BIST 10.025
DOLAR 35,16
EURO 36,68
ALTIN 2.956,54
HABER /  MEDYA

Köşe yazarları hain saldırı için neler yazdı?

Çukurca'daki kanlı saldırıda şehit düşen 24 mehmetçik tüm Türkiye'yi yasa boğdu. Köşe yazarları da hain saldırıyı böyle analiz etti

Abone ol

Terör örgütü PKK'nın hain saldırısında 24 genç hayatlarının baharında şehit oldu. Peki bu acı olay için köşe yazarları ne dedi?

AHMET ALTAN NE DEDİ?

Bir kere olayın adını doğru ve dürüst koymamız gerekir. “Dağlarda sıkışmadığını” kanıtlamak isteyen PKK’nın dün sekiz ayrı noktadan gerçekleştirip 24 askeri öldürdüğü saldırı bir “terör” eylemi değil. Ankara, Bitlis, Batman, Siirt birer terör eylemiydi ama Çukurca baskınları terör değil savaş. PKK’nın amacını, niyetini sorgulamadan önce bu büyük facia nasıl oldu onu sorgulamak gerekir. PKK sekiz noktaya birden hücum ediyor, büyük zayiat verdiriyor ve az bir kayıpla geri çekiliyor. Bugün haberlerimizde göreceksiniz, bu saldırı için üç gün boyunca katırlarla bölgeye ağır silahlar taşımışlar. Bu, nasıl oluyor da onca Heron’a, insansız hava araçlarına, uydulara, bilmemnelere rağmen fark edilemiyor? Böyle büyük bir saldırının ciddi bir planlama aşamasından geçmiş olması lazım, nasıl oluyor da istihbarat bunu haber alamıyor? Ciddi bir askerî zaaf olduğu çok açık ve çok kesin. PKK’yı lanetlemek, kızmak, öfkelenmek çok kolay ama bunun nedenlerinin de araştırılması, o 24 çocuğun ölüme nasıl teslim edildiğinin ortaya çıkarılması gerekir.

Çok büyük bir kayıp bu. Ve, savaşın bundan sonraki gidişatını da derinden etkileyecek. Bundan sonra büyük bir askerî başarı sağlayamasa bile PKK bu saldırıyla amacına ulaşmış görülüyor. Savaş şiddetlenecek. PKK da bunu istiyor çoktandır. Buradaki PKK’yla ilgili soru çok basit, neden bunu istiyor? Herhalde Kürt halkını da savaşa dâhil edebilmek, bir iç savaş çıkartabilmek için. Peki, niye? Demokrasi için mi, Kürt halkının hakları için mi? Doğrusu ya, Kürt Arap demeden kendi halkını katleden, Kürtlerin vatandaşlığını bile zor bela tanıyan Suriye’nin diktatörüyle böyle ballı börekli olup, diktatöre karşı çıktı diye Suriyeli Kürt liderleri bile suçlayan bir örgütün, demokrasi ve Kürt hakları konusunda çok “hassas” olduğuna inanmak kolay değil. Suriye’de hiç demokrasi ve Kürt sorunu yok ama Türkiye’de “iç savaş” çıkarılmasını gerektirecek kadar büyük bir demokrasi ve Kürt sorunu var, öyle mi? Bunu söyleyenin samimiyetine ben inanmam, isteyen inansın. Özerklik, anadilde eğitim, Apo’nun serbest kalması konularının da masada olduğu bir müzakere aşamasında “hükümet yeterince içten davranmadı” deyip iç savaş arayacaksın ama Kürtlere vatandaşlığını bile vermeyen, Kürt liderleri katleden Suriye’nin diktatörüyle hiç sorunun olmayacak. Bu çelişkiyi açıklayabilecek kimse var mı? Bence PKK “silahlı güçleriyle yönetebileceği” ve iktidarı da demokrasiyle değil silahla alabileceği bir toprak parçası istiyor. Bunu kendi gücüyle alamayacağını biliyor, savaşı şiddetlendirip Kürt halkını da savaşa dâhil ederek bunu elde edebileceğini umuyor. Böyle bir şeyin olup olmayacağına karar verecek olan Kürt halkıdır, PKK’nın yöneteceği bağımsız bir toprakta yaşamak isteyip istemediğine ancak Kürt halkı karar verir.

