Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın, üniversite öğrencilerine tavsiyelerde bulundu. Aydın, öğrencilere 'mutlu olacağınız bölümleri seçin' dedi.
Abone olRektör denildiğinde insanların gözünde farklı bir profil belirir. Kimi zaman aşırı ciddiyet, kimi zaman asık bir yüz, kimi zaman da öğrenciler ile pek muhatap olmayan üniversitenin en başındaki profesör olarak algılanır.
Kadir Has Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aydın aklımıza gelenden farklı bir rektör resmi çizerek ön yargıları yıkıyor. Sosyal bilimler ve uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin en genç profesör ve rektörlerinden biri olan Mustafa Aydın, kendi öğrencilik dönemini, eğitim sistemini ve gençlere tavsiyelerini anlattı.
TERCİHLER BİLİNÇLİ DEĞİLDİ
Bizim zamanımızda üniversite tercihleri şimdiki gibi değildi. Sayısal sosyal ayrımı yoktu, biz her şeyi seçebiliyorduk. Lisedeyken matematiğim güçlü olduğu için öğretmenlerimden aileme kadar herkes mühendis olmamı istiyordu. Fakat lise son sınıfta uygulanan mesleki yönelim testinde benimle ilgili “sosyal alanlarda başarılı olur” sonucu çıkmıştı. Bu da üniversite tercihlerimi yaparken aklımın bir köşesindeydi. Sonuçta, tercihlerimi yaparken önce mühendislik alanında ilgilendiğim iki bölümü ve üç üniversiteyi yazdım, sekizci sıraya da uluslararası ilişkileri yazdım ve kazandım. Bizim dönemimizde bu işler bugünkü kadar bilgi ve veriye dayalı yapılmıyordu maalesef. Puanlarımızı bilmeden, çoğunlukla da ilgi alanlarımızla ilgili doğru dürüst bir yönlendirme olmadan tercihlerimizi yapardık. Tabii Mülkiyenin bir özelliği var; o dönemde Türkiye’de uluslararası ilişkiler alanındaki en yüksek puanlı ve bir numaralı okuldu. Zaten mühendislik alanındaki tercihlerim de dönemin en önde gelen bölüm ve üniversiteleriydi. Sonuçta karmaşık bir süreçte, yarı bilinçli bir tercihle uzun yıllar okuyacağım ve daha sonra da çalışacağım alana adım atmış oldum.
REKTÖR OLMAYI HAYAL ETMEDİM
İnsanların öyle düşünceleri olur mu, bilmiyorum. Ben de yoktu. Akademisyen olduktan sonra benim düşüncem yardımcı doçent, doçent, profesörlük gibi bürokratik aşamaları bir an önce en hızlı şekilde halledeyim; arkada kalsın, bunlarla uğraşmayayım diye düşündüm. Bunun dışında büyük ölçüde ders verme, yayın yapma ve sayıları zamanla artan konuşmalarıma odaklandım. Hiçbir zaman bir bölüm başkanı, fakülte dekanı veya üniversiten rektörü olayım diye düşünmedim.
Hayatın gidişatı diyelim. Üniversiteyi bitirince bazı iş sınavlarına girdim. O sırada Milli Eğitim Bakanlığı da halen yaptığı gibi yurt dışında yüksek lisans ve doktora yapmak için burs veriyordu; o sınava da girdim ve kazandım. Ne yapayım diye düşünürken, bizden önce bu aşamalardan geçmiş insanlarla tecrübelerini konuştuğumda, İngilizce bilmeden ilerleyen yıllarda bürokraside ya da iş hayatında istediğim yerlere gelemeyeceğimi anladım. Bu arada, ortalama Türkiye orta eğitim sisteminden gelen birisi olarak bir miktar Almanca dışında, doğru düzgün yabancı dil bilgim yoktu. Ben de o zaman kendi kendime, “İngilizce öğrenmeyi de kapsayan bu bursla İngiltere’ye gideyim, yüksek lisans yapayım, bu arada da yurt dışı tecrübesi de edinirim “ dedim ve bursu kabul ettim. Sonrasında İngiltere’deki yüksek lisans bitince, araştırma yapmak ve daha ileri düzey eğitim almak beni mutlu ettiği için doktoraya devam etmeye karar verdim. Sonrasında ise başka hiçbir işi düşünmedim. Bence o noktada işin doğal akışı akademisyen olmayı gerektiriyordu. Genel olarak gençlere ilham verecek ve örnek alınacak bir tercihler döneminden geçmedim aslına bakarsanız.
