Fransa’nın geçmişte yaşanmış trajedi, soykırım, sömürü gibi hususları bir kenara iterek, gerektiğinde belli bir miktar da tazminat da ödeyerek Afrikalıların gönlünü almayı denediği meydanda.
Abone olFransız devlet aklının temel paradigması olan kolonyalizmin (sömürgecilik) modernleşme evresini tamamlayarak post-kolonyal bir hal alması anlaşılan o ki insanlık tarihi bakımından vahim bir sonuç doğurdu. Orta Afrika’daki sosyo-ekonomik varlığını koruma adına yerleştiği Ruanda’da Fransa bir milyon insanın katledilmesinin müsebbibi olarak tarihe geçti.
Siyasetçiler, entelektüeller, sanatçılar ve birçok sivil toplum örgütü arasında yıllardır süren Fransa içi ve dışı sert tartışmalar bugün belli bir noktaya ulaşmış durumda. Ruanda’da soykırım yapıldığı gerçeği ilk defa bir Fransız devlet başkanı tarafından yüksek sesle dillendirildi. Bunu izah etmeden önce kısaca Fransa’nın Ruanda ile ilişkisini ve akabinde yaşananları hatırlamakta fayda var.
Ruanda’da üç temel kabile etkin durumdaydı. Çoğunluğu elinde bulunduran Hutular, Tutsiler ve Pigmeler. Esasında ırk ve kültür olarak bir olan Ruandalılar, Batılıların bölgeye gelmesiyle siyasi ve sosyal olarak geri dönülemeyecek bir duruma itildiler. Burada 1890’da ilk koloni kuranlar Almanlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Belçikalılara verilen ülkede aynı milletten olmalarına rağmen kabile kültürüne kasten yüklenilen anlamlar sonucunda ülkede iç çatışma meydana getirildi. Öyle ki azınlıkta olan Tutsiler desteklendi. Onların daha seçkin, becerikli, fiziken güçlü ve güzel oldukları fikri aşılanarak azınlıkta olmalarına rağmen ülkede etkin duruma getirildiler. Çoğunlukta olan Hutulara ise ikinci sınıf insan muamelesi yapıldı. Elbette bunun sonucunda iki kabile arasında sosyo-kültürel ve sosyo-politik bakımdan derin ayrılıklar meydana geldi. Bu süreç İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etti. Bölgede egemen olan Belçikalılar ani bir değişiklikle bu sefer Hutuları destekleyip baskın olan Tutsilere karşı onları kışkırttılar. Akabinde ortaya çıkan çatışma ortamında 1962 senesinde Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde ülkenin bağımsızlığı tanındı ve seçimler organize edildi. Seçimlerde çoğunluğu elinde bulunduran Hutu Özgürlük Hareketi (Permehutu) iktidara geldi. İktidarı ele geçirmenin verdiği güçle de eskiden sosyo-politik olarak daha güçlü olan Tutsilere yönelik saldırılar başlatıldı. Bunun saldırılarda 160 bin Tutsi katledildi. Nüfusun yüzde 9’unu oluşturan Tutsilere adeta yaşam alanı bırakmadılar. Tüm bunlar yapılırken ülkeyi sömürmekte olan Belçikalıların hiçbir müdahalede bulunmayarak yaşananları adeta seyrettikleri bilinen bir gerçek.
Hutular arasında da iktidar kavgasının olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim 1973’te kendisi de bir Hutu olan Juvenal Habyarimana bir darbe ile iktidara geldi. Ancak Tutsilerin durumunda bir değişiklik olmadı. Sonuçta birçok Tutsi civar ülkelere, özellikle de Uganda’ya sığınarak mücadelelerine buradan devam ettiler. Ne var ki iki kabile arasında silahlı ve kanlı çatışmalar başlamış, Ruanda için hayat adeta durma noktasına gelmişti. Uganda’da ise İngiltere’nin etkindi. Bu noktada alandaki gelişmelere bakılınca sanki Belçika destekli Hutular ile İngiltere destekli Tutsiler mücadele ediyormuş gibi görünse de Ruanda üzerinde iki ülke arasında böyle bir gerilim söz konusu olmamış, aksine adeta Belçika ve İngiltere sanki aralarında anlaşmışçasına bir tavır takınmışlardı.
Soykırımda Fransa'nın rolü
Katliamları soykırım boyutuna taşıyan olay ise 6 Nisan 1994’de Hutu kökenli Devlet Başkanı Juvenal’in uçağının düşürülmesiyle başladı. Eldeki bilgilere göre birkaç ayda 800 bin ila bir milyon Tutsi katledildi. Öyle ki, Tutsileri en ağır işkencelerle öldürmek Hutular için adeta değer verilen bir fiil halini almıştı. Ruanda’da bulunan sivil toplum örgütleri, kiliseler ve benzeri yardım kuruluşlarının dahi katliamlara yardımcı oldukları hususunda ciddi iddialar mevcut.