Karşılaştığımız bu tabloyu PKK’yla çözmek çok mümkün gözükmüyor, doğrudan Kürt halkına gitmek lazım. Bence, terör yasasını süratle değiştirip, “ayrılıkçı partiyi” de serbest bırakmak gerekiyor, Kürtler “bağımsızlık” konusundaki fikirlerini özgürce söyleyemedikleri sürece bu “belirsizlik” sürer ve PKK bundan yararlanır. Serbest bırakın “ayrılıkçı” fikirleri ve örgütlenmeyi. Kürtler ayrılmak istiyorsa zaten onları silahla tutacak bir güç yeryüzünde yok, eğer ayrılmak istemiyorlarsa da onlar adına savaştığını söyleyen PKK’nın elindeki bütün bahaneler biter, gerçeği hep birlikte görürüz. Dünyada silahlı mücadelenin, yerini siyasi mücadeleye bıraktığı bir çağda çocuklarımız ölüp duruyor, yirmi dört genci daha toprağa vereceğiz. Bu çocuklar bu “belirsizliğin” ve bu belirsizlikten yararlananların kurbanı oluyor. Türkiye’yi ve Kürtleri özgürleştirin, bu ülkenin insanlarının her türlü isteklerini söylemesini serbest bırakın. Çocukları kurtarırsınız. Savaşı bitirecek olan silah değildir emin olun, savaşı bitirecek olan özgürlüktür.

NAZLI ILICAK NE DEDİ?

Şehitlerimizi gözyaşlarıyla uğurluyoruz...

Türkiye, aynı acıları defalarca yaşadı. Şehit cenazelerini kaldırırken oluk gibi aktı gözyaşları. Acılı analar, yetim kalan çocuklar, al bayrağa sarılı tabutları kucakladılar. Evlâdın, eşin ya da babanın ardından nemli gözlerle bakıldığına kim bilir kaç defa şahit olduk. Ateş, sadece düştüğü yeri değil, hepimizi yaktı; yakmaya devam ediyor. 1990'lı yılların başında terör iyice azıtmıştı. Yılda 500'ü aşkın şehit verdiğimiz oldu. 1999'da Öcalan'ın yakalanmasıyla birlikte eylemler sıfır noktasına kadar indi. Sonra, 2002'den itibaren, olayların yeniden tırmandığına şahit olduk. Gene verdiğimiz şehit sayısı yılda 100 canı aştı. İşin kolayına kaçmak istersek, bunu siyasi malzeme konusu yapabiliriz ve deriz ki: "AK Parti iktidara geldi, terör arttı." Hatta açılım politikalarını suçlayıp, Kürt vatandaşlarımıza verilen hakları "taviz" gibi gösterebiliriz. Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin yetersizliğinden söz etmek de bir başka yöntem sayılabilir. Belki bütün bu iddialar doğrudur. Hem açılım politikaları "terörle bu hakları elde ediyoruz" duygusunu PKK'da yaratmış olabilir; hem de Işık Koşaner'in ses kaydına takılan cümlelerinde dehşetle gördüğümüz gibi, dünyanın en büyük ordularından biri olarak değerlendirdiğimiz Silâhlı Kuvvetlerimiz, büyük zaaflarla malûldür. Ama zaman soğukkanlı davranma zamanı... Birlikte kafa kafaya verip, düşünme zamanı...

Çözüm üretme zamanı... İktidardan sonra en büyük sorumluluk Barış ve Demokrasi Partisi'ne düşüyor. Ayrıca hepimiz dikkatli olmalıyız. Her şeye rağmen barış dilini kullanmalıyız. Bu kadar kan ve gözyaşına rağmen... Evet barış dilini kullanmalıyız. Çünkü, barışın alternatifi savaş, yeni şehitler ve yeni acılar demek. Teröristler nasıl ellerini kollarını sallaya sallaya ağır silâhlarla sınırı aşabildi? Bununla beraber, PKK'nın içeride de elemanları var. Şehir merkezlerine uzanıyorlar; polisleri hedef alıyorlar. Her şey sınırı korumakla da bitmiyor.

DİĞER KÖŞE YAZARLARI VE YORUMLARI İÇİN BİR SONRAKİ SAYFAYA GEÇİNİZ...

[PAGE]


MEHMET BARLAS NE DEDİ?

