İslam Düşünürü Ahmed Hulûsi, Kurân'ı neden anlamadığımızı çok yönlü bir yazıyla anlatıyor..
Abone olNiçin, Kurân’ı Kerîm’deki ve tasavvuf dünyasındaki mecaz ve işaretleri tekrarlamakla avunup, onların işaret ettiği gerçekleri fark edemiyoruz?
Niçin, beş duyu sınırları içinde düşünmekten kendimizi kurtarıp, kozamızın içinden çıkamıyoruz?
“TEK kare resim” olan stringler boyutunun algılanışının tasavvufta “esmâ mertebesi” olarak tanımlanıp, “ilmî sûretler”i meydana getirdiğini; bunun ötesinin mutlak “yok”luktan ibaret olduğunu, algılayamıyoruz?
Niçin Kurân’a göre “necis” (pis) olan “şirk” düşüncesinden temizlenip “tâhir” olmayıp; kendimizi duş altına atarak “necis”likten (“şirk”ten) temizlendiğimizi sanıyoruz?
Sorular, yazsak uzayıp gidecek ama, cevaplar?..
Gelin, önce iki âyeti hatırlayalım Kurân’ı Kerîm’den…
“Müşrikler necîstir”!.
“Tahir olmayanlar temas etmesinler Kurân’a”!
Halk arasına bu iki âyetin birarada anlamı, “Abdestli değilsen kirlisin, bu sebeple Kurân’ı eline alma!” diye yayılmış…
Oysa…
“Bir algıladığın âlemler var, bir de gökte ötelerde bir yerde bir ilâh-tanrı var” anlayışında isen, varlığın mutlak tekilliğini vurgulayan ve sistemini anlatan bu muhteşem “Bilgi”ye (Kurân’a) yaklaşma; çünkü böyle bir anlayış içindeyken, burada anlatılan verileri değerlendirmen mümkün olmaz; anlamınadır bu iki âyetin mânâsı birarada.
Bir an konuya ara verip, bir misâl ile yaklaşayım ana konumuza… Böylece, Kurân, hadis ve tasavvufta olayın neden mecazlar ve işaretlerle anlatıldığı hususuna cevap vereyim.
Sizi alıp 500 yıl öncesine ışınlasalar ve o devirde yaşayanlara, “internetteki bilgilerin nerede nasıl saklandığını, bilgisayar ve televizyon sistemlerinin nasıl çalıştığını anlatmak zorundasın”, deseler; bunu nasıl anlatırsınız o insanlara? Vereceğiniz misaller ne kadarıyla gerçeği aksettirir?
1400 küsur yıl evvel yeryüzünde yaşamış ama “sünnetullah” adıyla işaret edilmiş sistem ve düzenin tüm mekanizmalarını kendine açıldığı kadarıyla müşahede etmiş; sonra da bunun bir kısmını çağının şartlarını yaşayan insanları da hesaba katarak anlatmak zorunda kalmış en muhteşem insan Allah Rasûlü ve son Nebîsi, acaba daha başka ne diyebilirdi bize intikâl edenler ötesinde?
Ne yazık ki, her dalda, çağı aşmaya çalışan insanlar, Allah Rasûlü’nü ve bildirdiklerini değerlendirme konusunda, hâlâ yüzlerce yıllar öncesinin şartlarını yaşayan insanlar gibi düşünüp yorumlamaktan gocunmuyorlar!.
Oysa, o devirlerdekiler mâzurdu! Çünkü, bugünün veri tabanına ve imkânlarına sahip değillerdi. Ama bugünküler?!.
Niçin Kurân’ı Kerîm, akıl sahiplerinin, misâllerle, benzetmeler ile anlattıklarını tefekkür ederek deşifre etmelerini istiyordu?