Fransa’nın Ruanda soykırımındaki rolü ise şöyle gelişti: Fransa Afrika’yı kendine ait gören yaklaşımın bir sonucu olarak daha 1970’lerde askeri alanda Ruanda yönetimiyle işbirliği yaparak mevcut yönetimi desteklemişti. İkili ilişkiler daha da geliştirilmiş ve 1990’lara gelince artık ciddi bir boyuta ulaşmış, Belçika’nın yerini Fransa almıştı. Ruanda ordusu Fransız silahlarıyla donatılmış, Tutsiler işte bu silahlarla topyekûn soykırıma tabi tutulmuşlardı.
Netice itibarıyla devrin Sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın emriyle Fransa bölgede “Turkuaz” adı verilen askeri bir harekatla pozisyon almış, Fransa’nın bu girişimi katliamları durdurmak bir yana, Hutuları daha da azdırmıştır.
Fransa’da Tutsilere yönelik Hutu katliamlarına tepki gösterenlerin de olduğunu belirtmek gerek. Katliamların yaşandığı sırada asker olan Jean Varret Mart 2019’da verdiği bir röportajda yaşananları açıkça dile getirmiştir. Emekli general, Hutulara verilen askeri desteğin doğru olmadığını, bu silahlarla masum insanların acımasızca katledildiğini bildirdiğini ancak Fransız Genelkurmayı’nın bu konuda kendisini dinlemediğini dile getiriyor. Dahası, bazı üst düzey askeri yetkililerin onu görevinden uzaklaştırmak için girişimlerde bulunduklarını söylemesi ilginç olduğu kadar da manidar. Netice itibarıyla devrin Sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın emriyle Fransa bölgede “Turkuaz” adı verilen askeri bir harekatla pozisyon almış, Fransa’nın bu girişimi katliamları durdurmak bir yana, Hutuları daha da azdırmıştır. Hatta katliamcıların Fransız yetkililerce korunup kollandığına dair ciddi iddialar ortaya koyulmuş ve bunun sonucunda davalar açılmıştır.
Fransa’nın tutumuna yönelik ciddi boyutta itiraflar da mevcut. Örneğin o dönemde sağlık bakanı olan Bernard Kouchner, cumhurbaşkanını arayarak mevcut durumu bildirdiğini ancak Mitterrand’ın “olayı abartıyorsun” diyerek telefonu kapattığını ifade ediyor. Fransa’nın Ruanda’daki soykırıma neden sessiz kaldığı hâlâ izaha muhtaç. Son tahlilde eldeki bilgilere göre Hutular Fransızca konuşmakta ve daha çok Fransız muhibbi olarak kabul edilmekteler. Fransa’nın bu sayede bölgede etkinliğini sağlamlaştırma yolunu tercih ettiğini söylemek mümkün. Buna karşın Tutsiler ise İngilizlerce desteklenmekteydiler. Bu iki noktayı merkeze aldığımızda kadim Fransız-İngiliz rekabetinin Ruanda gibi masum bir ülkede cereyan etmesi sonucunda tüm insani değerler ayaklar altına alınmak suretiyle bir milyon insanın katledilmesine sebep olduğu sonucunu çıkarmak mümkün. Görüldüğü üzere post-kolonyalizm Afrika’ya kan kusturmaya hâlâ devam etmekte.
Ruanda’da yaşananların soykırım olarak değerlendirilmesi konusunda uluslararası hukukta yer alan tanıma bakmak gerekir. “Jenosid” (genocide), Yunanca ırk anlamına gelen “geno” ile Latince öldürmek anlamına gelen “cide” kelimelerinin birleşiminden oluşan bir kavram. İlk defa Polonyalı Tarihçi Raphael Lemkin tarafından 1933’te ortaya atılan kavrama göre jenosid; “milli, dini, ırki veya etnik grupların hem biyolojik hem de kültürel olarak imhası anlamına geliyor”. Neticede İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin işledikleri savaş suçları sonrasında yeniden gündeme gelen bu kavram BM Genel Kurulu’nda 9 Aralık 1948’de yapılan toplantıda yukarıda tarif edildiği haliyle benimsenmiş ve bu hususta ilgili ülkeler hakkında uygulanacak hükümler oybirliğiyle kabul edilmiştir. [1]
İtirafın siyasi boyutları
İlginç bir biçimde Fransa’nın son yıllarda Tutsilere yönelik soykırımda suç ortağı olduğu hususu sıkça dillendirilir oldu. Öyle ki kolonyal geçmişinden dolayı Fransa’nın özür dilemesi gerektiği yüksek sesle ifade edilmeye başlandı. Bu çerçevede ilk defa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu meseleyle daha yakından alakadar olarak tarihçi Vincent Duclert başkanlığında bir komisyon kurdurdu. Amaç, Fransa’nın Ruanda’daki soykırımda sergilediği tavrın ortaya çıkarılmasıydı. Nihayet rapor açıklandı ve bu, kimilerince olumlu bir gelişme olarak değerlendirilirken, kolonyalist politikaları savunan siyasetçilerce tepkiyle karşılandı. Rapora göre Fransa doğrudan soykırım yapmasa da gerek Hutulara verdiği destekle gerekse bölgedeki askeri varlığının yaşanan katliamlara sessiz kalmasından dolayı suç ortağı kabul edildi. Nihayetinde Macron da kolonyal geçmişle yüzleşme ve özür dileme yanlısı olduğunu bildirerek yeni bir tartışma başlattı.