Başlanan noktaya yeniden dönmenin büyük ağırlığı... Hakkâri'nin Çukurca'sından gelen 26 şehit haberi üzerinde ne yazarsak yazalım, kelimeler yetersiz kalacaktır. "Kürt Sorunu"nun çözümünde şiddeti siyasete tercih etmenin akıl dışılığını yazmanın da şu anda bir anlamı yok. Bu terör eylemleri yüzünden çözüm arayışları çoğunluğun gözünde bıktırıcı ve kanlı bir süreç anlamına gelmeye başladı. "Anlayışlı olalım" veya "Diyalogu kesmeyelim" içerikli çağrıların da şu anda fazla etkili olamayacakları ortadadır. Genel kural "Devlet öfkelenmez" şeklinde olsa da, hem devlet hem de halk olarak hepimiz öfkeliyiz. "Yeni bir anayasa yapalım ve bu anayasada tüm yurttaşların temel hak ve özgürlükleri güvenceye alınsın" diyerek hepimiz, gözümüzü daha özgür bir Türkiye hayaline dikmişken, bu hayali mayınlarla, bombalarla, kurşunlarla silmeye çalışanlar acaba neyi amaçlıyor? Geçmişe dönüş Ve sonunda her şey başlangıçtaki noktaya dönüveriyor. 

Geçmiş on yıllarda da PKK terör eylemlerinin ertesinde hep bu tür haberleri okumadık mı? Devlet ve siyaset adına seslendirilen tepkiler de "Açılım süreci" öncesine dönüşü ifade ediyor. Sadece Cumhurbaşkanı Gül'ün açıklamasını hatırlamak yeterlidir bu gerçeği görmek için. İşte Gül'ün yaptığı açıklama: "- Bu saldırıların intikamı çok büyük olacaktır ve misliyle alınacaktır. Silahla bir yere varılmayacağını eninde sonunda göreceklerdir. Bunlara yataklık edenler de derslerini çıkartmalı ve neticelerine katlanmaları gerekir. Türkiye azimli, kararlı bir şekilde bu terörle sonuna kadar mücadele edecektir. Bu terör karşısında hiçbir şekilde sarsılmayacaktır. Bir kez da bütün şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum."

GÜNERİ CIVAOĞLU NE DEDİ?

Kimin olursa olsun... Aileleri ve çocukları hedef alan siyaset yapılmasına kesinlikle karşıyım. O nedenle aşağıdaki satırları “hani mesela” kaydıyla okuyun. Türkiye gizli servislerinin PKK’nın başı konumundaki Murat Karayılan’ın oğlunu -eğer varsa ve o da Kandil’deyse- veya yeğenini “ajan” yapabildiğini varsayalım... Tüm eylemleri, PKK’ya gelen istihbaratı, PKK’nın para ve silah kaynaklarını Ankara’ya bildiriyor. Bu “çok özel ajanlığını” yıllarca sürdürüyor. Yakalanmıyor. İstihbarat budur işte... “Olacak şey mi bunlar” diye soruyor olabilirsiniz? Olmuştur. Örneği var. Şöyle ki: Hamas lideri Şeyh Hasan Yusuf’un oğlu Musab Hasan Yusuf gençlik yıllarında tutuklandı. İsrail hapishanelerinde yattı. Bu süreçte İsrail’in casusu olmayı kabul etti. Genç adam cezasını tamamladıktan sonra babasının yanına döndü. Küçüklüğünden başlayarak Hamas’ın iç yüzünü bilen Musab, çevrede büyük saygı görüyordu. Babasının veliahdı olarak onun politik gücünü ve örgüt içindeki statüsünü devralmak üzere yıllarca eğitilmiş ve hazırlanmıştı. Babasının çoğu toplantılarına katılıyor ve her şeyi İsrail gizli servisine bildiriyordu. Bu arada gizlice Hıristiyan da olmuştu. Sonunda kaçtı. Şimdi ABD’nin Los Angeles kentinde yaşıyor.

