Şeyh ve Arzu Kitabının yazarı Psikiyatr Saffet Murat Tura, Zaman Yazarı Nuriye Arman'la röportajında hepimizi fişlerimizi çekmeye çağırıyor.
Abone olPsikiyatr Saffet Murat Tura: Laikler hayatı derin yaşatmıyor! Psikiyatr Saffet Murat Tura’nın Şeyh ve Arzu adlı kitabı bu kış çıktı ve çok ilgi gördü. Ben daha yeni okuyabildim. Dünyevilik ve uhrevilik, tanrısallık ve ölüm gibi psikanalizi olduğu kadar dinsel düşünceyi de yakından ilgilendiren sorunlar hakkındaki yazılardan oluşan kitabı sevdim. Ve onun insanı, içinde bulunduğu “kültürel oyuna” yabancılaşmaya ve aşkın olanı düşünmeye çağrısını önemsedim ve sizlerle paylaşmak istedim. Fişten çıkmışlar derneğinin üyesi, hepimizi fişlerimizi çekmeye çağırıyor, çağrısına kulak verelim. Şeyh ve Arzu’da amacınızın, günümüzün gündelikliğe teslim olan okurunda, evrenle ilgili çocuksu bir hayranlık uyandırmak olduğunu söylüyorsunuz. Siz bu hayranlığı nasıl yaşıyorsunuz? Çok küçük bir yaştan itibaren varlığın ne olduğu ile ilgili ciddi düşüncelerim, hissiyatlarım oldu. Bir hastama verdiğim bir ilaç bile benim için evren ile ilgili bir mucize içeriyor. Attığımız her adım, her şey olağanüstü bir gizem taşıyor. İki boyutlu yaşıyorum da diyebiliriz. Hem oyun içerisindeki gündelik yaşam hem de biraz yabancılaşmış, oyunun biraz dışına çıkmış bir yaşamım var. Psikiyatri kliniğinde ilk karşılaştığım vaka, bir katotonik şizofreni vakasıydı. Bu vaka, elinde plastik bir bardak, üç dört metre içinde volta atıyor, insanlarla ilişki kurmuyor, bardağı almaya kalktığınızda tepki veriyordu. Servis şefimin isteğiyle ilk elektroşokumu uyguladım ve hastanın bundan çok faydalandığını gördüm. Beyinden fiziksel bir “etkili” geçirerek onun ruhi dünyasında bir değişiklik elde etmek, fizik bilimi açısından açıklanabilir bir şey değil. Bu benim için hâlâ evrendeki en büyük gizemlerden biri. Modern–laik toplumlarda varlığın ne olduğu, bu hayatın gerçek anlamının unutulması, yaşamı cehenneme mi dönüştürüyor? Dünyanın çok gündelik yaşanması, nereye gittiğimiz, ne olduğumuz sorularının unutulması, yaşamı çok kısır, çok dar bir yere hapsediyor. Bunun birtakım yakınmalarını hastalarımızdan dinliyoruz. Daha eski çağlara baktığımızda bütün kültürler aşkın sorular üzerine temellendiriyorlar kültürlerini. Kitabınızda, düşünmeye değen yegane şeyin aşkın olan olduğunu söylüyor ve metafiziğin yasaklandığı, pozitivizm ve fenomenolojinin egemen olduğu bu çağda yaşanan derin “anlamsızlığın”, ölümlülük travmasının inkarıyla bağını göstermeye çalışıyorsunuz. Evet, ölümlülükle karşılaşmaktan kaçınılıyor. Oysa bizi birtakım aşkın sorulara sevk eden şey, ölümlülüğümüz. Eğer kültür ölümlülüğün inkarı üzerine kuruluysa hayatımızı zenginleştirecek bazı sorulara açıklığımız da ketlenmiş oluyor. Televole kültürü bunun sonucu olsa gerek. Evet; ama daha vahimi entelektüellerin de öteden beri insanlığı meşgul etmiş temel sorunlara karşı duyarsız olması. Entelektüeller politikayı, psikanalizi, sanatı vs’yi gündelik oyun içerisinde kavramaya çalışıyorlar, aşkın sorunları görmezden geliyorlar. Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişine yazılan “Her can ölümü tadacaktır” yazısına, gündelikle en fazla haşır neşir olanlar, gazetecilerin tepki vermesi hiç şaşırtıcı değil o zaman. Oraya öyle bir yazının yazılması ile yazılmaması beni ilgilendirmiyor. Bırakınız yazsınlar, bırakınız okusunlar. Çünkü burada bir tür kısır itiş kakışın içindeyiz. O yazıyı oraya yazanlar, ölümlülüğü hatırlatmakla hiçliği mi hatırlatmak ve böylelikle insanlarda nereden gelip nereye gittiğine dair bir merak mı uyandırmak istiyor? İnsanlar böyle bir şeyle karşılaştığında paleoarkeolojiyi, astrofiziği, kuantum mekaniğini, fizyolojiyi araştırıp elimizde ne gibi veriler var, bizden önce ne olmuş, daha sonra ne olacak ve biz neyiz sorularına yönelsinler diye mi yazmışlar onu? Zannetmiyorum. Daha ziyade ahirete hazırlık bakımından buradaki ibadetlerini zenginleştirsinler diye yazıldığını düşünüyorum. Ölümü hiçlik olarak algılamak sizin bileceğiniz şey, ben verilen tepkiyi nasıl yorumladığınızı merak ediyorum. Geleneksel anlayışta, ölüm ahireti bu da ibadeti hatırlatıyor ve belki de dindar politikacılara daha fazla oy vermeye yarayacak bir şey diye karşı çıkılıyor olabilir. Bence varlığı düşünmek, bizde yanıtlar değil, sorular uyandırması gereken bir şey. Dinlerin sıradan kavranışı birtakım sorular uyandırsa da bir tür hazır cevaplıkla doğrudan yanıtını da getiriyor. O soruları paylaşmak bakımından dindarlarla aynı safhadayım. Yanıtlar konusunda, bize bildirilmiş bir şey olduğu kanaatinde değilim. Anlıyorum. Yanıtı bulduğunu düşünenler, aramanın değerini daha iyi bilirler. Kitabınızda bir tespitiniz daha var. Penfield ve Rasmussen’in yaptığı beyin ameliyatlarının sonucunda, algılarımızın dış dünyadaki enerji değişikliklerinden hareketle beynimizin yaptığı tamamen öznel–zihinsel bir şey olduğunu, beynimizin programı gereği bunları dış dünyaya ait nesnel özellikler gibi yaşadığımızı, bir anlamda rüyada olduğumuzu söylüyorsunuz. Niye insanlar rüyada olduklarını idrak edip yaşama geçiremiyorlar? Bir tür matrix gibi. Bunun için fişten çıkmanız lazım. Önce bir fişten çıkın. Ondan sonra fişten çıkmışlar cemiyetine üye olursunuz. 48 yaşına geldim. Hâlâ 8 yaşında kafama takılmış varlık sorusuyla uğraşıp duruyorum. Siz de fişten çıkmışlar cemiyetine üyesiniz galiba? Evet. Sanırım uzun yıllar içinde, çok merak etmenin, incelemenin sonucunda oldu bu. Hakikaten varlığın ne olduğunu anlamaya çalışan her insan biraz fişten çıkacak, hayatın bir rüyadan ibaret olduğunu algılayacaktır. Bu da sizi dindarlara yakınlaştırıyor. Einstein diyor ki, “Hayatımıza giren en güzel şey gizem içerendir, evren karşısındaki hayranlık ve şaşkınlığı tatmamış hiç kimse ne sanatta, ne bilimde önemli bir şeyler yapamayacaktır.” Bilimin kökeninde de bu türden bir hayranlık ve şaşkınlık var. Ben yalnızca bu anlamda dindarlarla aynı safta hissediyorum kendimi. Dinlerle de bir duygudaşlığım var. Ama bir akıldaşlığım yok. İnsanların rüyada yaşadıkları sadece bilimin ulaştığı bir sonuç değil. İslam sufileri de buna başka bir yoldan ulaştılar. Onların söylemlerinden yararlanıyor musunuz? İslam felsefesini az tanıyorum, Batılı filozofları daha çok biliyorum. Descartes ve ondan önceki filozoflar da bu sonuca ulaşmışlar. Ama bilimle ulaşmak farklı. Bilimde her şeyi delillendiriyorsunuz. Kuramınız değişebilir, doğru olmayabilir. Ama elinizdeki izler ve belirtiler size bunu telkin ediyor. İyi ama rüyadaysanız, gerçeğin kendisiyle hiçbir zaman yüz yüze kalmıyorsunuz ki. Bu da benim yolum. İkna olmak benim için çok önemli. Bir insanın gönül gözüyle bir şeyi görmesi anlamlı ve değerli bir şey; ama ben akıl gözüyle görmeyi tercih ederim. Psikiyatrinin penceresinden Türkiye laikliğini nasıl değerlendiriyorsunuz? Laiklikle benim bir alıp veremediğim yok. Ama laiklerle bir alıp veremediğim var. Laikler, kendilerini nereden gelip