BIST 9.178
DOLAR 34,38
EURO 36,49
ALTIN 2.881,14
HABER /  GÜNCEL

Kazım Koyuncu'ya son yazı

Karadeniz'in hırçın ve duygusal çocuğu Kazım Koyuncu, Türkiye'yi yasa boğdu. Nihat Genç, Koyuncu'ya olan sevgisini ve ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirdi.

Abone ol Dido, gülbeyaz gibi şarkılarla tüm Türkiye'nin kalbini fetheden Kazım Koyuncu, aramızdan ayrıldı. Genç yaşta kansere yenik düşün sanatçı için Nihat Genç de üzülenler arasındaydı. Genç, Koyuncu için son vazifesini yaptı. Genç, isimli yazısını yazdı..

Yazı : Nihat Genç
Kaynak :


Karadenizliler, genç sanatçının kansere yenik düşmesine ağlıyor, hepimiz kavrularak ağlıyoruz. Kazım Koyuncu'nun ailesine, arkadaşlarına sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Kazım Koyuncu arkadaşımızdı. Fuat Saka, Volkan Konak, Sunay Akın, İbrahim Can ve Kazım Koyuncu... Gizli bir örgüt gibi. Kazım'ın ölüm haberini alınca düşündüm... Bizler, birbirimizi niye anlatamayız.

Çünkü hiçbirimizin hayata karşı hesapları yok. Hiçbirimiz tedirgin değiliz. Ve hepimiz kendi bileklerimizden sorumluyuz...

Ve bu sanatçıların her birinin içinde, sanki trafo saklı gibi enerji yüklü... Bir gün belki, oturmalarımızı, konuşmalarımızı, huylarımızı, birer birer hikaye eder, anlatırım...

Hastalığı sonrası birkaç kez telefon ettim. Karadenizliler arasında sıkı bir geyik vardır. O geyikten çevirdik, şöyle: 'Kazım biz hamsi yedik, mısır ekmeği yedik, bize bir şey olmaz!'...

İşte bu geyikten çevirip gülüştük. Ama galiba, mısır ekmeğinin, hamsinin kendisi artık kanser...

Genç bir insanın ölüm acısını hiçbir söz içimizden alamaz. Acıyla ancak zaman başeder. Ve Kazımlar'ın yeteneği, enerjisi, coşkusu, sara illeti gibi bir şeydi. Tutulmaları imkansızdı... Uyurken bile tepinir, titrer yerinde duramazlardı. Türkülerini ve topraklarını delirmişcesine seviyorlardı...

Ne diyeyim sana Kazım... Genç yaşında duygunun, coşkunun, şarkıların yeterince yüksek zirvelerine tırmandın... Hepinizin volkanik bir bedeni vardı... Türküler lavlar gibi akıyordu...

Ne diyelim sana Kazım... Sen de hepimiz gibi büyülenmiş ve artık türkülerinle herkesi büyülüyordun...

Ne diyeyim sana Kazım... Sahnede, yüreğinden kamçılanmış gibi türküler söylüyordun...

O korkunç kuvvetli duyguları hangi uçurumların tepesinden topladığını biliyordum... O korkunç kuvvetli duyguları hangi rüzgarlar sana öğretti tanıyordum... O korkunç kuvvetli duyguları yüreğine hangi ıssız yaylaların neşeleri soktu biliyordum... Çünkü aynı ülkenin, aynı sokakların çocuğuydum...

Kazım, o hüzünlü, coşkulu çığlıklarını içimizden kimse söküp çıkartamayacak!.. Yakında biz de geleceğiz, ne diyeyim, ışık değilsin ki, şimdi söndün diyeyim. O hüzünlü çığlıklarını şimdi başkaları bulur mu onu da bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, bir ülke önce insanın gözlerine yerleşir, sonra kalbine...