ÜNİVERSİTEYİ ÜST NOKTAYA TAŞIYAN REKTÖR BAŞARILIDIR
Bence bu çok net: Rektörün başarısı üniversitenin başarısı ile ilişkilidir. İdari olarak üniversitenin yönetiminde kurumsallaşma, modernleşme, sadeleşme, verimlilik gibi unsurları gerçekleştirmek, çalışanların daha mutlu olmasını sağlamak bence başarı kriterleridir. Akademik olarak ise üniversiteyi aldığı yerden daha üst noktaya taşıyan rektör başarılıdır. Tabii rektörlük büyük ölçüde idari, yöneticilik tarafı öne çıkan bir görevdir, ama ben rektörlerin akademisyen kişiliklerini de kaybetmemeleri ve o tarafta da öncü olmaları gerektiğine inanıyorum.
ÖĞRENCİLERE TAVSİYE: MUTLU OLACAĞINIZ ALANI TERCİH EDİN
Üniversiteyi seçecek öğrencilere istedikleri alanı seçmelerini tavsiye ediyorum. Bizim dönemimizde herkes bunu bilinçli yapamadı; uygulanan sistem ve ülkenin tercihleri buna çok uygun değildi. Türkiye’de üniversite eğitimi meslek sahibi olmakla çok örtüşüyor. Okuduğunuz alanda meslek sahibi olmanız bekleniyor. O nedenle, kişi üniversiteyi bitirdikten sonra 35-40 yıl çalışacağı alanın ne olmasını istiyorsa, okumaktan ve çalışmaktan zevk alacağı, mutlu olacağı o bölümü tercih etmelidir.
ÖĞRENCİLERİN GENELİ ÜNİVERSİTE DÖNEMİNİ BOŞA GEÇİRİR
Üniversiteye girdikten sonra tabi başarılı olmak sebat etmeyi gerektiriyor. Üniversite dönemini öğrenciler büyük kısmı maalesef boşa geçiriyorlar. Biz de boşa geçirdik. Bunu daha sonradan dönüp baktığımızda anladık, ama çok geçti. İnsan üniversite çağında iken zamanın değerini pek anlamıyor. Ben öğrencilerime hep üniversitedeki dönemlerini kendilerini farklı alanlarda geliştirmek için iyi değerlendirmelerini söylüyorum. Bir daha hayatlarında bu kadar rahat bir dönemleri olmayacak. Yine yüksek lisans yapmak isteyen öğrencilere mutlaka farklı üniversite denemelerini, yabancı dilleri yoksa yabancı dil öğrenmelerini, dil biliyorlarsa mutlaka ikinci bir dil öğrenmelerini söylüyorum. Eğer imkân bulurlarsa yurt dışına gitme fırsatını değerlendirmelerini istiyorum. İşe girdikten sonra başarılı olmak için işini severek ve herkesten iyi yapmak, gayret etmek başarıyı beraberinde getiriyor.
ESKİDEN İNSANLAR DAHA SAYGILIYDI
Gelenektir; bir önceki jenerasyon yeni gelen jenerasyonun davranışlarını beğenmez, tavırlarında hata bulur. Eğitim dünyasında olmanın ve farklı jenerasyonlardan öğrencilerle içli dışlı olmanın getirdiği bir avantaj, aradaki yaş farkı açılsa da gençlerle uyum içinde olabilmektir. Ben de bunu yapabildiğimi ve kendi jenerasyonumdan belli ölçüde ayrışabildiğimi düşünüyorum. Bir tek şöyle bir şey var: Sanki eskiden insanlar birbirlerine karşı daha saygılı ve anlayışlı davranırlardı. Bugün artık özellikle büyük şehirlerde hayatı çok hızlı bir şekilde yaşarken, insanlar birbirlerine gereken saygıyı göstermiyorlar; hatta bir kısmının bunu zaman kaybı olarak gördüklerini düşünüyorum. Tabii bu sadece yeni nesille ve öğrencilerle ilgili bir durum değil; herkes için geçerli. Toplumun genelinde bir telaş, had bilmezlik, saygısızlık ve tahammülsüzlük var. Bunu bizim gibi işi insanlarla olan kişiler daha çok deneyimliyor tabii.