Evet, gelin artık biz düşünme ve değerlendirme sistemimizi yenileyelim… Onların zorunlu olduğu yüzeysel bakış yerine, Allah nimeti olan bilimler eşliğinde, konuyu sistemli bir şekilde sorgulayarak, Allah Rasûlü ve son Nebî’sinin bildirdiği şifreleri çözmeye çalışalım…
Risâlet Nurunu değerlendirelim… “NUR” ilimdir!.
Böylece de şükredenlerden olalım; nankörlük edenlerden olmaktan sakınarak.
Daha önce hatırlarsanız, “Allah Rasûlü ve son Nebî’si sistemi “OKU”du (ikra); ve bunu mecazlarla, işaretlerle, sembollerle dillendirdi”, demiştik.
“OKU”nan “Hakikat” neydi; ve dahi mecazlarla, işaretlerle, misâllerle anlatılmaya çalışılanlar nelerdi acaba?
Gerçekte, “görülenler” mi vardı, yoksa “OKU”nanlar mı?
“OKU”mak harfleri yan yana algılamak mıdır; yoksa, içsel veya dışsal ulaşıların beyin tarafından deşifre edilmesi midir?
Beyin “görmekte” miydi, yoksa, “OKU”duklarının (data) sentezini mi açığa çıkarmakta idi “bilinç” adı altında?
Öncelikle belirtelim ki, bazı gerçekleri farkedebilmek için, asırlardır genetiğimizden gelen, bugün edindiğimiz bilgilerin dahi kolay kolay değiştiremediği, “bir madde âlem var beş duyu ile algıladığım bir de ötede bir manevî âlem var” yanılgısını terk etmemiz gerekir.
Bilelim ki, madde dediğiniz âlem aynen “manevî” âlemdir; manevî dediğiniz âlem de aynı maddi âlemdir. Aynı şeyin beş duyu ile algıladığınız kısmına “maddî” diyorsunuz, algılayamadığınız yanına ise “manevî” deniyor.
Gerçekte, iki ayrı yapıdan değil, “tek bir yapı”dan söz etmekteyiz!.
Gerçekte, “GÖRMEK” yoktur; “OKUMAK” vardır!..
Beyin görmez, “OKU”duğunu açığa çıkartır!.
Beynin, içsel veya dışsal kendine ulaşanları sentezi, “OKUMAK”tır!. Daha sonra bu “OKU”nanların bir kısmı “musavvire”de (hayal merkezinde) suretlere bürünür ve “görmek” olarak algılanır.
Hatta…
Beyin dahi, “yok”tan “var” olmuş bir “yok”tur ki; orijinali “data-enerji” dalgasından, “esma terkibi”nden başka bir şey değildir!. O “zumlamayı” açığa çıkaranlara göre!
Daha da ötesi…
Gerçekte, “maddî” diye bir âlem yoktur; yalnızca “manevî” âlem vardır! “Madde” algılaması beş duyunun beyinde oluşturduğu bir kabuldür!.
“Uzay” ve “evren içre evrenler” kelimeleriyle işaret ettiğimiz “âfak”tan; tasavvufta, “esmâ mertebesi” diye işaret edilmiş “tek kare resim” olarak tanımladığımız stringler boyutuna uzanan “enfüs”e kadar; bize GÖRE iç içe olan ve 3D (üç boyutlu) olarak algılanan tüm katmansal boyutlar, aslında tek bir boyuttur!.
“CEBERÛT” âlemi olarak tanımlanmış bu salt tekillik boyutunun mânâlarının açığa çıkarılması (tenezzülü) ise, “MELEKÛT” âlemi diye anlatılan tüm varlık seyrini ve yaşamını meydana getirir!.
“LÂHUT” ise fikir kabul etmez! Düşünce, o boyutta “yok” olur! “Ahadiyet” denilen bu mertebe “hiç”liktir!
“ALLAH” ismiyle işaret olunanın, “Rahmaniyeti ve Rahîmiyeti” sonucu, “iki eliyle” (ilim ve kudret) -data ve enerji-, “Esmâ mertebesi” -stringler boyutu- hasıl olmuş; bu boyutun her an yeni bir şan alışı ile de tüm evren içre evrenler ve içindekiler olarak, birbirlerince algılananlar meydana gelmiştir, “melekût” (kuvveler) boyutunda.
