Kim O'nun (sav) kadar büyük olabilir?
Umre ziyareti sebebi ile Medine'ye gidiyordum. Sevgilinin şehri Medine’ye…
Umre ziyareti sebebi ile Medine'ye gidiyordum. Sevgilinin şehri Medine’ye… Yer yüzünün, kabirin, berzahın, daha da ötesi mahşer gününün sultanı olan Hz. Muhammed’in (sav) Medine-i Münevvere’sine. İçimde tarif edemediğim bir duygu vardı. Gerçi bu ilk umre ziyaretim değildi. Ne var ki her mümin gibi ,ben de her gidişimde ilk gidişimdeki gibi heyecan yaşıyorum. Bu her mümin için böyledir. Her din mensubu peygamberine iman eder. Museviler Hz. Musa’ya, Hristiyanlar ise Hz. İsa’ya bağlıdırlar. Biz müminler bu masum olan peygamberlerin peygamberlik sıfatlarına iman ederiz. Her birine hürmetimiz sonsuzdur. Onlarla mahşerde buluşmayı temenni ederiz. Her birine ve her birinin sahip olduğu farklı farklı faziletlere ayrı ayrı hayranızdır. Bu bizim imanımızdır. Ama söz konusu Hz. Muhammed (sav) olunca tansiyonlar anında yükselir. O'nun şerefli ismi anıldığı anda yüreklerde ağlama hissi oluşur. Çünkü biz sadece ona iman etmeyiz. Biz o'na aşığız. O'nu her sevgiden öte bir sevgi ile seviyoruz. Biz o'nun divanesiyiz. O'nun kapısında el pençe dururuz. Biz onu anne ve babalarımızdan dahi çok daha aşkın bir sevgi ile severiz. O'nun mübarek vücudundan akan bir ter, bizim için dünya ve içindekilerden çok daha şerefli ve azizdir. İşte bu Hz. Muhammed (sav) ümmetinin Muhammedi’ne olan sevgisinin tezahürleridir.
Özlemle ve hasretle beklediğim beldeye gidiyordum. O Medine-i Münevvere ki, Hz. Peygamber’e şahit olmuş… O belde ki! O’nunla (sav) şereflenmiş… O belde ki! Yücelerden gelen vahye şahit olmuş… O belde ki, peygamberin hüznüne, mutluluğuna, her anına şahit olmuş… O belde ki, Allah’ın (cc) katında çok şerefli bir belde… Ve siz bu beldeye gidiyorsunuz. Giderken bunların hepsinin farkındasınız. O beldede yürürken sürekli etrafınıza bakınıp kendi kendinize; “Acaba burada, acaba şurada Allah Resulü yaşamış mıdır?” diyorsunuz.Bu düşünceler size müthiş bir heyecan veriyor. Medine’ye varıp peygamberimizin mübarek kabrinin bulunduğu Mescid-i Saadet’e doğru yürürken bu düşünceler sardı ruh iklimimi. Medine’de nereye baksam Hz. Peygamber(sav)'e ait bir hatıra gözümde canlanıyordu. Dağa taşa gücüm yetse; “Hadi bana anlatır mısın? Allah Resulü senin yanından geçmiş miydi? Onun rüzgarı sana dokunmuş muydu?” diyesim geliyordu. Ağır adımlarla mescide (Ravza’ya) yürüyor, bir yandan da saadet asrı gözümün önünde canlanıyordu.
Allah Resulü’nün ashabı ile beraber Medine’deki yürüyüşü… Uhud’a doğru ilerleyişi, torunlarını kucağına alıp okşayışı… Minbere vaaz vermeye çıkışı… Nereye baksanız O'nu (sav) görür gibisiniz. Daha mescide girmeden yüreğimde rahmet esintileri esmeye başladı.
