BIST 9.550
DOLAR 34,54
EURO 36,01
ALTIN 3.005,46
HABER /  GÜNCEL

Leyla Umar'ın kürklü eylemi!

Leyla Umar, ikinci bir eyleme katıldı mı? Katıldıysa üzerine ne giydi? Usta gazeteci Umar'ın müthiş anıları.

Abone ol

Kürklü eylemin hikayesini Leyla Umar'ın kaleminden sunuyoruz size: "Bari kürkünle yürümeseydin! Farkında olmadan ağzımdan şu sözler döküldü: Aç olmayabilirim ama birçok arkadaş öyle. İkincisine yine katılırım; ama bu sefer giyeceğime dikkat ederim... Yaklaşık bir hafta önceydi... Yazıişleri'nde Zafer Mutlu ile karşılaştım; yüzündeki ifadeden kafasından garip bir şeyler geçtiğini hissettim. Onunla son 15 yıl birlikte çalıştığım için ruhî durumuna dair kehanetlerimde pek az yanılmışımdır. Tayfun Devecioğlu ise bir türlü iç ve dış dünyasını keşfedemediğim bir Genel Yayın Yönetmeni'dir. iki yıl önce, şimdi hatırlayamadığım bir sözüne kırılıp üç ay haber yazmayınca, gecenin bir saatinde gazeteden çıkarken arkamdan koşup bana sarılıp gönlümü alınca; ânında barışıp sonra gerçekten sevmeye başladığım bir adamdır... Zafer Mutlu gazetenin haber toplantılarında bulunmak için 8. kattan 1. kata indiği zaman Tayfun'un karşısındaki koltuğa oturur ama Yazıişleri'nde de neler olup bittiğini açık kapıdan çaktırmadan izler. İşte, geçenlerde yine Tayfun'un odasındaki koltuğunda oturup çevreyi gözetlerken ve o sırada ben önünden geçerken seslendi: "N'olur, gelip biraz otursanıza" dedikten sonra pat diye "Kaç yıllık gazetecisiniz?" diye sordu. "Kırk sekiz" yanıtını duyunca: "Ben elli yıl sanıyordum. Ama yine de yarım asırlık bir gazetecisiniz diyebiliriz" dedi. Zafer'in gözleri birden parladı. "Sizin 50. yılınızı kutlamak istiyorum" dedi. "Bayramda 2 gün Bodrum'daydım. Birden Babıâli'deki yaşamınız gözümün önünden geçti. 'Kimlerle çalıştığınızı, onlarla ilişkilerinizi' anlatmanızın ne kadar ilginç olacağını düşündüm. Hemen Selahattin Duman'la Ercan Arıklı'yı arayıp fikirlerini sordum. Hararetle desteklediler..." Reklamlar dağıtıldı... Ömrümde hiç anı defteri tutmadığımı ve yakın geçmişte bile önemli olayları unuttuğumu söyleyecek oldum... Zafer bu mazeretlerimi dinlemedi tabiî: "Hatırladıklarınızı yazmanız dahi kalın bir kitaba konu olur, lütfen hemen başlayın; bu benim size yapabileceğim en büyük '50. yıl-dönümü' ödülünüz olacak" gibi parlak bir cümleyle gönlümü almayı da ihmâl etmedi. Ertesi gün aynı heyecanlı sesler: "Size reklâm danışmanımız Bülent Korman'ı gönderiyoruz. Yanında bir de kameraman var; TV reklâmları için söyleşi yapacak..." dediler. Ve yanıtımı beklemeden telefonu kapadılar. Sonra her şey hızla gelişti; Bülent Korman, sanatına hayran olduğum arkadaşım Sıtkı Kösemen ile evime geldi. Ortaya döküp saçtıkları eski fotoğraflarımın resimlerini saatlerce çektiler. Ve asıl şoku ertesi gün yaşadım... Tayfun Devecioğlu ve Bülent Korman: "Biz reklâm filmlerinizi TV'lere dağıttık; sizin üç gün içinde yazılarınızı bize parti parti teslim etmeniz gerekiyor" dediler. Dondurma param Ne kadar çırpınsam hiçbir sonuç alamayacağımı anlayınca işe koyuldum. Ve tabiî mesleğime başladığım Milliyet'e nasıl girdiğimi, Ercüment Karacan ve Abdi İpekçi'yle geçirdiğim 23 yılın hep iyi taraflarını düşünmeye başladım. Düşüncelerim derinleştikçe üzüntülerimin arttığını gördüm. Her ikisi de hayatta olmadıkları için kırgınlıklara az, neşeli ve mutlu günlere daha fazla zaman ayırmaya karar verdim. 