Ki bu duruma, “âlemler, Allah’ın ilmindeki ilmî sûretlerdir” diye işaret edilmiştir tasavvufta.
“Varlığın aslı yokluktur” denmesinin sebebi de, her şeyin bir an içinde “var” olup bir sonraki anda “yok”luğa dönüşü ve sonraki anda tekrar “var” olarak algılanışı dolayısıyladır.
Tasavvufta geçen “vücud” kelimesini “madde beden” türünden bir “madde” sananların, bunu anlayabilmesi mümkün değildir! “Vücud”, var algılanış anlamındadır. “Madde beden” anlamında değil!.
String boyutu olarak anlatılan sonsuz yapı, bir “kudret ve ilim” —enerji ve bilgi (data)— okyanusudur!.
Varlığın aslı hakikatte “esmâ mertebesi” olması dolayısıyla ve varlığını “Allah”tan alması, ve dahi “Allah”taki esmânın sonsuzluğu dolayısıyla, string boyutu sonsuz dönüşüm içindedir.
Bilim yollu teorik fiziğin, varlığın hakikatini anlatmada ulaşabildiği son nokta “string” boyutudur!.. String teorisi ile anlatılan yapının bâtını yokluktur! Ancak buraya ulaşmayı sağlayan başka teoriler de ortaya atılabilir zaman içinde.
“Allah” adıyla işaret edilen ilminde “yok”tan “var” olmuşlara, bundan ötesine yol yoktur! Çünkü varlığı oluşturan manâ okyanusunun varlığında kesret söz konusu değildir.
“Esmâ-i ilahî”nin (Allah isimleri olarak işaret edilen özelliklerin), kül olarak (tümel-tekil), her an yeni bir şan da olması sonucu, açığa çıkan tüm anlamlar, adı “ALLAH” olan indindeki sayısız “nokta”lardan bir “nokta”nın projeksiyonundan başka bir şey değildir!.
Bu projeksiyon, “Allah” adıyla işaret edilenin, “nokta”da (stringler evreninde) açığa çıkan, bir “AN”lık ilminin getirisinden başka bir şey değildir.
“Allah” ismiyle işaret edilen, “âlemlerden Ganî’dir“ denerek, bu isimle isimlenmiş olanın, “nokta”dan zâhir olan âlemler ve onlardaki özellikler ile kayıtlanmaması (tenzih) istenmiştir.
“Yevm” yani “An”, “Nokta”daki sürekli değişik görüntü oluşturan süreçtir.
Muhyiddin Arabî, “Kâinat her an yok olup bir an sonra yeniden var olmaktadır” derken, her an yeni bir şan alan string boyutunun sonsuz-sürekli dönüşümüne işaret etmiştir. Çünkü, O da “OKU”yanlardan biri idi!
“Eşyânın (şeylerin-birimlerin) hakikatini bildir” duası, algılanan sûretlerin mâhiyetini (içeriğini) bilmeyi talep etmek anlamındadır.
“Allah, altında ve üstünde hava olmayan bir âlemdeydi ve O’nun ile beraber hiçbir şey yoktu” tarifine; Şahı Velâyet Hazreti Âli’nin “Bulunduğumuz “an” o “an”dır”! eklemesi ise, ilmi ilahideki esma mertebesinin yerine işaret eder. Yani, tüm algılananlara karşın, gerçekte yalnızca “ALLAH” adıyla işaret edilen vardır; ve algılanan her şey, “aslı ve mahiyeti itibariyle yoktur” demek istemiştir!.
Haydi beyin sahipleri!.. Düşünen beyinler!.. Madde vardır, iddiasında bulunanlar!
Eliniz yerine düşüncenizle tutmaya çalışın bir şeyi, bakalım tutabilecek misiniz?
