BIST 8.619
DOLAR 34,28
EURO 37,50
ALTIN 3.021,00
HABER /  MAGAZİN  /  KÜLTÜR VE SANAT

Kabullerin dışındaki herşey insana tuhaf gelir!

Mehmet Mollaosmanoğlu 7 yıla 8 roman sığdırmış bir yazar. İlk eserlerinden Cennet Ayracı geçtiğimiz ay yeniden yayımlandı. Onun tarzı diğer Türk yazarlardan biraz farklı…

Abone ol

Mehmet Mollaosmanoğlu 7 yıla 8 roman sığdırmış bir yazar. İlk eserlerinden Cennet Ayracı geçtiğimiz ay yeniden yayımlandı. Onun tarzı diğer Türk yazarlardan biraz farklı… Kendisi gerilim-kurgu diye tarif ediyor ancak Umut Çalışan’ın kitap eleştiri bloğundaki şu yorum bir fikir verebilir:

Harlemli bir zencinin kaleminden çıkıp, Zeki Müren lehçesi ile çevrilmiş gibi. Adını tam koymadığım belki ağdalı, belki soğuk, belki abartılı insana garip gelen bir anlatım. Gerçi bunun sebebi her zaman Amerikan romanlarında/filmlerinde gördüğümüz türden olayların Türkiye’de Türk isimleriyle geçmesi de olabilir…

Cennet Ayracı’na gelince… Aslında yazarın  3. romanı ve ilk kez 2008 de yayımlanmış. Şimdi 2. Baskısı Profil’den çıktı ve yazar ilk halinin üzerinde oynadığını ve düzeltmeler yaptığını söylüyor bu yüzden yeni roman heyecanı yaşadığını belirtiyor.

Sayım Çınar, Mollaosmanoğlu ile uzun soluklu bir röportaj yaptı, kitabını ve edebiyatı konuştu.

*Cennet Ayracı’nın basın bülteninde “yan koltuğunuzda oturan yabancılara dikkat!” sloganı öne çıkarılmış. Gerçekten uçakta, otobüste yanımızda oturanlara karşı paranoyak olmamızı mı öğütlüyorsunuz?

2012 den itibaren yeryüzü halkı olarak yeni bir aydınlanma çağına girdik. Artık insanlar 5 duyunun ötesini deneyimleyebilecek seviyelere doğru hızla yol alıyor. Bu, arzu edilir güzel bir tekâmül... Ne var ki yaşam,  negatifler ve pozitifler üzerine kurulu, dolayısıyla bu konuya yatkın ve bilgili insanların kayıtsız kalamayacağı yeni tehditler de oluşacak haliyle. Bunu söylerken bir korku çağının eşiğinde olduğumuz vurgusu yapmaya çalışmıyorum fakat unutulmamalı ki teknolojik ve ruhsal ilerleyişler iyiliği olduğu gibi kötülüğü de tetikleyecektir. Anlaşılır ve basit örnekler vereceksek eğer, kötü niyetli birisi belki önceden cebinizden paranızı çalardı, şimdi hafızanızı da çalabilecek. Yahut bedenindeki bir rahatsızlığı kolayca sizin bedeninize aktarabilecek…

unnamed-(2).jpg

*Çok ütopik değil mi anlattıklarınız?

Neden ütopik olsun! Zamanımızdan 1000 yıl evvel görüntünün nakledilebileceğine ikna edebilir miydiniz insanları? Taşıtlarla havada uçabileceğinizi, sesinizi okyanus ötelerine duyurabileceğinizi… Bırakın 1000 yılı 50 sene evvel internet ağı denen bir teknolojiyle dünyanın her yerinden insanlarla her türlü paylaşımda bulunabileceğinizi, eğitim alabileceğinizi, aşk yaşayabileceğinizi, alışveriş yapabileceğinizi anlatabilir miydiniz?

*Taşıtlarda yanımıza kimse oturmasın diye iki kişilik koltuk alacağımız günler yakın o halde. Size göre herkes bir parça şamanlaşacak. Sahi Cennet Ayracı’nda Toros Yaylalarında Şamanizm’in devam ettiği bir köy yaratmışsınız ya, nereden geldi aklınıza?

