 

HERŞEYİ KARIŞTIRMAYIN! GÜL İLE ERDOĞAN AYNI DEĞİL

H.A.: Siyasi başarı değil de aslında Recep Tayyip Erdoğan'ın başarısı mıdır? Cumhurbaşkanı Gül iken aynı tavrı Başbakan Erdoğan'a gösterseydi.

 

M.Ö.: Herşeyi karıştırmayın. Düz mantık ile giderseniz tabi böyle birbirine benzetilir. ANAP ile AK Parti benzetmesi de yapılır. Hayır benzemezler. Bakın Abdullah Gül Meclisin seçtiği Cumhurbaşkanıdır. Meclisin seçtiği Cumhurbaşkanı ile halkın seçtiği arasında fark var. Tayyip Erdoğan geldi, kendisi istemediği için değil... Erdoğan'ı halk seçti. Seçilirken de söyledi ben sizin tarif ettiğiniz Cumhurbaşkanı olmayacağım. Halkın seçmesi bir devrimdi. Bu dönüşüme uygun bir siyasi yapıya gideceğiz. Bunu da şöyle çarpıtıyorlar: Rejim değişiyor. Hayır rejim değişmiyor, siyasi sistem değişiyor. Başkanlık, yarı başkanlık, parlamenter... Bunların hepsi demokratik sistemler, önemli olan iyi çalışmasını sağlamak. Ana Muhalefet lideri diyor ki, ABD başkanlık sistemi getirecekseniz buyrun getirin. Sonra ne diyor, iki sorum var eyalet sistemini istiyor musunuz? Cinliğe bak. Sabah söylediğini akşam inkar ediyor. Öneriyi getiren sensin. Madem varım diyorsun, Eyalet sistemini savunuyor musun buna sen cevap vereceksin. Binali Yıldırım ben varım dedi. Yine kaçtı. Tartışmak istemiyorlar.

Sistem değişirse vesayetçi konumları ele geçirme şansları tamamen bitecek. Onun için istemiyorlar. Halk egemen olacak halkta kim güçlüyse o gelecek. Ama bunlar istiyor ki halkta değil, bürokrasi de kim güçlüyse o gelsin. Bürokrasiyi yönetenler gelsin. 550 kişiyi yönetmek kolay, ama 78 milyonu yönetmek kolay değil.

 

H.A.: Binali Yıldırım için bu süreç nasıl geçecek peki?

 

M.Ö.: Binali Yıldırım çok uyumlu, icraatçi bir siyasi aktör ama bu sistemin ruhuna uygun, merkeze Cumhurbaşkanını alan bir yapıyı anayasal hale getirmesi gerek Türkiye'nin. Normalleşme için bu lazım. Uygun davranırsa Binali Yıldırım ile sürer. Uygun davranmazsa eşyanın tabiatı gereği ayıklanır.

ÇATLI'NIN KAMERAMANI, MAFYANIN GAZETECİSİ DEĞİLİM!

 

H.A.: Peki son dönemde bir de Çatlı meselesi var sizinle ilgili. Niye o kadar olay oldu.

 

M.Ö.: Bu konu ile ilgili çok yazı yazıldı. Özellikle demin söylediğimiz medya grubu iftira ve yalan üzerine çok şeyler söyledi. Çatlı 3 Kasım 1996'da o kazada öldükten sonra ilk haber alanlardan birisi benim. Bunu da Ali Kırca'ya söyledim, yayımlamadı o başka. Orada bir görüntü yayımlandı. Bunu ben bir düğünden almıştım. İki farklı düğün var. Bunun hikayesini bilmeyenler benim bir düğünden aldığımı sanıyorlar. O düğünün de Drej Ali'nin kardeşinin düğünü olduğunu, benim de oraya kameraman olarak gittiğimi düşünüyorlar. Bunlar yalan. Sen mafyanın parasını aldın, çekim yaptın, danışmanlığını yaptın demeye getirdiler. Oda TV'de, Soner Yalçın da, Tufan Türenç de... Bunların yalan olduğunu daha sonra Ayşenur Arslan da yazdı. Drej Ali de söylüyor. Para işi var mı yok diyor. Benim mafyadakilerle çok ölçülü bir ilişkim vardı. Güven üzerine kurulu, bana saygı duyarlardı. Bu görüntüleri yayımladıktan sonra bu tür şeylerin çıkma nedeni Drej Ali'nin beni tehdit etmesidir. Drej Ali gelip şunu söyledi: “Video çekmek için geldi.” Yalan tabi. Çünkü benim kardeşinin düğününde Kanal 6'nın kameramanı ile gidip çektiğim betacam görüntüler 8 dakikalık görüntüydü. Çatlı ile konuşmuşum. Senin görüntünü çekeceğim, o da itiraz etmemiş. Mikrofon uzatalım bir cümle söyle dedim. Hayır dedi. Ama görüntüsünü çektim. O kadar. Düğüne gideceksiniz, düğün kameramanı olacaksınız, 8 dakika görüntü çekeceksiniz. Olacak iş mi? Bilmiyorlar. Benim bir basın danışmanlığı hikayesi de sanırım şöyle bir şeyden kaynaklandı bunu yazmadım aslında, Ali Yasak, Drej Ali yani Aydınlık gazetesinde bir haber çıkmıştı, Aydınlıktan biriyle beni buluşturun konuşturun dedi. Görüştürdüğüm adam da Adnan Akfırat. Bunları görüştürdüm, ama ne konuştular bilmem. Mahmut onları görüştürdü. Evet görüştürdüm. Adamın bir derdi var. Adnan da benim arkadaşımdı. Ama ne konuştular bilmem. Bundan yola çıkarak mafyanın gazetecisi dediler.

H.A.: Yazılarınızdan dolayı tehdit ediliyor musunuz?

M.Ö.: Şu an mı yok.

H.A.: Daha öncesinde hiç tehdit aldınız mı?

M.Ö.: 90'lı yıllarda hem mafya ile hem Yeşil ile ilgili çok haber yaptım, çok yazı yazdım. Adliye koridorlarında yayımlandı. ATV'de. O zaman çok tehdit aldım. Genelkurmay'dan da çok tehdit aldım. Genelkurmay Irak'a bir ekip göndermiştik, niye bunu gönderiyorsunuz diye çok sert şeyler söylemişti. Tehdit dediğim açık açık hakaret ediyor.

H.A.: Nasıl korunuyorsunuz peki?

M.Ö.: Bir dönem polisle.... Ben vurulduktan sonra polis ile korundum. Özel bir korumam yok, dikkatli olmaya çalışıyorum sadece.