İNDİRMEK İÇİN TIKLAYIN
İZLEMEK İÇİN TIKLAYIN
Makrokosmosdan mikrokosmosa kadar neyi tutmak isterseniz boşluğa düşecek, madde dediğinizi tutmak isterken, moleküler boyutta bedensel “yok”luğa karışacak, onu tutmak isterken onun boşluğuna, oradan atomun boşluğuna, oradan çekirdeğin boşluğuna, oradan quarkların içine düşerek, sonunda string boyutunda “seyreden” olup gideceksiniz!.
“Mülhime nefs” bilincine ulaşınca “Enel Hak” diyen Zât’tan, “Vahdeti Vücudu” bir sistem olarak anlatarak, “Vücut ve varlık TEK’tir; yalnızca O vardır, bu durumda sen istersen O vardır de, istersen ben varım de; diyen hep Kendisi’dir”; anlayışını sergileyen Zât’tan; “Vahdeti Şuhud” görüşünü, yani, Muhyidin’in bahsettiği “vücud”un, gerçekte, “ilmi ilahideki ilmî sûret” olduğunu; bu “vücud”un gölge veya hayal “vücud” olduğunu vurgulayan İmam Rabbanî’ye kadar, hepsi de “data”larından açığa çıkan gerçekliği, programlarına göre dillendirmişlerdir.
Dün işaret yollu olarak, “Allah” adıyla işaret edilen dışında hiçbir şey yoktur, “la mevcûda illa Allah”, denirken; bugün bilimle ulaşılmıştır ki, tüm algılanan ve algılanamayan varlık, “enerji-data” yapının (string boyutu) her an değişim hâlinin getirisinden başka birşey değildir. “Her AN yeni şandadır”… Misal… Kaleideskop.. Hani çocukluğumuzda dürbün gibi içine bakılan ve döndürdükçe değişik şekiller alan ve bir aldığı şekli bir daha almayan yapı örneği…
Kurân-ı Kerîm bu gerçeği misâl ve işaretlerle bildirmiş; “Hakikat” ehli velîler de bu gerçeği algılayarak, çeşitli mecazlar ve işâretlerle dile getirmeye çalışmışlardır. (Okuyunuz: “Mişkatül Envâr_- Nurlar Feneri” Yazan İmam Gazalî, çeviren Süleyman ATEŞ… “TECELLİYÂT” Ahmed Hulusi-1966)
Bir an bilgisayar sistemini hatırlayın...
Eminim ki siz, bilgisayar ekranı olan monitörü, bilgisayar sananlardan değilsiniz… Ama öyle sananlardan da okurlarım olduğu için, bunu belirteyim istedim...
Tüm bilgilerle dünyayı kapsayan ve kapısından girenlerce sayısız olaylar yaşanan interneti oluşturan her şey, bilgisayar hard diskine girilen, yanyana gelmiş “sıfır ve bir”lerden ibarettir. Bilgisayarın içine girebilseniz “sıfır ve bir”lerden başka bir şey göremezsiniz! Ekranlarda da pixel görürsünüz, ama resim olarak algılarsınız. Hatta daha ötesi, bilgisayarın içinde o sıfır ve birlerin ötesinde sadece elektriksel bir dalga hareketi mevcuttur.
Tıpkı tüm yazı ve resimleri oluşturan yanyana gelmiş “nokta”lar gibi… Yazı veya resme büyüterek bakarsanız, resim kaybolur sadece yanyana “nokta”lar görürsünüz.