Ve sanatçı diye bir şey yoktur bu ülkede, taşkınlık, coşma, dağılma, parçalanma, sürüklenme, kendini tutamama, aşırılıklardan kurtulamama vardır ve bu insanların artık bıçak saplasan girmez bedenleri vardır!

Genç bir insanın ölüm acısını hiçbir söz içimizden alamaz. Acıyla ancak zaman başeder. Bir de Karadeniz'in kara rüzgarları...

Eylül ayının sert fırtınaları, delirmiş dalgaları, kayaları devirdiğinde sert soğuk rüzgarlar başlar... Sibiryalar'dan kopup gelmiş Kafkaslar'da çarpışmış...

Kara poyrazlar kapkara bir öfkeyle kemiklerinizi kırarcasına eser... İncecik erik ağaçlarının incecik fındık dallarının bu sert rüzgarlara karşı şansı yok.

Ayakta kalabilmek için biraz deli, biraz divane, biraz kudurmuş, biraz rüzgar gibi, biraz Karadeniz olacaksın...

Yağmurları nehir olup şehirlerin ortasından akan ülke...

Dağları ormanları söküp sahile indiren sellerin ülkesi...

Ve denizin kumunu, gökleri kapkara rengine boyayan dağları parçalayan rüzgarların ülkesi.

Duydunuz mu, Kazım ölmüş...

Meteliksiz, beş parasız, sahillerinde, dağlarında sürttüğümüz ülke... Sık sık dalgaların altından kumların hızla çekilip sürüklendiğimiz ülke... Duydunuz mu, Kazım ölmüş...

Kasım ayı devrildiğinde ne mavisi kalır gecelerin... Ne yeşili kalır dağların. Kapkara bir lacivert. Kömür madenleri taşıyormuş gibi bulutlar. Ağır ağır dağların tepesine oturur. Yağmurlar öyle tane tane değil, devrilmiş tren katarları gibi düşer başınızdan... Yağmur değil göklerden asfalt parçaları düşüyor gibi, ormanların beli kırılır...

Duydun mu kara lacivert deniz, Kazım ölmüş...

Karadeniz artık ölüm yatağında ülke...

Kendi ailem dahil, ölenlerin sayısı, yaşayanları geçti.

Ne hüzünlü coşkulu şarkıları teskin ediyor artık bizi... Ne ladin ormanları. Ne dalgaları. Ne mısır tarlaları. Ne karayemişleri. Ne yılan basmış tepeleri, yaylaları.

Karadeniz acılar içinde ülke. Artık her kapıda bir tabut. Her köyde yaygaralarla ağlayan insanlar. Yırtınarak, böğürerek, cırlayarak yürekleri yanmış insanlar...

Karadeniz'in artık, şakası, fıkrası, horonu, futbolu, fındığı değil... Karadeniz'in artık kanseri meşhur, konuşuluyor.

Coşkulu türküleri, enerjik rengini kaybediyor ve artık ağıtlar kansere yazılıyor.

Çayımız, fındığımız, bulutumuz, suyumuz, horon tepen genç çocuklarımız, ninelerimiz, hepsi bir büyük dünya savaşına girdi. Kansere karşı topyekün bir meydan savaşı... Kırılıyoruz...

Ey Karadeniz, senden nefret mi edeceğimizi sanıyorsun... O yemyeşil eşsiz manzaraların, yağmurların, suların, sellerin ormanlarından vaz mı geçeceğimizi sanıyorsun...

Bize teslim olmamayı sen öğrettin... Hepimizi teker teker alsan da, senin çocuğun olmak, senin dağların sahillerinde birkaç gün gezinmiş olmak, bize yeter...

Bize, dünyaya meydan okuyacak gücü sen verdin, bu türkülerin çığlıklarını sen verdin, bize hesapsızlığı, ölçüsüzlüğü, deliliği sen öğrettin.

Ölümünü, tabutlarını, kanserden kolordularını topla gel!.. İstediğin kadar gel... İçimize, bu toprağa, acıyı yerleştiremeyeceksin...