İlkim hanım Cem Karaca ile birlikteliklerini ve sanatçının son nefesinde yaşadıklarını anlattı
Abone olHarita, Yunan dili, Türk sanat müziği okudu, şiir ve öykü yazdı, radyo programcılığı ve koristlik yaptı. Cem Karaca miladı oldu, Cem’le cem oldu. Yaşamının son yedi yılının her gününü hayallerinin adamına adadı. Onun eli, ayağı, beyni, kalbi oldu. En sevdiği insanın kucağında ölümüne tanık oldu. Acısını dillendirecek hale ancak geldi. İç dünyasını ilk kez bu kadar açıklıkla paylaştı. Sevgili eşine yapılan yanlışlıkları, sevgi dolu birlikteliklerini, sözlerinin çarpıtılmayacağından emin olduğu Zaman’a anlattı... Sesi yumuşacık, kırgın; ama inançlıydı... Yedi yıllık bir beraberliğin ardından, Cem Karaca’sız yaşamak nasıl bir şey? Çok zor. Çünkü birbirimizi tanıdığımızdan beri ayrı yaşamadık, her şeyi paylaştık. Seyrettiği bir haberi bile benimle paylaşırdı, ben mutfakta olsam dahi. İnsanın yüreğine işleyen bir sesi vardı. Her saniye adımı söylediği için, onu çok özlüyorum. Allah’tan şarkıları var, ağlamak pahasına onları dinliyorum. Alkışlarla değil de tekbirle uğurlanmak isteyişini eleştirenler oldu. Eleştirilere alışkınım, beni çok rahatsız etmedi. En son bir canlı yayında, bir insan, birdenbire Cem’e hakaret etmeye başlamıştı “dönek” diye. Cem’in ne kadar üzüntü çektiğini ve sağlığının bozulduğunu ben biliyorum. Ama insanlara “aman Cem hasta, böyle demeyin” diyemezdim. Onu o kadar kolladığımı hissettiremezdim. Belki Cem bundan rahatsız olurdu. Çünkü son sözü hep o söylerdi. Onu tekbirlerle uğurlamak için çaba sarf ettim. Yıllarca okuduğu gazete Milliyet’ti. Oraya vefatını bildirdim ve ‘Alkışlarla değil, tekbirle uğurlanması vasiyetidir.’ dedim. Ne zaman yaptı bu vasiyeti? 98’de babasının mezarını ziyarete gittiğimizde söylemişti ilk. Ve yıllarca, ne zaman bir cenazenin alkışlarla uğurlandığını görse tekrarladı. Bunu İlham Gencer’e de söyledi iki yıl önce. Yine birbirlerine vasiyet ettiler bir kez daha. Ölümünden sonra bazı nahoş hadiseler yaşadınız... Cem derdi ki, “Bana bir şey olursa, ilk arayacağın emmoğlu Yılmaz Karaca’dır. Benim töremi o biliyor. Belki sen çarşafa dolaşırsın.” Panik olacağımı tahmin ediyordu. Oğluyla görüşmüyordu Cem, çok kırgındı. Buna rağmen ben Yılmaz Karaca’dan rica ettim oğluna ölümünü söylemesi için. Oğluna ben de çok kırgındım. Dolayısıyla Yılmaz Karaca haber verdi. Fakat yanlış bilgiler almış ve gidip hastanenin önünde açıklamalar yapmış. Sanki ben ambulanstan şikayetçi olmuşum, ambulansı beklemişim gibi. O arada soruşturmalar açılmış. Çok mecbur kaldığım için evimizde bir açıklama yaptım. Cem’in ölümünden sonra çok yoruldum, yanlış haberleri düzeltmekten. Savaş Ay’ın yazdığı Edip Akbayram haberini düzeltme çabalarım oldu. Basında yanlışlıklar maalesef oluyor. Fakat sizinle konuşurken beni yanlış anlamayarak ya da çarptırılarak yazılmayacağından