Bundan önceki yazımda, varlığın özü ve hakikati olan “bilgi”den söz etmiştim. Bu bazılarınca “edinilen bilgi” İngilizce’siyle “knowledge” olarak algılanmış… Oysa bizim anlatmak istediğimiz “bilgi” kelimesi İngilizce’de “data” olarak anlatılan, anlam oluşturan veri mânâsınaydı…
Bir roman, bir yaşam, bir film senaryosu, nasıl bilgisayarda sadece “data”dan “bilgi”den ibaret ise…
Tüm algılanan veya düşünülen evren içre evrenler dahi, string boyutunda, bir “enerji dalgası” ve “data”=“bilgi”den ibarettir!. Algılamak istediğiniz konuya göre ister “enerji dalgaları” deyin, ister “bilgi” paketleri…
Bu realite, tüm “Hakikat”e ulaşmış evliyâullah tarafından algılanır ve yaşadıkları devirlerine göre çeşitli isimlerle anlatılmaya çalışılır, mecazlar, işaretler şeklinde… Algılanan hep aynıdır; algılayanların program ve şartları farklıdır ve o yüzden anlatımlar farklılaşır. “Suyun rengi kabındandır”!
Bunun içindir ki, “Hakikat”e ermiş velîler, “âlemlerin aslı hayâldir!” demiş geçmişte… Hatta konuyu daha da incelemiş detaylandırmış olarak, “hayâl içinde hayâl içinde hayâldir” vurgulamasını yapmışlardır!.
“Tecelli tek tecellîdir (tecellî-i vahid), ikincisi olmamıştır”, diyen zevât, esmâ âleminin tenezzülü (anlamın algılanışı) ile oluşan “melekût” âleminin ve tüm getirisinin, yalnızca, “yok”tan “var” olmuş bir hayâl olduğuna dikkati çekmek istemişlerdir.
“Âlemler, “var”lık kokusunu dahi almamıştır” vurgulaması da bu yüzden yapılmıştır!.
Gerçekte, tümüyle “sanal bir âlem”de yaşıyoruz; ama, “gerçekmişçesine” ve “var”mışçasına algılayarak!… Ve dahi bu durum, sonsuza kadar böylece devam edecek çeşitli boyutsal dönüşümlerle!
Bazıları, bu gerçeği fark ederek devam edecek ve bu farkında olmanın getirisini yaşayacak… Bazıları da, bu dünyadan “a’mâ” olarak boyut değiştirip, sonsuza dek “a’mâ”=(bilgi körlüğü) olarak sonuçlarını yaşayacak.
Zirâ, esma boyutunda… Yani… Sayısız Allah isimleri ile işaret edilen özelliklere sahip “TEK”illik boyutunda (“vahidiyet”), yani, “tek kare resim”de mevcut bulunan özellikler, tüm varlıkların yalnızca “ilmî sûretler” (sanal=var olarak algılanan) hâline işaret eder.
Ve dahi…
“Esmâ mertebesi” olarak tanımlanan ve “Allah’ın isimlerinin işaret ettiği özellikler olarak belirtilenler, insana hitap etmesi itibariyle, insan algılama boyutuna hitap eden isimlerdir.!
İnsan ötesi, “nokta” içi projeksiyonda yer alan karanlık (mahiyeti netleşmemiş) enerji, “karanlık madde” (dark matter) olarak varlığını düşündüğümüz ama algılayamadığımız yüzde doksan altılık bölümdeki sayısız varlığı oluşturan nîce sayısız isimlerin işaret ettiği özellikler vardır ki, insan türü bu Allah isimlerini bilmez!.
TIKLAYIN
TIKLAYIN
Tüm sonsuzluğuyla esmâ mertebesi, “Allah” adıyla işaret edilenin ilminde, bir “nokta”nın, “nokta”mızın projeksiyonunda oluşmuş özelliklerdir!.
Sayısız “nokta”lardan oluşan sayısız âlemler dahi, hep, “Allah” adıyla işaret edilenin ilminde var olan özelliklerle meydana gelir; ve bunlardaki oluşumlara da, bu “nokta”mızın ehlinin muttali olması mümkün değildir!.
İşte bu âlemler dahi, hep İlmi ilahideki “ilmî sûretler” olduğu içindir ki; “Allah” adıyla işaret edilen mutlak bilinmezdir Zat’ı itibariyle; ve bu yüzden “ALLAH’ın Zat’ını tefekkür etmeyiniz”, (çünkü bu muhaldir) denmiştir.