ÜSLUP SORUNU BAŞLADI
Sadece Türkiye’de değil, dünyada da sokağa çıktığınızda bu durumu gözlemlemek mümkün. İnsanlar birbirlerini yeterince düşünmemeleri çağımızın bir yansıması sanırım. Günlük hayatta karşılaştığınız insanlar, kiminle konuştuklarına hiç dikkat etmiyorlar. Özellikle gençlerde dünyanın merkezine kendilerini koydukları bir yaklaşım hakim oluyor. Bu durumda da günlük hayatta karşılaşılan kişilere önem verilmeyen bir anlayış hakim olmaya başladı. Bu ciddi bir üslup sorununa dönüşmeye başladı bence. Giderek genelleşen bu durumdan kaçınmak da çok kolay değil. Öğrencilerde de beni en çok rahatsız eden unsur bu; örneğin birisi ile konuşurken bunun bir seviyesi olması gerekiyor. Seviyenin illa çok aşağıya düşmesine gerek yok. Ben tanıştığım herkesle çok hızlı bir şekilde samimi olup yakın bir dille konuşmayı seviyorum. İnsanlar da genelde bundan hoşlanırlar. Bunu yapıyor olmak aramızdaki duvarları kaldırdığımız anlamına gelmez. Benim yapıyor olmam, karşımdakine de bu imkânı vermez. Ben kendi iş ve özel hayatımda farklı insanlarla temas ederken buna dikkat ederim; karşımdaki kişinin konumu, makamı, yaşı, tecrübesi, üslubu ve diğer pek çok unsur önemlidir ilişkinin çerçevesini ve düzeyini belirlememde. Bu bağlamda insanların karşılıklı iletişimde hassas olmamaları, kaba ve seviyesiz bir düzeye ilişkiyi hızla indirmeleri beni rahatsız ediyor. Eskiden var olan bu hassasiyet kayboldu gibi geliyor bana.
ÖĞRENCİLER SAYGI DUYULMASI İSTİYOR
İnsanlar çeşit çeşit olduğuna göre, öğrenciler de çeşit çeşit. Talepkar öğrenciler var örneğin; Bu öğrenciler mevcut hayatlarında zaten başarılı, gelecekte de başarılı olacağını görebiliyorsunuz. O öğrenci tabii ki yüksek notlar, iyi bir hoca, hocanın derse devamlılığı, üniversitede kendini geliştirme imkanlarının sağlanmasını, iyi yol gösterilmesini, üniversitenin kaynaklarının olmasını istiyor. Bir başka grup öğrenci ise daha çok sosyal imkanlarla ilgileniyor ve burada alternatiflerinin artırılmasını önemsiyor. Bir başka grubu hiç bir şeye bulaşmadan bir an önce mezun olmayı önemsiyor; başka bir grup hayatı dolu yaşayıp, topluma katkı yapmayı önemsiyor, vs. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Fakat, bütün öğrenciler arasında benim gördüğüm ortak nokta; hepsi de üniversitelerince ciddiye alınmayı ve sorunlarıyla samimiyetle ilgilenilmesini istiyorlar.
GENÇLER DERTLERİNİ ANLATAMIYOR
Şu anda üniversite çağında olan gençlerin önemli bir sorununu gözlemliyorum; dertlerini basit bir şekilde ve tam olarak anlatamıyorlar. Öğrenciler genellikle sosyal medya üzerinden ya da gün içinde üniversite ortamında bana ulaşıyor ve çeşitli sorunlarını iletiyorlar. Fakat bir öğrencinin sorunun tam olarak ne olduğunu anlamak için en az 5-6 ek soru sormak gerekiyor; bu kadar karmaşık bir anlatım tarzları var. Bunun büyük ölçüde ilk ve orta eğitim sistemimizdeki aksaklıklardan ve toplumsal gelişimdeki tercihlerimizden kaynaklandığını düşünüyorum.
Bir öğrencinin sorununu doğru olarak anladıktan sonra iş kolaylaşıyor; ya ilgili kişiye talimat verip çözüyoruz, ya da “bu sorun çözülemez” veya “bunu bana değil şu kişiye sor” diyebiliyorum. Öte yandan, sorunu çözülemese bile, öğrenci üniversitede en üst düzeyde ilgi gösterilmesinden, meselenin sahiplenilmiş olmasından memnun oluyor.