BIST 9.949
DOLAR 35,27
EURO 36,75
ALTIN 2.986,23
HABER /  GÜNCEL

Kuytuda Büyür Hayat

Bu soruya yanıt arıyorsanız belki de “Kuytuda Büyür Hayat” isimli kitap size yardımcı olabilir.

Abone ol

Unuttuklarınız... Yok saydıklarınız... Görmezden geldikleriniz... Görüp de umursamadıklarınız... Aşklarınız... Dostlarınız... Gülüşleriniz... Ağlayışlarınız... Hesaplarınız... Kavgalarınız... Sorularınız... Cevaplarınız... Sormadıklarınız... Cevaplamadıklarınız... Kaçtıklarınız... Sakındıklarınız... Günlük karmaşanın içinde sıkışıp kalan yanlarınız... Kısacası hayatınız, birgün bir kitapta karşınıza çıkarsa ne yaparsınız? Bu soruya yanıt arıyorsanız belki de “Kuytuda Büyür Hayat” isimli kitap size yardımcı olabilir. Gazeteci, yazar Fügen Ünal Şen son kitabı, Kuytuda Büyür Hayat’ta “Ya günün orta yeri, hayatın neresine denk düşer?” diye sorup, zaman zaman hepimizin, bulmaya çalıştığımız, sonra da aramayı başka zamanlara ertelediğimiz yanıtın peşine düşüyor. “Yalanlarım mı, elbette vardı. Pembe, beyaz, mavi... Rengini sen seç işte. Sana, ona, onlara söyledim ama hiçbir yere gitmediler, en olmadık anlarda çıkıp karşıma dikildiler.”sözlerinde itiraflarımız sesleniyor. “Yüzleşmenin zamanı yok. Vakit, ‘dan’ diye geliveriyor. Hazır mısın? Hazır mıyım? Bilmem” satırlarında kaçışlarımızla karşı karşıya kalıyoruz. “Belki de aşk, belli ki aşk, herkes için aynıydı da ben de herkes gibi yapıp, farklı yaşadım” satırlarında aşkımıza rastlıyoruz. Sözün özü ‘Kuytuda Büyür Hayat’ tın satırlarında durup durup kendimizle karşılaşıveriyoruz. Yazarın Sonbahar Yakın ve Bir Anı Paylaşmak isimli kitaplarındaki şiirsel öyküler, Özgür Yayınları’ndan çıkan Kuytuda Büyür Hayat isimli kitapta da devam ediyor. Yazar Fügen Ünal Şen, “Yaşadığımız hayat mı gerçek, yoksa hayatı yaşayış biçimimiz nedeniyle gerçek hayatı kaçırıyor muyuz?” diye soruyor ve her okuyucu yanıtını kendisi veriyor. Fügen Ünal Şen’in Kuytuda Büyür Hayat isimli kitabından bir öykü: Kar yağdı sokağı Bilmem ki önce yağmur mu yağmış, yoksa bu evin tahtaları hep böyle is karası mıydı? Yağmurdan önce, kara tahtalar mı vardı? Bilmem ki bunu bilen var mı? Sormam ki... Öylesine gelir geçer yüreğimden. Ve hayat bir tüy hafifliğindedir o an, kendiliğinden... Bildiğim budur. Bir tek bu. Servili sokağın köşebaşında, hemen eski bakkalın yanından dönüverince yüz yüze geldiğim, daima eğreti duruşlu, olduğundan yaşlı ve yalnız görünüşlü evin tahtaları hep böyle siyah, hep böyle çürük müydü sahiden? Ya bu soruyu benden önce soralar, bir cevap bulmuş muydu? Sahi sence o evin saçaklarında asılı duran hüzün, asırlık servi ağaçlarından mı beslendi durdu? Yoksa uzun duruşlu, hazan savruluşlu ağaçlarının gölgesinde dinlenen isimsiz beyaz taşlar mıdır buna tek sebep, düşünmedim. Düşünemediğimden... Sadece dokundum. Boşlukta asılı kalmış reçine kokusuna dokundum. Daha önce hiç yapmadığım bir şeydi bu... Bu günlerde bir tuhafım. Bilmem