Bir anki açığa çıkışı, “tek kare resim” olan evren içre evrenlerin 3D algılanmasının geçmişteki “OKU”nuşu, “Zâtî ilim”de bir nokta olarak açığa çıkan ve din terminolojisinde “esma mertebesi” denilen ve her an yeni bir şan da olanın varlığını anlatır. . Esmâ mertebesi diye anlatılan günümüzdeki tespitiyle string boyutu olarak tanımlanan kudret-ilim, enerji-data veri tabanı kastedilir.
Bu ilim, “Allah” adıyla işaret edilenin “Zati ilmi” indindeki sayısız “nokta”lardan yalnızca tek bir “nokta” da açığa çıkandır.
“Nokta”, “Allah” adıyla işâret edilenin, esmâ âlemlerinden bir esmâ âlemidir, ki bizim boyutumuzda string boyutu olarak algılanabilir.
Bu “Nokta”nın bâtını tasavvufta “a’mâ”, zâhiri ise “Vahidiyet” mertebesidir. “Ceberût” ismiyle işâret edilir. “Melekût” müşahhaslaşmış sanal hâlidir; Yaratan’a göre!
“Hu” ismi “Nokta”nın hüviyetine işaret eder…
“Allah” adıyla işaret edilen, “Zat”ı, künhü itibariyle mutlak bilinmezdir!. Bu yönüne yukarıda vurguladığım üzere “Allah, âlemlerden Ganî’dir” âyeti işaret eder. Arzu edenler bu konuda 90’lı yılların başında yapmış olduğumuz, “Tek’in Takdiri” isimli sohbetimizi dinleyebilir ya da aynı yılarda yayınlanmış olan “Bilincin Arınışı” ve “TEK’in Seyri” isimli kitaplarımızı okuyabilirler.
“NOKTA” içindeki projeksiyonda, esmâ mertebesinde, sanal olarak “var” olan insan bilincinin; indinde sayısız “nokta”lar var olanı bilebilmesi nasıl mümkün olur ki!
Estağfirullah!... “EKBER” sıfatıyla tanımlanan indinde, acziyet ve hiçliğimi itiraftan başka ne gelir ki elden!.
”Nokta”, ihtiva ettiği sayısız anlamlar itibariyle “RUH-u Â’zam”; kimliği itibariyle “Hakikati Muhammedî”dir!.
Tüm algılananlar, “nokta”da string boyutunda açığa çıkan İlmi ilahî’de, “ilmî sûret” “data-enerji” olarak “yok”tan “var” oldukları için; her birinin “var”lığı, esma mertebesindeki esma terkibi(isimlerle işaret edilen özellikler bileşimi) oluşlarına dayanır.
Hologramik tespit, farklı terkipler şeklinde açığa çıkan her bir birimin aynı asıldan oluşması olayını anlatır.
Bu sebepledir ki, “Allah” adıyla işaret edilen, esmâ mertebesinde varlık sûretlerinde açığa çıkanları, kendine bağlamış olarak, “attığın zaman sen atmadın atan Allah’tı” vurgulamasını yapmış; “kızan, gülen, üzülen” gibi beşerî kabul edilen davranışları, gene kendi isimleriyle özdeşleştirmiştir.
Algılama dünyamıza ait tüm kavramlar, “Allah” adıyla işaret edilenin “tek kare resim”de, “her an yeni bir şanda” oluşunun sonucu olarak, “var” ALGILANDIĞI içindir ki, “Allah” adıyla varlık özdeşleştirilmiş ve çok yönlü algılamaya açık bir oluş meydana gelmiştir.
Kurân’ı Kerîmde “Allah” isminin geçtiği yerleri ya “Zâhir” ismi yönünden değerlendirmemiz gerekir olayı deşifre etmek için, ya da “Bâtın” isminin işaret ettiği anlam yönünden.
“Allah affedicidir” dendiği zaman, kişideki açığa çıkan “affetme” özelliğinden söz edilmektedir. Bu “Bâtın” ismi yönünden bir açığa çıkış özelliğidir.