Yaratmadım, var olan bir yörenin efsanelerini anlattım. Çocukken yazları yaylaya giderdik; yaylamız da Cennet Ayracı’ndaki Pınarbaşı... Belirtmem lazım, yöresel adı Muharbaşı’dır, yani muhar eski Türkçe’de pınar anlamına geliyor. Vadinin karşısında da Susuz Köyü vardı. Biz çocuklara, biraz daha yetişkin olanlar Susuz’la ilgili ürpertici hikâyeler anlatırlardı. Çocukken akla girenler kolay kolay unutulmuyor. Ben de o efsanelerden etkilenmişim ki yıllar boyu bilinçaltımda tutmuşum. Elbette artık Susuz’a yollar açıldı, teknoloji oralara da ulaştı ve eski efsaneler unutulup gitti.

unnamed-(1).20140314094039.jpg*Cennet Ayracı epey gerilim yüklü bir roman… Akbabalara yedirilen cesetler var, katledilen dört masum delikanlı var, kulağında güneş figürü biçiminde dövmesi olan tehlikeli bir şaman var, Susuzkaya Köyü’nün aksi ve cani muhtarı var… Bütün bunların yanında bir de köylü kızı-şehirli delikanlı aşkı var.  Önce kahramanları yaratıp sonra konuyu mu belirlediniz yoksa tam tersi konu hazırdı da kahramanları mı yarattınız?

İkisi de değil… Bölük pörçük bir efsane vardı zaten ortada ancak bu romanın bütün konusunu oluşturmaya yetecek genişlikte ve derinlikte değildi haliyle. Yalnızca alt yapıyı oluşturabilirdim. Bir de elimde, bu alt yapıyla ilişkilendirebileceğim geçmişten kalan bir anım vardı. Nitekim öyle yaptım ve Cennet Ayracı’nı, Pınarbaşı’lı dört delikanlının Susuzkaya’da öldürülmesiyle başlattım. Bu başlangıcı yazmama neden olan anıma geleceksek; yayladayken dört arkadaş yürüyerek vadiye inmiştik, o zaman yol-mol yok, vadi de sarp ve ulaşmak zor... Yaşımız küçük, gerginiz. Vadideki bir köyün yakınında kuytu yerde piknik yapan dört kız gördük, onlar da önce şaşırdı sonra korktular ve bağırmaya başladılar. Kaçmaktan başka çaremiz yoktu ve öyle yaptık. Sonrasında çok düşündüm, ya köylüler kızların bağırışıyla gelseler, onlara sarkıntılık yaptığımızı düşünerek silaha davransalar, vursalar!.. Malum, kırsalda namusun tarifi de yok sınırı da. Pekâlâ, böyle bir tehlike atlattık. Biz kaçıp kurtulduk ama paralel evrendekiler kurtulamadı işte, Cennet Ayracı’na roman konusu oldu.

*Sonrası, şamanlar, garip dini ritüeller, köylü kızı şehirli delikanlı aşkı nereden çıktı. Madem baştan kurgulamadınız doğaçlama mı geldi onlar arkadan?

Evet. Bende öyle oluyor, etkisi altında kaldığım bir rüyayı yahut hafızamda yer etmiş eski bir hatırayı metine döküp bekliyorum. Zaten metine dökülme esnasında siz de o olayın kuvvetli bir parçası haline geliyorsunuz ve rüyanızı, hatıranızı her ne ise işte yeniden yaşamaya başlıyorsunuz. Yolda yürürken, yastığa başını koymuşken, seyahat ederken, fark etmiyor o olay yaşamınızın bir parçası haline geliveriyor birden. Bu durum o konuyla ilgili yeni olasılıkları düşünmenize neden oluyor ve olasılıklardan bir tanesiyle ikinci bölüm oluşuyor. Her bölüm yeni olasılıkları doğuruyor ve böyle seçe seçe ilerliyorum. Hiçbir romanımda sonu baştan tasarlamadım, daima olasılıklar beni sona götürdü ve romanın iskeleti böyle ortaya çıktı. Elbette ortaya çıkan iskeleti giydirmek gerekiyor, bunun adı da edebiyat…

*Böylece, bir roman nasıl yazılır fikir sahibi de olduk sayenizde. Metafizik romanlarınızın alt yapısını oluşturuyor sanki!

Metafizik, tarifi zor bir konu… ‘İçinde felsefe barındıran fizik biliminin ötesi’ gibi bir tanımdan yola çıkacak olursak benim roman tarzım da tam böyle. Elbette kuantum fiziğinin gelişimiyle metafiziğin sınırları daraldı ve ben artık fizikötesi yahut bilinçötesi gibi görünen bir takım tezahürleri kuantum fiziği dâhilinde kolayca açıklayabiliyor ve okuyucuyu bir bilim kurgu okumadığına ikna etmeye çalışıyorum.

unnamed-(3).20140314094049.jpg*Fizikötesi, bilinçötesi dediniz de, romanlarınız da günlük hayat ötesinde bir yerlerde dolaştığınız anlamı çıkıyor olabilir mi?