nereye gittiğimiz gibi temel sorulara kapatıyorlar. Yani dinin getirdiği yanıtları reddederken, soruları da reddediyorlar. Ben bunu tehlikeli buluyorum. Ve insanların bu dünyayı daha derin yaşama imkanlarını yok ettiğini düşünüyorum. Laiklere kendimi uzak, mistiklere yakın hissetmemin sebepleri buralarda. Yoksa dinin kendisinde bir tür hazır cevaplık var. Ama tasavvuf yolunda öyle sandığınız gibi hazır cevaplar yok. Dinin sıradan algılanışında yanıtlar kesin belli. Açık kapı yok. Ama hem dini çerçeveyi kabul eden, hem de dinin sıradan kavranışını yeterince ikna edici bulmayan birtakım mistikler var. Bunlarla da aramda yakınlık var. Toplumda dindarlara karşı dışlayıcı bir tavır var. Sizin gibi cool yaklaşamıyorlar. Bilim, bilinçsizce tabulaştırılıyor, medya kör, topal ve sağır bir gerçekliğin penceresinden bakıyor, vicdani bir hakikat arayışının sancılarını çeken az sayıda insan damgalanmaktan korkuyor ve arayışlarını güçlükle ifade edebiliyor. Böyle bir kaos ortamında insanlar yüzlerini aşkın olana nasıl çevirebilirler? Önce kendi sesine açık olarak. Birtakım soruları bu söyleşi ile birkaç kişide de olsa uyandırabilirsek esas süreç onların kendi içinde gerçekleşebilecek. Nehrin iki yakasında duran iki insan olarak galiba şunu fark etmemiz gerekiyor. Varılacak son istasyonda uzlaşma yerine, düşünsel yolculuğumuzun kalitesini artıralım. Çok güzel ifade ettiniz. Aynen böyle düşünüyorum. Ölüm gerçeği size ne söylüyor? Ben ölümü, sevginin bir parçası olarak algılıyorum. Çünkü her derin sevgi, ayrılık gününün hüznünü de taşır. Kızıma derin bir sevgim var. Onunla geçirdiğim her an, ayrılık gününü hatırlatıyor. Sevgim ancak o ayrılık günü ile beraber anlamlı hale geliyor. Mevlana da zaten bu dünyaya gelişimizi bir ayrılık hikayesi olarak verir. Sazlıktan kopan kamış inilder. O’ndan koptuk geldik, bir ayrılık hüznü en başta var. Sizi çok iyi anlayabiliyorum. Ama doğmadan önce bir yerde olduğumu bilmiyorum. Şu anda ise bir yerde olduğumuz, kesine yakın. Bana buradan gitmek hüzün verici geliyor. Çünkü ben ölümü her şeyden evvel hiçlik olarak düşünmek durumundayım. Ölümü hiçlik olarak algılamak, ıstırabınızı artıyordur. Tabii ama ben hiçlik olduğunu da söylemiyorum; ama önce hiçlikmiş gibi düşünmeye başlamamız lazım. Bu bir varsayım, böyle olmayabilir de. Bunun kuantum mekaniğinden gelen, böyle olmayabileceğine dair birtakım veriler de var. Ama birinci planda, biz bir moleküller organizasyonuyuz ve bir gün bu organizasyon ortadan kalkacak. Nietzsche’nin meşhur “Beni öldürmeyen düşman güçlendirir” sözünü kitapta hatırlatıyorsunuz ve “Öldürücü bir düşman bile güçlendirebilir insanı” diye ekliyorsunuz. Doğru, bizzat ölümün kendisi güçlendirir insanı. Ölümlü oluşumuz, bizim başarısızlıklarımızı, mutsuzluklarımızı daha fazla toleransla karşılamamıza sebep olur. Bu da bizi yaşamımızın hüzünlü bir tarafı olmasına rağmen yaşarken daha güçlü bir hale getirir. Çünkü eninde sonunda yaşadığımız şeyin çok küçük bir şey olduğunu algılamamıza sebep olur. Kitabınızı okuduğum zaman şöyle düşündüm: Aslında müthiş bir Tanrı’yı bulma arzusu var; ama bulursam, geçmişime ihanet ederim, kendimi kaybederim korkusu da yaşıyor. Tanrı’yı bulma kısmı doğru. Tanrı’yı bulursamla ilgili bir kaygım yok. Tam tersine bir Tanrı’nın olmaması çok büyük bir ıstırap. Hakikaten sizin düşündüğünüz gibi olmasını isterdim. Ama Tanrı’nın varlığı ya da yokluğundan ziyade, ölümden sonra varlığımızın devam edip etmeyeceği ilgilendiriyor