Ya da, “Allah Azîz’ün züntikam” denildiğinde kesin olarak Allah’ın “sünnetullah” gereği ve sonucu, kişiye yaptığının sonucunu da yaşatması anlatılmak istenmektedir.
“Hu” ismi “nokta”nın Bâtınına yani içselliğine (derinliklerine) işaret eder demiştik. Bu durumu sakın boyutsallık olarak algılamayalım! Zirâ bu anlatılmaya çalışılan “Nokta”da, anladığımız manâda bir derinlik veya dışsallık (Zâhir) söz konusu değildir. Çünkü “Samediyyet” vasfından kaynaklanmaktadır “nokta”!
Yalnızca “Her an yeni bir şanda olan” vardır; o kadar!.. “Külle yevmin HU ve Fiy Şa’n!”…
Burada anlaşılması zorunlu ve de çok önemli bir incelik daha vardır ki, o da şudur…
Allah Rasûlü, bir yandan, Risâletin sonucu açığa çıkardığı ilimle-nurla, varlığın hakikatini, tüm incelikleriyle ve o zamanki insanların da anlayış seviye ve şartlarını hesaba katarak açıklarken…
Diğer yanda da Nübüvvetinin sonucu olarak, “Sünnetullah”ın işleyiş şeklini; nelerin, nelere nasıl dönüştüğünün inceliklerini; “abdest alırken suyu yüzünüze çarpmayın” ya da “ayakta su içmeyin”, “kişi, ayıpladığını yaşamadan ölmez” detaylarına kadar bildirmiştir.
Salât, Oruç, Hac, Zekât ve daha bunun gibi çeşitli çalışmaları, hep insanın içinde yaşadığı boyutun oluşum şartları (sünnetullah) dolayısıyla teklif etmiştir Nübüvvet müessesesi.
İnsandan, bilinç ve fiil olarak ne açığa çıkarsa, kişi sonsuza dek onun sonuçlarını yaşayacaktır derûnundan gelen “kuvve” dolayısıyla… Şükreden bunun getirisini yaşar; nankör ise, ettiğine karşı kilitlenmenin sonuçlarını…
Muhteşem insan Rasûlullah’ın açtığı kapıdan giremeyenler, mazeretleri ne olursa olsun, girmemenin sonuçlarını yaşayacaklardır.
Zira O, yukarıdaki bir tanrı anlayışından insanları sakındırıp, bunun sonuçlarını yaşamaktan onları korumaya çalışırken; diğer yandan da, Ümmü Hani’nin kapısında dostlarına, “Men reaniy fekad reel Hakka” (Beni gören Hak’kı görmüştür) diyecek kadar kendi “yok”luğunu ve algılananın yalnızca “HAK” olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Bu günlük de bu kadar…
Yazacak şeyler çok fazla; sayfalar yetmez!.. Konular çok derin…
Kurân’ı Kerîm’in bir kısım âyetlerinin günümüz bilgileri ışığında yorumu, gerçekte, bu güne kadar yapılmış yorumlardan çok farklı olabilir…
Bu bakış açılarıyla yeniden bir değerlendirme yapmak umarım kolaylaşmıştır bizlere!
Bu konular size hitap etmiyorsa, artık hoş görün fakîri…
Not: Din ile bilimin aynı şeyi söylediğini savunmak amacıyla fizik veya tıp kitabındaki bilgileri yazıp, işte bunlar Allah’ın eseridir demeyi, dini bilimsel olarak açıklamak diye anlayanlar var. Bilimden ya da din ilminin hakikatinden uzak olanlara göre, bizimki Dini yanlış anlatmak diye yorumlanabiliyor. Diyorlar ki, bahsettiğin şeyler zaman içinde değişirse, dini de ona göre mi değiştireceğiz? Cevap bir başka yazıda…
AHMED HULÛSİ
07 Ocak 2007
www.ahmedhulusi.org