Yazının başına dönelim. Murat Karayılan ismini “istihbarat nasıl olmalı” sorusuna gösterdiğim MOSSAD örneği için daha etkileyici bularak yazdım. Yoksa oğlu ya da yeğeni var mı, onu bile bilmem. Başka bir üst düzey PKK yöneticisinin yakını da böyle bir kancanın kapsamı alanına girebilir. Önemli olan bu güçte istihbarattır. Görüyoruz ki “İHA’lar (İnsansız Hava Araçları)” yeterince yararlı olamıyor. Yoksa... Çukurca’da 8 hedefe birden aynı anda saldırı yapabilecek kadar çok sayıda -yüzlerce, belki 500- PKK’lı nasıl fark edilmez? Onların beraberlerinde getirdikleri ağır silahlar hiç görülmez olur mu? Bu kadar kapsamlı PKK hareketlenmesinden hiç mi bilgi sızdırılamaz? Demek ki sadece teknoloji yetmiyor. İstihbaratın “insan malzemesine” ağırlık vermek gerekiyor. Yeni MİT Müsteşarı bu eksiği görmüş olmalı ki “insan ağırlıklı istihbarat” çalışmasına işaret etti.

HEDEF AK PARTİ HÜKÜMETİ

Şu söylemin altını çizin: “Öyle kötü şeyler yaşanır ki 6 ay içinde AK Parti hükümeti iktidardan çekilmek zorunda bırakılır.” Bu satırları TARAF’ta Emre Uslu’nun köşesinden aldım. O da bunları KCK’nın tepelerinde yer alan deneyimli bir siyasetçiden dinlediğini yazmıştı. PKK’nın ardı ardına “gözlere kan oturmuş eylemleri” sürerken Uslu’nun aktardığı “kara kehaneti” düşünüyorum. Ankara/Kızılay’ın en işlek caddesinde bombaların patlatılması gibi Çukurca’nın aynı anda 8 noktasına birden PKK baskını “kara kehanet” dizisi gibi... PKK’nın stratejisi açıkça ortada. Güneydoğu’da oy potansiyeli olarak daha güçlü ve Türkiye’de siyasi istikrarın çıpası olan AK Parti’yi silkelemek. Teröre karşı acz içinde göstermek. İktidarı sarsa sarsa düşürmek. Türkiye’yi derme çatma hükümetler yönetimine ve ekonomik zorluğa itmek...

BİTİREMEZ YIPRATIR STRATEJİ

Uzmanlarına göre “terör örgütlerini yönetenler başkaldırdıkları devleti mağlup edemeyeceklerinin bilincindedir. Ancak... Taciz ederek, kolektif güvenlik psikolojisinde delikler açarak taleplerine kısmen de olsa erişmeyi hedef alırlar.” PKK’nın da yaptığı budur. Fakat... Fikri altyapıdan yoksun olarak yüzergezer serseri mayınlar gibi vurduklarını sanmak da yanlışa düşmektir. PKK terör örgütlerinin üç perdelik senaryosunu oynuyor. Şimdi son perdeyi açtı; “Devletleşmenin temelleri atılmakta. Halktan vergi toplayarak, mahkemeler kurup adalet dağıtmaya çalışarak, hatta kendi öz savunma güçlerini aşama aşama gerçekleştirme planları uygulanarak altyapı hazırlanmakta...” PKK’nın şiddeti tırmandırışı bu üçüncü aşamanın önünü açmak işlevine de odaklı.

PİLOT BÖLGE HAKKÂRİ

Üçüncü perdeye sıçrayan kanlar için Hakkâri ve yöresi “pilot bölge...” PKK bu coğrafyada yaygın ve derin... Güvenlik akademisyeni olan Emre Uslu’nun satırlarına göre Hakkârililer (ve elbette o coğrafyanın içinde olan Çukurca ve Yüksekova’dan) insanlar kırsaldaki “ikna kamplarına” götürülüyor. Orada PKK doğrultusunda eğitim veriliyor. Farklı düşünenler hizaya sokuluyor. “İkna seansları” yeterli olmazsa, baskı, tehdit, şiddet... PKK’nın aynı anda 8 saldırı için Çukurca’yı seçmiş olması bu nedenle olmalı. Kendini en güçlü hissettiği yerde vurmuştur. Keklik Tepe’ye saldırırken oraya yardım edebilecek TSK’nın güç odaklarını ve üslerini de ateş altına alması her coğrafyada mümkün olamazdı. Hele bir Tugay’a saldırması “o coğrafyada benim borum öter” diklenmesi değil mi? PKK, sadece Türkiye insanındaki kolektif güven psikolojisini delik deşik etmeye kalkışmış olmuyor dayandığı tabana da “gövde gösterisi” yapıyor. Zamanlama için “tam da Anayasa hazırlık komisyonu toplandığı gün” ya da “Cumhurbaşkanı Gül’ün yöreye ziyareti ertesinde” gibi yorumlar yanlış değil. Fakat... Havada kalıyor. Bu aynı anda 8 saldırı dramı başka bir gün yaşansaydı durum daha az mı “vahim” olacaktı? Bunlar “havanda laf dövmektir.” Türkiye insanı “çözüm” istiyor ve bekliyor.