ki önce yağmur muydu yağan, tahtaları siyaha boyayan? Sahi yağmur muydu o isimsiz ressam? Kim bilir belki de güneşti, zamansız, o sahipsiz evi kavuran? Ev dediğim, daha önce hiç gelmediğim uzak bir tepedeydi. İstanbul’u seyirdeydi her daim. İmrendim... Hep böyle serindeydi, sessizlikteydi. Saçaklarında saka kuşlarının yaramaz başlarını gördüm de gülümsedim. Gölgede duran bir masa vardı ve elbette tahtadan sandalyeler... Oturdum. Kimsecikler yok. Masa örtüsünde kocaman bir sigara yanığı... Dalgın insanların imzası, biraz da kırgın insanların, belki de yalnız. Hayalimde bir nargile çektim dizime doğru, ıslak tütünleri parmak uçlarımla ufaladım... Marpuç dudaklarımdaydı sanki o an, öylece daldım. Uzağa baktım, uzağa yandım. Kalakaldım. Masanın altında toprak saksıda incecik sardunya; belli ki birisi bu sabah dikmiş, dibi hala ıslak. Bütün yaz açar bu çiçekler; ne cömerttirler. Son zamanlarda, bilmediğim mekanlarda buluyorum kendimi. Tuhaf, daha önce hiç çıkmadığım yokuşları tırmanırken, İstanbul’u başka yerlerden, başka gözlerle seyrederken, seni anlamayı öğreniyorum içte içe. Ve bu kendiliğinden oluyor. Böylesi güzel değil mi zaten? Yabancı kaldığım sokaklarda, seninle olmasa da, gidişinle barışıyorum, hak veriyorum. İstanbul uzakta. Serviler rüzgarla bir sağa bir sola yatıyor; şehrim bir görünüp bir kayboluyor. Sessiz tabii. O tahta eve çıkan merdivenin başında, başını kuyruğuna gömüp uyuyan kahverengi kedi var. Onun da adını bilmiyorum bak... Dedim ya soracak kimse yok. Akasya ağaçlarının taze yeşil yaprakları, gölge yapmaya başlamışlar bile, ne alem şey şu hayat.. Ah, şimdi aklıma geldi, sana hep “bir şey soracağım” diyordum, sonra da unutuyordum ya, işte bak şimdi, burada hatırladım; belki de soru İstanbul’un içinde gizliydi. Sahi sence bu şehrin sesi neydi? Uzaktasın diye belki kolay bulursun cevabı; haydi düşün. Ezan diyorum, vapur düdüğü diyorum, zerzevatçıları da boş veremiyorum, velhasıl bulamıyorum; sence? Düşün biraz, hemen cevap verme... Hey ki hey; yine bir soru, yeni bir soru. Ben hayatı gizledim belli ki sorulara, sen kendi cevaplarınla sobele. Yaza hazırlanan bir İstanbul sabahında, Kar Yağdı Sokağı’ndaydım. Ne güzel isim değil mi? Kar yağdı sokağı... Sanki birisine, bir şeyleri anlatmak için söylenmiş bir cümle gibi. Belki de öyledir. Şu tahta evin, kim bilir en son ne zaman açılmış penceresinden bir baş uzanıp, İstanbul’a seslenmiştir; “Şehrim, canım İstanbul’um, bak kar yağdı... Üşümeyesin e mi.” Öyle midir? Neyse ne. Soruları, bilinmedik öyküler peşinde yuvarlanmayı, yazmayı ve seni bir süreliğine bırakıyorum, çünkü gözlerimi ve yüreğimi İstanbul’dan çekip alamıyorum. Yapamıyorum. Becerebilseydim, yani eğer gönlüm karışmasaydı, sana Kar yağdı Sokağı’nı anlatacaktım,evin kuytusuna çakılmış, paslı ve yamuk sokak tabelasını anlatacaktım, üstüne sen kendi hikayeni ekle diye, yazımı yarım bırakacaktım... Yapamıyorum.