beni. Tabii ki ben de ölümden sonra var olmayı isterim; ama burada da gerçekçiliği ve şüpheciliği elden bırakmak istemem. Kelimelerle oynamak sizin gibi benim de işim. Hani rüyadaydık? Gerçekçi olmak mümkün mü? Elimizde doğru dürüst gerçek bir veri yok ki. Ama; jeolojik katmanları, evrendeki birtakım izleri incelediğimiz zaman, vahiydeki yaradılış efsanesi bana ikna edici gelmiyor. Ve o yüzden de “Bir ses gelseydi, hakikati bize söyleseydi.” diyorsunuz. Haşmet Babaoğlu, “Ben Saffet Murat gibi bir ses gelseydi demiyorum. Sesin hep var olduğuna inanıyorum. Kulaklarımızın bunu duyduğundan kuşkuluyum.” diyor. Kur’an’da da öyle bir ayet vardır ya, Muhammed insanları İslam’a çağıracaktır, “Ama bazıları gelmeyecek, biz onların kalplerini mühürledik.” der. Belki bizim kalbimiz mühürlenmiştir; ama bu da çok adil bir Tanrı olmadığını gösterir. Mademki aklınıza bu kadar güveniyorsunuz, o mührü açabilirsiniz. Ben açmayı istiyorum da elimizdeki veriler hiç uymuyor yaradılışa. Tabii benim kendime sakladığım birtakım inançlarım var. Ama bunlar bir kez telaffuz edildi miydi, ‘aa bu adam da buna inanıyor’ derler. Korkuyorsunuz. Bilim adamı asla inancı telaffuz etmez çünkü! İnsanlara yanlış mesaj veririm diye korkarım. Aklı başında geçinen bir adam böyle düşünüyorsa böyledir diyebilirler. Peki diğer görüşlerinizi anlatırken niye korkmuyorsunuz? Çünkü onlar delillendirilebilir şeyler. İnandığım şeyler ise delillendirilemiyor. Şöyle diyeyim. David Bohm adında bir fizikçiden yola çıkarak hissettiğim bir şey var. Öldükten sonra bir tür panpişizme yani tüm ruh durumuna döner miyiz, yani tam olarak evrenin bilinci haline gelir miyiz acaba? Bunun ikna edici bir biçimde delillendirilmesi hoş olurdu doğrusu. Rüyadan uyanacağımızı da derinden derine düşünüyorsunuz demek? Buna şimdilik yanıt vermeme imkan yok. Birinci planda ele almamız gereken şey ölümün hiçlik olduğu. Bu ihtimali yeterince değerlendirmeden, ikinci aşamaya geçmeye hakkımız yok. 2003’e geldik. 150 bin seneden beri var insan, hâlâ birinci aşamayı geçemediyse yazık. Sıçramak lazım artık ikinci aşamaya. Elimizde yeteri kadar delil olduğu zaman! Rüyadayız: Hiçbir zaman yeterli delil olmayacak elimizde. Olmayacaksa bilmeyeceğiz. Birkaç yüz yıl sonra bilincin ne olduğu çözülecek. Ben tipik bir bilinemezci değilim. Bilmediğimizi itiraf etmemiz, bildiğimizi delillendirmemiz lazım. “Bilgelik anlamak ve boyun eğmektir” diyordunuz kitapta. Ben delil peşinde değilim. Kalbimle görmeyi tercih ediyorum. Ama kalbiniz yanıltıyor sizi. Olabilir, sizi de belki aklınız yanıltıyor. Elimdeki deliller çerçevesinde, akılcı teoriler üretiyorum ben. Keşke akıl dediğiniz, güvenilir bir şey olsaydı. Akıl güvenilir bir şeydir. Bu cep telefonunu din kitabından üretemezsiniz. Ama işte teknolojinin getirdikleri, götürdükleri meselesi. Yetmiyor. Yetmediği yerde ben teslim olurum. Ben de teslim oluyorum; ama bilgisizliğime. Aslında öyle bir örtmüş ki kendini Tanrı... Gizliden gizliye ben de aynı şeyi düşünüyorum. Öyle bir örtmüş ki, çok azıcık gösteriyor. O’nun olduğunu o gösterdiklerinden anlıyoruz. Teşbih sıfatı bu. Bir de tenzih sıfatı var ki, hiçbir şeye benzemezliği. Görünene bakarak, görünmeyeni algılayabiliyorsun. O zaman da bütün yollar birleşiyor. Dolayısıyla sizinle yollarımız aslında ayrı değil. Aramızda bir nüans var. Ben kesinlikle ikna olmam demiyorum. Ama yalnız gönül gözüyle görenleri hangi delil aksine ikna edebilir ki... Zaman/Nuriye Akman