Ben ağır adımlarla mescide yürürken ezan okunuyordu. On binlerce insan mescide yürüyordu. Kimisi Medine ehli, kimisi Iraklı, kimisi Pakistan, Mısır veya İranlı, kimisi Avrupa’dan gelmişti. Her dilden, her renkten on binlerce insan mescide yürüyordu. Ben de yüz binlerceden biriydim sadece. O yüz binler içinde üstünlük yok. Makam mevkinin anlamı yok. Reis-i Cumhur da olsan imamın arkasında saf tutan müminlerden birisin sadece.... Bir gördüğümü bir daha asla göremiyordum. Adeta mahşeri bir kalabalık akın akın mescide yürüyordu. Medine’de ezan okunduğunda bu kalabalığa şahit olursunuz. Esnaf ezanı duyduğu gibi dükkanlarını kapatır mescide gider. Okunan ezana Medine edebidir bu…
Cuma günleri mescidin avlusunda bile yer bulmak mümkün olmuyor. Medine’nin sokaklarına seccadenizi serip namaz kılmak zorunda kalıyorsunuz. Tarifi olmayan bir duygu. Gitmeyen anlayamaz. Dokunmayan bilemez. Hissetmeyene tarif edemezsiniz. Tıpkı renkleri görmeyene renkleri anlatamadığınız gibi.
Namaz sonrası peygamberimizin mübarek vücudunun bulunduğu kabr-i şerife geldim. Yüz binler demir parmaklıklar ardında metfun bulunan Allah Resulü ve yanında mahşere kalkacağı günü bekleyen 2 dostu olan Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in kabirlerini selamlıyor ve dua ediyorlardı. Ben de hasret giderenler gibi hasretimi giderdim. Ve bir zaman sonra diz çöküp O’nun (sav) kapısını izlemeye başladım. Bir taraftan binlerce insanın kapısına dokunmak için can attığı nebiler nebisini düşünüyor, bir taraftan da çok derin düşüncelere dalıyordum. O’nun (sav) kapısının eşiği bana büyük bir ders verdi.
O ders şuydu; Hani her dönemin çok sevilen, hayran olunan fenomenleri olur. Onları gözümün önüne getirdim biran. Hani şu arkasında binlerce insanın yürüdüğü, sokaklara posterleri asılıp, gündemden düşmeyenler… Herhangi bir şahsı hedef almıyor, umumi konuşuyorum. Konuşurken de bir şahsa değil, anlatmak istediğim noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Bu bir zamanlar sevilip, insanların ilgi odağı olan kişilerin kabirlerini gözümün önüne getirdim. Bir zamanlar dillerden hiç düşmeyen o kişilerin kabirlerinde şuan ne var biliyor musunuz? Sadece sessizlik var. Eğer bir ses arayacaksak tek bir ses hakim; o da rüzgarın sesi… Belki ayda yılda 1 - 2 kişi kabrine gelir yada gelmez. İşte bu kadar… O şöhret dünyada kalır. Geldiler ve dönemlerini yaşayıp gittiler. Unutuldular. Belki vefat ettikleri gün gelip çattığında küçük bir iki haberle isimleri bir daha anılıyor hepsi bu. Bu herkes için geçerli. Gün gelecek biz de böyle olacağız…
Ama... biri varki,o bir kişi müstesna…
İşte o müstesnanın kabrine doğru edeble başımı kaldırdım. Ve vefatı üzerine 14 asır geçmesine rağmen sevdası ve aşkı yüreklerde deprem havası yaşatan Hz. Muhammed’i (sav) düşündüm. Günün her saati ona salat ve selam okumak için kabrine uğrayan yüz binleri gözümün önüne getirdim ve dudağımdan şu sözler dökülmeye başladı;
“Sen, efendim… Sen… Sen tüm çağların en büyüğüsün. Sen insanlığın yegane rehberi ve medar-ı iftiharısın. Sen tüm çağların en büyük liderisin…Sen kainatı kuşatan bir rahmet ve karanlıkları delen pak bir yıldız gibisin… Sen ki , sen, doğruluk tahtının ebedi ikbalisin...Sen insanlığın dünya ve ahiretteki en büyük imamısın. Sen bizim umudumuz… Sen bizim övüncümüz ve sığınağımızsın… Sen peygamberlerin şahı Muhammed aleyhisselamsın…”
Bu sözleri söyledikten sonra edeble kabr-i şerifinden (Muvacehe'den) ayrıldım. Mescidin bir köşesine doğru yürürken düşünceliydim. Her adımımda, sanki az önceki sözlerimi tasdik edercesine İnşirah Suresi’nin 4. ayeti ruh iklimimi kuşattı. Şu yüce ayet-i kerimeyi defalarca mırıldanıyordum; “(Ey Muhammed) Senin şanını yüceltmedik mi?”