Son hamle olarak Fransa’nın geçmişte yaşanmış trajedi, soykırım, sömürü gibi hususları bir kenara iterek, belli bir miktar da ödeme yaparak, Afrikalıların gönlünü almayı denediği meydanda. Ruanda’nın bu istikametteki ilk ciddi adım olduğu anlaşılıyor.
Fakat bu noktada neden böyle bir strateji belirlediğine dair bir izahat gerekiyor. Yapılan tespitlere göre Fransa 2000’li yıllardan itibaren Afrika’da ciddi bir sosyo-ekonomik zemin kaybına uğramakta. Eldeki ekonomik göstergeler de bunu teyit ediyor. Kültürel olaraksa Afrikalılar kolonyal kültürün izlerini silmeye çalışıyorlar ve ikili ilişkileri eşit şartlarda geliştirecek bir ortamı arzu ettikleri, bu doğrultuda ülkelerine ait öz kaynakları kendileri için kullanmanın peşinde oldukları görülüyor. Tabiatıyla bu da Fransa’nın bölgedeki etkinliğini zayıflatacak mahiyette bir gelişme. Son hamle olarak Fransa’nın geçmişte yaşanmış trajedi, soykırım, sömürü gibi hususları bir kenara iterek, belli bir miktar da ödeme yaparak, Afrikalıların gönlünü almayı denediği meydanda. Ruanda’nın bu istikametteki ilk ciddi adım olduğu anlaşılıyor.
Fransa Tutsilerden resmen özür dilese bile Hutuların idaresi değişmeyecek ve bir milyon insanı katledenler bu özürle adeta aklanmış olacaktır. Zira katliamcılara ne gibi bir müeyyide uygulanacağı yahut mağdurlara ne türden bir tazminat ödeneceği meçhul. Neticede Hutu idaresi kendilerini aklayan Fransa ile yeni bir ittifak ve işbirliği içerisine girerek modern dünyada yerini almış olacaktır. Böylece hem Fransa özür ve muhtemel bir tazminatla “kadirşinaslık” göstermiş olacak hem de “Hutuların yeni hamisi” sıfatıyla Afrika’da yükselen Fransız aleyhtarı algıları da dizginlemiş olacaktır.
Zamanı geldi ve Macron 27 Mayıs’ta Ruanda’nın başkenti Kigali’ye giderek ülkesinin soykırım konusundaki sorumluluğunu itiraf etti. Ancak kullandığı ifadeler suçluluk hissini yansıtmaktan uzak, sadece yaşanan katliamlarda Fransa’nın ihmalinin bulunduğunu itiraf etmekten ibaretti. Netice itibarıyla Fransa soykırım uyguladığı yönündeki suçlamaları reddeder bir tarzda ve olayları engelleyemediği cihetiyle özür dileyebilmiştir. Elbette bu sonuçta Fransa’nın herhangi bir mahkumiyete uğraması söz konusu olamayacak, aksine bu girişimiyle dünyada “geçmişiyle yüzleşme cesareti göstermiş bir ülke” olarak itibar kazanma ihtimali dahi doğacaktır. Nitekim Macron'un konuşmasında sıkça yeni bir sayfa açılmasına yaptığı vurgu yukarıda belirttiğimiz hususları destekler mahiyette.
[Doktora derecesini 2010’da Strasbourg Üniversitesi’nde Hatay’ın Türkiye’ye katılması ve Fransa’nın Levant (Yakın Doğu) politikası üzerine yaptığı çalışmayla alan Dr. Yaşar Demir “Fransa’nın Yakındoğu Politikası” ve “Suriye ve Hatay” kitaplarının yazarıdır]
[1] Verda Neslihan Akün, Milletlerarası Mahkeme İçtihatlarında Jenosid, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2003.