Tam tersi, seçtiğim konular günlük olayların tam içinden. Ne var ki ben o konuya başka bir pencereden bakıyor ve okuyucuya algılarını zorlaması gerektiğini hissettiriyorum. Yine ne kastettiğimin anlaşılabilmesi için örnek verme vakti geldi galiba; örnek Cennet Ayracı’ndan olsun. Burada ölülerini akbabalara yediren bir topluluk var. Yüzeysel bakınca iğrenç görünüyor değil mi? Ancak o iğrenç bulduğumuz ritüelin mensuplarından birisi de ölüyü gömmenin doğru olduğunu savunan ‘normal’ insana ters köşe yaptıran bir yanıt veriyor ve diyor ki; “Ölülerinizi tüm pisliğiyle yaşadığınız yerlerin yakınındaki topraklara gömmüyor musunuz? Ölülerinizin eti, kanı yağmur sularıyla oradan oraya taşınmıyor mu? Yiyip içtiklerinizle midenize girmiyor mu?” Normal insanımız işin içinden çıkamayınca soruyor; “Yani bir gün akbabalara yem olma düşüncesinden rahatsız olmuyorsunuz!” Öbürü de şunu diyor, “Sizinkileri de kurtlar böcekler yiyor ve gübre oluyorsunuz… Daha kötü!” Böylece ilk anda mide bulandırıcı bulduğumuz bir konu okuyanı düşündürüyor ve belki de dakikalar önce iğrenç bulduğu bir fikri olabilirlik mertebesine çekiyor. Zaten amacım da bu, doğruyu eğriyi aramaktan ziyade düşündürmek! Yoksa insanların değer yargılarıyla işim yok, yalnızca beyinlere zihinsel teraziler koymaya çalışıyorum.

*Aslında inşaat mühendisisiniz ve mesleğinizi faal bir şekilde sürdürüyorsunuz, üstelik Alanya’da yaşıyorsunuz. Bu durum roman yazarlığınızı ikinci plana atmıyor mu?

Hayır besliyor… Düşünsenize, bir köşeye çekilmiş vaziyette roman yazmıyorum, tam tersi günlük hayatın içinde vefayı, yalanı, haksızlığı, endişeyi ve daha bir sürü olumlu olumsuz duyguyu yaşaya yaşaya yazıyorum…  Ticaret hayatında dönen üçkâğıtları göre göre, belediyelerin mağdur ettiği vatandaşlara akıl vere vere, mahkemelere gire çıka, üç kuruş para için şerefini namusunu satanlara baka baka, tefecilere-dolandırıcılara-işbitiricilere-komisyonculara kıza kıza yaşayıp giderken, içindeki zehiri böyle yaza yaza atıyorsun işte. Roman yazmak için daha iyi bir ortam olabilir mi?

*Sizce insanlar Cennet Ayracı’nı neden okumalı?

Cennet Ayracı, her ne kadar Şamanizm’in gölgesindeki bir aşk hikâyesini anlatıyor gibi görünse de aslında bakış açılarını çeşitlendirmeye ve hayata 360 derece bakabilmeye teşvik ediyor. “Kabullerinin dışındaki herkes ve her şey insana tuhaf gelir,” cümlesi bu kitabın özü… Kabuller aklın önüne geçmemeli, gelenekler ve töreler kutsal sayılmamalı, bin yıl öncesinin kuralları bu gün geçerli olmamalı, velhasıl etrafımızda cereyan eden her olayı beynimizin kıyas süzgecinden geçirmeyi öğrendiğimiz gün yaşam çok zevkli hale gelecek. İşte bu yüzden Cennet Ayracı yargılamamayı, kötülüğün içinde iyiliğin, iyiliğin içinde de kötülüğün var olduğunu ve hepsini birer evrensel gerçek olarak kabul edilmesi gerektiğini anlatan –başka bir tanım bulamadım- underground bir roman ve deneyimlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

*Şimdi bu evrensellik konusunun ucu açık, hatta soyut bir kavram olarak ele alınabilir. Bununla beraber evrenselliği ve felsefeyi birbirinden ayırmak çok doğru olmaz çünkü ikisi de bünyelerinde birbirini tamamlayan sayısız paradokslar içeriyor olabilir. Buna rağmen, her romanınızın ayrı bir felsefesi var diyebilir miyiz?

Bunu benim iddia etmem komik olur, okuyucular vermeli o kararı. Ben yalnızca kendimi tekrarlamaktan korkuyor, her eserimde benzer mesajlar veriyor olsam da mümkün olduğu kadar farklı konular işlemeye çalışıyorum. Daha önce de söyledim, amacım ikna etmek değil, düşündürmek. Kaldı ki insanlık olarak en büyük sorunumuz da bu; okuduğuna salt inanmak veya tümden reddetmek… Oysa üçüncü bir seçenek daha var, düşünmek!