eminim. Ambulans meselesi sizi çok üzmüş... Ben ambulans beklemedim, cahil biri değilim. Taksiyi çağırdım. Kimseye ne kırgınım ne de oturup ambulans bekledim. Ama “Bir soruşturma açıldı, bunda neden yer almıyorsunuz?” gibi sorulara maruz kaldım. Ben kimseyi sorumlu tutmadım. Tekbirin dışında başka bir vasiyeti var mıydı? Bana zaman zaman yazdığı notlar ve sözlü bazı vasiyetleri vardı. Zaman içinde paylaşacağım, özel şeyler de var çünkü. Sağlığında devam eden davaları vardı. Gerek plakçılarla, gerek özel hayatıyla ilgili. Avukatım Yaşar Özışık’a vekaletimi verdim. Maliyecim olarak da Ohannes Kürkçü var. Davaların sonucunu bilmeden, yanlış yapmak istemiyorum. Kaldı ki bir oğlu var. Tek başıma da hareket edemem. Uzanlar’ın Star’ı için yaptığı seslendirmenin parasını alamadığı doğru mu? Onlarla üç parçada ödenecek bir anlaşma yapmıştı. İki parçasını almıştı. Boşanacağı eşine vermişti ilkini. İkinci aldığını oğluna verdi, sıfır kilometre araba alsın diye. Ve bu, benim isteğimle oldu. Üçüncüsünü de bana vermek istiyordu; ama alamadı. Miktarını bilmiyorum. Avukata verilmişti, ona “Böyle bir ödememiz yok.” diye cevap geldi. Cem çok üzülmüştü. Mesela bir televizyon dizisi için teklif gelir, “Sizi onur konuğu olarak almak istiyoruz.” denir. Cem de “Ben profesyonel bir sanatçıyım, hem seslendirme yapıp hem de oynayacağım. Ne vereceksiniz?” derdi. “Şunu istiyorum” demezdi. Karşılığında “bir şey düşünülmedi” dendiğinde, bana dedirtirdi ki, “Cem Karaca’nın ekranda görünmeye ihtiyacı yok. Teşekkür ederiz.” Cem Bey sizden neler isterdi? Hep onunla televizyonlara çıkmamı isterdi. Cem yoksa benim işim yok televizyonda. Cem’le ilgili bir haber için onun gösterdiği şahısları arayıp, “Cem böyle bir not bıraktı” deyip, o insan bana geri dönmemişse ve onlar şimdi benimle röportaj yapmak istiyorsa kabul etmemek en doğal hakkımdır. Cem’in isteğine göre hareket ettim, hep saygılı, hep gerideydim. Hatta Haftalık Dergisi öykü yarışması açmıştı, bir romanın ilk cümlesi diye. Dedi ki Cem, “Göndersene, bakalım ne olacak?” Gönderdiniz mi? Yazmıştım; ama göndermemiştim. Göndersem iyi olur. En azından o da onun istediği bir şeydi. Sonuçta Cem’le yaşadıklarımı yazsam yeter. Oturduğumuz Tayyareci Sadık Sokağı’nı daha önce bir belediye Toto Karaca Sokağı yapmış. Ondan sonra levha çıkarılmış, tekrar Tayyareci Sadık Sokağı olmuş. Böyle yanlışlıklar yaşanmasın. Cem buna çok kırılmıştı. Dolayısıyla böyle şeyler yapılırken, hiç ad verilmemiş yerleri seçmek lazım. Başkaları incinmesin, bu çok önemli. Barış Manço’nun adı bir vapura verildiğinde Cem’e “Sana emri hak vaki olduğunda, bir vapura da senin adını verseler.” demiştim. Bana demişti ki, “Vermezler kızım. Onun abisi Savaş Manço var, benim öyle bir abim yok ki. Bütün bunları Savaş Manço yapıyor. Barış Manço’yu Barış Manço yapan, Savaş Manço’dur.” Ayrıca “Fikret Kızılok’a tekne ve balık zevkini ben aşıladım” demişti. Kızılok öldüğünde, “Cem” dedim, “Aslında Fikret Kızılok adı da bir vapura verilse, Barış Manço, Fikret Kızılok, hep böyle salınsalar denizde. Fikret için neden verilmedi?” Yine o zaman da “Fikret’in abisi yok ki.” dedi. Tabii Cem için böyle bir şey olursa Muhtar Cem Karaca olarak verilmesini isterim. Çünkü Cem’in başında Muhtar var, dedesinin adı. Bunları oturup oğluyla konuşma imkanınız oldu mu? Hiç olmadı. Sabahleyin ölüm haberini aldığı zaman, annesi ile kendisinin bana çok ters davranışları oldu. Ömrüm boyunca unutamam. Unutursam Cem’e saygısızlık etmiş olurum. Çünkü küfürler, ithamlar, başka şeyler oldu. Benim öldürdüğümü söylediler. Koşup hastanede yalan bilgiler, beyanatlar vermeler. Hepsini düzeltmek zorunda kaldım. Ve ben yine ‘bunlar böyle yaptı da bu yalan beyanatları o yüzden düzeltiyorum’ demedim. Dolayısıyla düşüncelerini avukatıma söylerler. Aynı şey düşünülüyorsa birlikte hareket edilir, düşünülmüyorsa zaten bir araya mümkün değil. Aynı şeyleri düşündüğümüzü hiçbir zaman görmedik. Babası bile bir araya gelmedi de ben mi geleceğim? O öldü, biz şimdi dost olalım! Böyle saçma bir talep olamaz. Başsağlığı dilemedi mi? Ailemin, Yılmaz Karaca’nın yanında, “Başımız sağ olsun.” diyerek, herkesle tokalaştı. Ben de “Başın sağ olsun evladım.” dedim; ama suratına bakmadım. “Başımız” diyemedim. Görüp görebileceği benden kelime bu. O parayı verdiren, sıfır araba almasını sağlayan bendim. Cem vermek istemedi. Ben iyilik yaptım, o zaman böyle olduklarını bilmiyordum. Cem Bey hangi partiye oy verirdi? Hep CHP. Muhalefet kanadındaydı, Deniz Baykal’ı çok eleştiriyordu. Partinin bölünmesine sebebiyet verdiğini düşünüyordu. Bakırköy CHP’ye kayıtlıydı; ama hiç aranmazdı. Fakat gazetede başsağlığı ilanını gördüm, Bakırköy CHP ilk kez, Cem’i andı! Bunlar tabii benim acılarım. Ama Allah sabrını verecek. Gece uyumadan önce, ikimiz de kitap okurduk. O ara sıra televizyona bakar; ama kulaklıkla dinlerdi, komşular rahatsız olmasın diye. Bana hadi şu şarkıyı söyle diye Türk müziği söylettirirdi. Babası da Cem’e söyletirmiş, sandalla dönerken. Cem de o zaman yüksek sesle söylermiş. Babası da dermiş ki, “Oğlum, Türk müziği yavaş söylenir, bağırmadan söyle.” Benim sesim yavaştır, o “Biraz daha hızlı söyle.” dediği zaman, “Türk müziği öyle söylenmez Cem, rock söylemiyorum.” derdim. “Hoş geldin Mehmet İbrahim.” derdi bana. Şarkı biterdi, dua ederdik. Yatmadan evvel?.. Evet, her gece. Ne derse bana tekrar ettirirdi. Sonra tek başına ederdi. “Sen şimdi özel duanı et.” derdi bana. Onu ben sessiz ederdim. “Bir kere de sen hızlı konuş da ben de senin neler söylediğini duyayım.” derdi. “Allah’ım, şu aciz kulun Cem’i affet. Senden geldik, Sana döneceğiz, ben zavallıcık bir Cem’ciğim.” derdi. Çocukça bir ses çıkarırdı. Sonra “Allah hümme salli alâ” diye başlar, bana “İlkim, sen de katıl. Düşünebiliyor musun bunu bütün dinlerdeki insanlara söylettiğimizi? Ama bu ülkede bu kadar adamı toplayıp, kayıt yapacağımız bir stüdyo yok ki.” derdi. Salavat-ı şerifi bütün dinlerdeki insanlara söylettirmek istiyordu demek. Evet, “Böyle bir koro kurduğumu düşün. Senfoni orkestrası eşliğinde bunu yapmak lazım.” derdi. Şimdi bu da bir vasiyet sayılır ve kesin yapmak gerekir. Şeyh Bedrettin Destanı’nın bir kısmını bestelemişti. “Gerisi beynimde. Bu ikisini yaptığımda herkes bana bir şey söyleyecek. Hiç umurumda değil.” derdi. “Salavatı tüm dünyaya iletmek lazım, bütün dünya bunu dinlemeli. Şu muhteşemliği, insanın içine verdiği huzuru duyuyor musun İlkim? Ve bas bariton sesler olmalı. Kadın sesi fazla olmamalı. Olacaksa da onlar da alto sesler olmalı.” derdi. Cem Bey’den evvel bu kadar “dindar” mıydınız? Değildim. Ben de Alevi bir babayla Sünni bir annenin çocuğuyum. Biz de hiç baskıyla büyümedik. Özellikle Cem’i kaybettikten sonra hakikaten Allah’a daha yakın olduğumu hissettim. Ölümün de O’na kavuşmak olduğunu yakinen gördüm. En sevdiğim insan kucağımda gitti. Bir şey söyledi mi ölürken size? Çok yavaş sesle “Allahü ekber” dedi iki kez. “Sen de yat, sen de uyu.” dedi. Son sözleri bunlardı. Bu bayramda babasının mezarına gittiğimizde toprağa koydu elini, “Çok yakında geliyorum peder merak etme.” dedi. “Cem hadi bir an önce gidelim. Bak elini de kirlettin.” dedim. “Böyle titizlik yapma. Toprak o, kuruyunca geçer.” dedi. Bence malum oldu. Çünkü 98’de gittik en son babasını ziyarete. Ben her bayram “Gidelim mi babanı ziyarete?” derdim. “İlkim her gece dualarımızı gönderiyoruz ya, mutlaka gitmemiz gerekmiyor, o yokuşu çıkarken nefes nefese kalıyorum.” diyordu. Fakat, bu bayram sabahı “babam çağırıyor” diye kalktı. Rüya mı gördü acaba? Rüya görmüş olamaz. Çünkü televizyon seyrediyordu bayram sabahı, uyumadan kalktı. Sabah, baktım ki Cem giyinmiş. “Nereye?” dedim, “Babamı görmeye gidiyorum, Babam çağırdı.” dedi. “Cem uyumadın, şimdi içkili, uykusuz gitme. Bu akşam çalışman var, yarın sabah gidelim. Önce bir bayramlaşalım.” dedim. “Bir tanem bayramlaşırız, sen uyu, ben taksiyle gidip geleyim.” dedi. “Yok, Martı’nın arabası burada, birlikte gideriz.” dedim. “O zaman çabuk ol.” dedi. “Bir bardak çay içeyim.” dedim. “Yok, hiç senin çayını filan bekleyemem.” dedi. Öylece gittik. O gün fotoğraf çekmenizdeki hikmet neydi? O da bana mı malum oldu ne? Küçük bir makinemiz var. Her konserinde çekerim. Ona arşiv yapardım. O mezarlık ziyaretini 1 Şubat’ta yaptık. 8’inde öldü. Babası 7 Nisan’da ölmüş. “7, 8, 9, İlkim, bu tarihlere dikkat et. Ayını bilmiyorum güzelim; ama ben de bu tarihlerden birinde öleceğim.” derdi. Konser tarihi olarak 7, 8, 9 verilince içim kötü olurdu. O tarihler geçtiği zaman, oh derdim, yıllardır. İXTANBUL