PKK’yla çatışmalarda şehit düşenlere rahmet, ailelerine ve yakınlarına başsağlığı, yaralılara şifa diliyorum. Bir gün önce şehit düşen polislerimiz ve yaşamını yitiren 4 sivil yurttaşımız için de dua ediyorum.

CAN DÜNDAR NE DEDİ?

Böyle günde kalem oynatmak zor...“Söz bitti” denilen yerde sözü savunmak... Defalarca tekrarlanmış cümleleri, suya yazar gibi yazmak... Yangın ortasında, çığlıklar arasında ses duyurmaya çalışmak... O sesi, ülkenin en ücra köşesinde, ayaz vurmuş bir gece nöbetinde kalleşçe kurşunlanmış gençlerin işitemeyeceğini, acılı ailelerinin, öfkeli kitlelerin belki dinlemek bile istemeyeceğini bile bile inatla tekrarlamak... “Bunca yıl hep öldürmeyi konuştuk; ne olur artık ölmemeyi konuşalım” diye haykırmak... Gün boyu askere taktik veren bilirkişiler dinledik. Oysa bölgedeki asıl gerçeği, daha 2 ay önce, bizzat Genelkurmay Başkanı’nın ağzından öğrenmiştik. Ne diyordu? “Sınır karakollarımız hatalı yapılmış.” “Emir komuta birliğini sağlayamıyoruz.” “Eğitim ve tatbikatımız zayıf. Elimizdeki teknik imkânları kullanamıyoruz.” “Çatışmada tim komutanlarımız silahı bırakıp kaçıyor.” “Halimiz tam kepazelik.” Bu haldeki bir orduya, 25 kez denediği kara harekâtını tekrarlamasını tavsiye etmek ve hâlâ askeri çözümde ısrar etmek, akılcılık mı? “Kıymayın çocuklarımıza” demekten başka çaremiz var mı? Bu askeri zaafın üzerine bir de diplomaside Suriye ile gerginlik bindi. Belaltı vuruşlarla intikam almasıyla tanınan Şam’a “Senin orada olanlar bizim iç işimiz sayılır” dendi. Şam da kendi dilinden, “O zaman sizin oralardakiler de benim iç işim” cevabını verdi. Diplomaside karşılıklılık ilkesi geçerli değil mi? Siyasete gelince... Hem Başbakan hem ana muhalefet lideri, bu kadar acılı bir günde, bu hassas konuyu, siyasi polemik malzemesi yaparak hata ettiler. Erdoğan’ın basın açıklaması içeriksizdi. Kılıçdaroğlu’nun karşı çıkışı gereksizdi. Böyle günlerde bir dayanışma olgunluğu bekliyor insan... Hiç olmazsa acılarda bir ortaklık oluşmasını, liderlerin bir ortak paydada buluşmasını umuyor. Bu olmayıp, tersine kısır bir tartışma doğunca sadece tartışanlar değil, topyekün siyaset kurumu kaybediyor. Oysa o kadar belli ki: Şu sancılı ortamda, elini karşıya uzatan kazanacak.

Dünün yegâne olumlu gelişmesi, herkesin program iptal ettiği sırada, Meclis Başkanı’nın çıkıp “Acımız ne kadar büyük olursa olsun, bağrımıza taş basacağız, yeni anayasa için adım atacağız” demesiydi. Bu önemli; çünkü bugüne kadar “Güçlüyüz, ezeceğiz” söylemi 5 cumhurbaşkanı, 10 başbakan eskitti. Dağda hâlâ 5 bin silahlı adam var ve örgütün eylem kapasitesi giderek artıyor. Çözümü dağda değil, Ankara’da aramak gerektiği ortada... Ankara da ilk kez doğrudan temasla silah bıraktırmanın siyasi yolunu arıyor. Teröre zemin hazırlayan toplumsal adaletsizlik hissini, yeni bir yurttaşlık tanımıyla gidermeyi planlıyor. Ortak iradeyle hazırlanacak bir anayasa ile bir barış iklimi yaratmayı umuyor. Terör, belki de bu kez bu umuda saldırıyor. Bu acılar bitsin istiyorsak, bir yandan dağdaki gediklerimizi kapatmalı, öte yandan da yıllar yılı askeri çözüme verdiğimiz şansı, bu barış çabasına da vermeliyiz. Hepimizin başı sağolsun.