*Etkilendiğiniz ya da örnek aldığınız yazarlar var mı?

Bir iki yerde Koontz, Grange gibi yazarlarla kıyaslandığımı okudum. Roman yazarı olmama rağmen çok roman okuyan birisi değilim genellikle araştırma ve tarih kitaplarını tercih ediyorum, bu yüzden Koontz’un yalnızca bir tek eserini (Kehanet) okuma fırsatım oldu, o da kendi yazdıklarımla kıyaslama yapmaya yetmedi tabii. Birkaç okuyucum da ısrarla Dan Brown’u okumamı söyledi ancak ona da sıra gelmedi bir türlü. Sorunuza geleceksek, aynı tarz yazıyor olmasak da Neil Gaiman’ın gerçek üstü romanlarını seviyorum, sizin kastettiğiniz anlamda bir etkilenme demeyelim ama ruhumda iz bırakan konular ve karakterler yarattığını söyleyebilirim.

*İkisinden birisini seçmek zorunda kalsanız,  mesleğiniz olan mühendislik mi yoksa yazarlık mı diye sormak istiyorum.

Yazarlık tabii ki… Özgürce istediğin dünyayı kuruyor, istediğin karakterleri yaratıyor ve sonları olmasını istediğin biçimde belirliyorsun; bir nevi tanrıcılık yani. Hayali de olsa insanların, toplumların, hatta ülkelerin kederi senin elinde. Bu tarifi zor muhteşem bir duygu… Ortaya çıkan manevi gücü anlatmak imkânsız, yine de belirgin olan şu; siyasi-sosyal-ekonomik sınırları kaldırıyor kendi limitlerini oluşturuyorsun. Basit bir anlatımla bir başkasının seni üzmesine izin vermiyorsun, paranın pulun esiri olmuyorsun, bir siyasi yahut dini lidere hatalarını görmeyecek biçimde körü körüne bağlanmıyorsun. Velhasıl bir başkasının veya bir olayın senin üzerindeki etkisi yalnızca senin izin verdiğiniz kadar oluyor. Bununla beraber mesleğim olan mühendisliği de tutup aşağılara itmek istemiyorum sonuçta mesleğimin zirvesinde olduğumu biliyor ve icra etmekten zevk alıyorum.

*Yeniden Cennet Ayracı’na dönecek olursak,  “Şamanlık insanın içindedir, aşk gibi… Ortaya çıkmaması olmadığı anlamına gelmez. Ortaya çıktığında ise kişiyi bazen bilim adamı yapar, bazen bir sanatçı, peygamber, medyum, sihirbaz, yazar... Hepsi gücün farklı tezahürleridir. Çok eski zamanlarda, güç henüz sınıflara ayrılmamışken topuna birden şaman denmiş, bilmem anlatabildim mi?” diyorsunuz. Siz içinizdeki şamanlığı keşfettiğiniz için yazar oldunuz o halde!

Evet… İki binli yılların başında yaşadığım bir travma beni insanlardan uzaklaştırdı ve içime döndüm. Anladım ki, etrafındaki arkadaşlarım, müşterilerim, akrabalarım hatta mahallemdeki komşularım, hepsi birer ‘güççalan.’ Bu onların bilinçli tercihi değil elbette yalnızca kuralların esiri olmuşlar ve seni de o esarete bilinçsizce dâhil etmişler. Şimdi çok arkadaşım yok, akrabalarımla fazla içli dışlı değilim, aile/sülale toplantılarına pek katılmıyorum. Toplumsal açıdan bakıldığında eleştirilebilir bu durumum benim için bir korunma kalkanı olarak tezahür ediyor. Tabii ki bu durum bencillik düzeyinde değil asla. Bir akrabam, bir arkadaşım hatta merhaba dediğim birisi de olabilir, başı derde düşse ilk koşacak yine ben olurum. Ben bir hatası için bin iyiliğini gördüğüm insanları silmedim hiçbir zaman, ancak bir hatam yüzünden beni silen insanlar oldu geçmişimde. O köprünün altından çok sular aktı ve ben içimdeki gücü böyle böyle keşfettim. O zaman dert ettiğim şeyler artık önemsiz birer kırıntı.

*Cennet Ayracı raflarda, sırada ne var?

Birkaç haftaya kadar eski kitaplarımdan Çark, Profil Yayıncılık tarafından yeniden basılacak. Hemen arkasından ise sıfır bir roman geliyor; Talaytaytan… Bu yeni romanımda tarzıma alışmış okuyucularımı biraz şaşırtacağım. Bir psikopat çocuğun hayatını ele aldığım otobiyografik bir roman oldu. Bana kalırsa bir ustalık dönemi ürünü, okuyucu ne der bilinmez tabii.