1955'te 5 yıl süren birinci evliliğimi bitirmeden önce gazeteci olmaya karar vermiştim. Nedenini bilmiyorum ama küçükken her çocuğa yöneltilen "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna "Gazeteci" yanıtını verdiğimi hatırlıyorum. 1960'da babam ihsan umar'ı kaybettim. Kâzım Taşkent'le birlikte Yapı Kredi, Doğan Sigorta, Şeker Şirketleri ve o zamanın en büyük matbaasını kurmuşlardı. O devrin Yapı-Kredi Bankası'nın Genel Müdürü olan Oğuz Karahan babamın kasası açılırken yanımda elimi tutuyordu. Şimdi nerede karşılaşsak o günkü duygularımız tazelenir. Babamın kasasından sadece annemin mektupları ve benim 7 yaşlarında evde hazırladığım "7 Cüce" adlı gazete çıktı. Bir de, Atatürk öldüğü zaman yazdığım şiirleri topladığım defter. "7 Cüce" Gazetesi'nin tanesini 5 kuruşa satıp dondurma paramı çıkarırdım. Babam ağır bir şeker hastası olduğu için her gün insülin iğnesini bacağına saplarken duyduğum acıyı ona hiçbir şekilde yük olmamakla hafifleteceğimi zannederdim. O da benim matematik, fizik, kimya gibi dersler yüzünden Amerikan Koleji'ni son yılımda terk etttiğim için duyduğu üzüntüyü, kendimi suçlu hissetmemem için göstermemeye çalışırdı. Sadece: "Karaköy'de bir daktilo kursu açıldı. Yazı yazmaya meraklısın; seni oraya göndereyim, 10 parmakla daktilo yazmayı öğren" demişti. O sırada yine babama yük olmamak iç güdüsüyle Amerikan Konsolosluğu'nda diplomatlara Türkçe ders veriyordum. Koşa koşa gittiğim kurslarda daktiloyu, çok istediğim halde çalamadığım piyano gibi kullanmaya başladım. Babam da tuşlarda çıkardığım sesleri ara sıra karşımda oturup konser niyetine dinlerdi. Karacanlar'la tanışmam Bir gün Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda oturan bir dostun evinde Ali Naci Karacanla tanıştım. Kısa bir süre önce Milliyeti çıkarmaya başladığını anlatırken duyduğu heyecanı hiç unutmam. Birkaç gün sonra müşterek bir dostumuz aradı: "Ali Naci'nin İngilizce bilen bir sekretere ihtiyacı varmış, kabul eder misin?" dedi. Ona aklımda sadece gazetecilik olduğunu söyleyemedim. Kısa bir süre sonra da Ali Naci Karacan'ın vefat haberini okuduk. Sürekli olarak gazetelerin küçük ilânlarına bakarken Milliyet'te İngilizce bilen 'Beyoğlu muhabiri' arandığını okudum. Aynı gün Necmi Tanyolaç'la babamın yattığı hastanede tesadüfen tanıştım. Belki o hatırlar ama ben nasıl, niçin, nereden konunun açıldığını ve gazeteci olmak istediğimi söylediğimi unuttum. Bana o gün "Milliyetin sizin gibi birine ihtiyacı var" demişti. Tabiî ki, ertesi gün Milliyet'in kapısına dayanmıştım... Haber : Leyla UMAR "