FEHMİ KORU, MEHEMT ALTAN NE DEDİ? BİR SONRAKİ SAYFAYA GEÇİNİZ...
[PAGE] 
FEHMİ KORU NE DEDİ?

Gözünü kan bürümüş, eli kolayca tetiğe giden militanlara sahip örgütler, ne zaman isterlerse, hedef aldıkları ülkeyi sarsacak eylemler yapabilir. Bu tespitin en kanlı canlı örneği, varlığını sürdürdüğü otuz yıl içerisinde bir çok katliama imza atmış PKK örgütüdür. Dün de Çukurca’da çok sayıda can aldı PKK... Kimsenin bu yüzden olana şaşırmaması gerekir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül saldırının yapıldığı bölgedeydi birkaç gün önce; Başbakan Tayyip Erdoğan teröre karşı en sert mesajlarını son iki hafta içerisinde vermekteydi. Uzak ve yakın komşularıyla sürekli temas halindeydi hükümet; sürmekte olan hava operasyonlarını kara harekâtının takip edeceği izlenimi alınmaktaydı. Bölgeye yeni birlikler sevk edildi; ‘özel harekât timleri’ âcil eğitime alındı. Buradan çıkan sonuç şu: PKK’nın ülkeyi sarsacak saldırılar hazırlığında olduğu bilmesi gerekenlerce biliniyordu. Daha önce benzer tehditlere maruz kalmış ve çözümü siyasetin dilini devreye sokmakta bulmuş ülkelerde de, terör örgütleri, son savlet olarak, güçlerini hatırlatmak amacıyla ‘kamikaze-türü’ bireysel veya toplu eylemler sahneye koydular. Dünkü eylemleriyle, PKK da, güç gösterdi. 200 kadar militan çok sayıda hedefe saldırdı; bir günde en fazla zayiatı verdirdi. Yoksa PKK’nın derdi çözüme ulaşılması değil mi? Siyasi çözüm arayışlarında devlete karşı elini güçlendirmek amacıyla terör eylemlerine başvurduğu bir yanılsama mı? Bölücü ve ayrılıkçı tavrından hiç mi vazgeçmedi? İstediği, devleti de yeniden sertliğe başvurmaya yönlendirip Türkiye’yi 1990’ların siyasi şartlarına mahkum etmek mi? Hiç kuşkusuz yerinde sorular bunlar...

Öyle veya böyle, bugün dünyanın değişik bölgelerinde hâlâ teröre başvuran siyasi dava sahibi olduğu iddiasında örgüt kalmadı. PKK bu alanda neredeyse tek. Acaba PKK’nın niyeti ne? ETA ve İRA gibi uğruna eylem yaptığı insanların daha geniş haklara sahip olması karşılığı silâh bırakmayı mı düşünüyor, yoksa ülkenin bir bölgesinde ayrı devlet kurma projesinden vazgeçmek niyetinde olmadığını gizli müzakerelerde belli edince kanlı bir hesaplaşmayla yokoluşa sürüklenen Tamil Kaplanları gibi hep ayakta kalacağı düşünü mü görüyor? Galiba bu konuda kafası karışık PKK’nın veya içi karışık... Ya da, ne bileyim, artık adlarına teröre başvurduklarını varsaydığımız halk kitlelerini değil de, zaman içerisinde yolunun kesiştiği bazı yabancı istihbarat birimlerini dinliyor PKK liderleri... Türkiye’nin içini karıştırmak, önünü kesmek ve herkese fatura ödetmek de olabilir niyetleri... Olandan derin üzüntü duyuyorsunuz, biliyorum; benim de içim acıyor. Ancak sağduyu böyle zamanlar için lâzım... 

MEHMET ALTAN NE DEDİ?

Medyamız, görebildiğim kadarıyla, Hakkâri’nin Çukurca ilçesi merkezindeki güvenlik birimleriyle sınırdaki askeri birliğe PKK’nın ağır silahlarla eş zamanlı saldırı düzenlemesi ve 26 askerin şehit olup, 22 askerin de yaralanmasından ziyade bunun ‘zamanlaması’ ile ilgili... Bunun için de sorgu ve suallerde saldırının ‘neden ve niçin’ yapıldığı öne çıkıyor, yaptığı tahribat o sorgu ve sualin gölgesinde kalıyor... Sabahtan akşama aynı minvaldeki sorular adeta ring yapıp duruyor: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Başkomutan’ olarak bölgeye gitti ve sınır birliklerini bizzat denetledi. Acaba saldırı buna bir cevap mı? PKK’lıların Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla Habur’dan giriş yapıp teslim oldukları günün ikinci yıldönümüydü, saldırı bu nedenle gerçekleşmiş olabilir mi? Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, hafta sonu kritik bir görüşme yaptı ve ilk kez Suriyeli muhaliflerle resmi temasta bulundu, acaba bununla bağlantısı var mı? Baskına ‘neden’ arama soruları uzayıp gidiyor...

Hâlbuki sorulması gereken soru, baskının neden ve niçin olduğu değil... Sorulması gereken soru, sınırdaki bir tugayın ve güvenlik birimlerinin ağır silahlarla nasıl bu kadar rahat saldırıya uğraması... Bu kadar büyük bir can kaybı vermesi... Gerçek sorular sorulmayınca, neredeyse otuz yıldır izlemekten yorulduğumuz ‘kes, yapıştır’ nutuk ve demeçler tedavüle sürülüyor ve kamuoyu oluşturmaya yönelik hiçbir işe yaramayan kanıksadığımız haberler uçuruluyor: ‘Bölgede büyük bir operasyon başlatıldı’... ‘Sınır ötesi harekât’... ‘Uçaklarımız bombalıyor’... Baskını yiyip, askerlerimizi göz göre göre öldürttükten sonra sınır ötesi harekâtın, kamp bombalamanın, geniş operasyonu başlatmanın hiçbir kıymeti harbiyesi yok ki... Esas yapılması gereken, tugaya kimsenin saldırmayı göze alamayacağı bir zindelik ve caydırıcılık refleksi kazandırmak... Otuz yılda buna sahip olamadığımız için şablon nutuk ve hamasi askeri haberlerle bir sonraki baskın ve ölümleri bekliyor, adeta artarak büyüyen can kaybını sıradanlaştırıyoruz...

Çukurca 21’inci Sınır Jandarma Tugay Komutanlığı, baskın vermeyi aklından geçirenin dudağının uçuklayacağı bir güç ve dermanda olsa bunları mı konuşuruz? Hâlbuki bizde baskın verildiği gibi, saatlerce süren çatışmalar yaşanıyor ve görülmedik ölçülerde askerimiz ölüp, yaralanıyor... Üstelik eski terminolojide de ısrar etmeye devam ediyoruz... Olup biteni ‘terör’ olarak görme eğilimimiz devam ediyor... Siz hiç askeri tugaya baskın veren, saatlerce çatışan, mangalarca asker öldüren ‘terör’ gördünüz mü? Güneydoğudaki ‘düşük yoğunluklu savaşı’ hala ‘terör’ olarak tercüme edince de ardındaki sosyal dinamiği ve olayın gerçek boyutlarını da bilerek ıskalıyorsunuz, sorun bu nedenle de bir türlü çözülemiyor... Dün sabah erkenden kalktım... Bütün gazeteleri okudum... Yazımı 2012 bütçesini yazmak üzere kurguladım... Ne ki sabahın erken saatlerindeki gelen ilk telefonla alt üst oldum... ‘Keşke gerçek bir ordumuz olsa da çocuklarımızı kimse öldüremese’ diye düşündüm... Bu büyük kemikleşmiş zafiyeti konuşmadıkça sorunun ‘güvenlik’ boyutunu da çözemeyeceğiz... Sosyal ve siyasal yanını ise zaten çözemiyoruz... Çözsek bugüne kadar 29 kalkışma olur muydu? Sonuncusu neredeyse otuz yıldır sürdüğü gibi, sınır tugayı da hala kendini koruyamıyor... Ve çocuklarımızı yitirdiğimiz her baskının ardından hep aynı hamasi şarkıyı dinleye dinleye gençleri kaybetmeye devam ediyoruz...